AKP hükümetinin yakın dönemde imzaladığı “Mutabakat Muhtırası”yla ve Meclisten geçirdiği tezkereyle birlikte, uzun bir süredir dikkatlerden ırak olan Libya Türkiye’nin gündemine hızlı bir giriş yaptı. Son bir haftada yaşananlarsa bu hızı katbekat arttırdı. Bu süreç 8 Ocakta, Erdoğan ve Putin’in Türk Akım doğalgaz boru hattının açılışı için biraraya geldikleri İstanbul’da Libya için ortak ateşkes çağrısında bulunmalarıyla tetiklendi. Trablus merkezli ve İhvan-İslamcı güçlerin ağırlıkta olduğu Ulusal Mutabakat Hükümetinin başındaki Fayiz el Sarrac’ın dünden razı olduğu ateşkese, Halife Hafter yanlısı Tobruk merkezli Temsilciler Meclisinin de icabet etmesi, Türkiye’nin tüm gündemini bir hafta boyunca “Erdoğan’ın diplomatik başarısı” böbürlenmeleriyle bloke etti. Tarafların Moskova’da biraraya gelip ateşkesi kâğıda dökmek üzere masaya oturmalarıyla terslikler başlasa da, “bugün olmadı yarın” oyalamacalarıyla umutlar pompalanmaya devam etti. Fakat Libya Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih’in 14 Ocak gecesi yaptığı açıklamayla ateşkes şovu son buldu. Söz konusu açıklamada Salih, ateşkes çağrısına Putin’e saygılarından dolayı olumlu yanıt verdiklerini ve ateşkesin sona erdiğini belirtirken, “Türkiye’nin müdahalesi Trablus’un geri alınması savaşında sonuç elde etmemizi geciktirdi” diyerek savaşın devam edeceğini duyurmuştur. Böylece Erdoğan iktidarının yaklaşık beş günlük böbürlenip şişinme parantezi kapandıktan sonra Libya’da başa, yani savaşa geri dönülmüştür.
Kaddafi sonrası emperyalist savaş alanına dönüştürülen Libya, büyük emperyalist güçlerin yanı sıra çeşitli bölge ülkelerinin de ellerini soktukları, sayısız yerel gücün bunlara eklemlendiği, kargaşa ve bölünmüşlük içinde bir ülke. Başından beri bu sürecin içinde olan ülkelerden birisi de Türkiye. Bugün Türkiye bağlamında asker gönderme, tezkere, münhasır ekonomik bölge gibi tartışmaları gündeme getiren son gelişmeler tüm bu sürecin seyri içinde ortaya çıkan gelişmeler. O nedenle gerek Libya’da hızlanan savaş süreciyle, gerekse Türkiye’nin Libya hamlesiyle şekillenen mevcut duruma geçmeden önce, Libya’da bugüne nasıl gelindiğini kısaca hatırlayalım.
Libya’da bugünkü duruma nasıl gelindi?
Hatırlanacağı gibi Libya’da 2011 Şubatında Kaddafi diktatörlüğüne karşı başlayan halk isyanı, Mısır ve Tunus’tan farklı olarak silahlı ayaklanmaya dönüşmüştü. Emekçi kitlelerin karakolları ve cephanelikleri basarak silahlanıp Bingazi’de tüm kontrolü ele geçirmesinin ardından ordu güçlerinin bir bölümü isyancıların safına katılmıştı. Bu durum, silahlı emekçi kitlelerin kapitalist düzen için yarattığı tehdidin gayet farkında olan burjuva güçleri de harekete geçirmişti. Kaddafi’nin azgın bir saldırıyla önüne geçmeye çalıştığı bu süreçte, rejimin tepesinde de ciddi kopuşlar yaşanmış, bu burjuva güçlerin bir bölümü, emekçi kitlelerin demokratik taleplerini sahiplenir görünüp, “devrim” saflarında yer aldıklarını duyurmuşlardı. Emekçilerin örgütsüzlüğünü fırsat bilerek ayaklanmanın önderliğini ele geçirip onu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye girişen bu güçlere, çok geçmeden Batılı emperyalist güçler de eklenmiş ve bir ay içinde gerçekleştirilen NATO müdahalesiyle süreç bambaşka bir yöne evrilmişti.
Arap isyanlarının yaşandığı diğer ülkelerden farklı olarak, emperyalist güçlerin Libya’ya hiç zaman kaybetmeden NATO aracılığıyla askeri saldırıda bulunmalarının temel sebebi, bu ülkenin sahip olduğu zengin petrol kaynaklarıydı. Aynı olgu, yerli burjuva kesimler arasında yürüyen iktidar savaşının diğer ülkelerden çok daha şiddetli yaşanmasının da temel belirleyeni olacaktı. Afrika’nın üçüncü büyük petrol üreticisi ve en geniş rezervlere sahip birinci ülkesi olan Libya, yalnızca karasal petrol açısından değil Doğu Akdeniz’e uzanan gaz ve petrol kaynakları bakımından da tüm kapitalist güçlerin ağzını sulandırmaktaydı. İtalya’dan Fransa’ya, İspanya’dan Norveç’e, Avusturya’dan İngiltere’ye pek çok petrol tekelinin bu ülkede büyük yatırımları vardı. Bunların büyük bir bölümü, Bingazi başta olmak üzere petrol bölgelerinin kontrolden çıkmasının ardından faaliyetlerini durdurmak ve elemanlarını ülkeden çıkarmak zorunda kalmışlardı. Ancak bu duruma seyirci kalmayacakları da açıktı. Nitekim NATO güçleri zaman kaybetmeden devreye sokuldu. “Sivilleri Kaddafi’nin gerçekleştireceği katliamdan koruma” bahanesiyle başlayan saldırıyla Libya’nın aylarca havadan bombalaması sonucunda 2011 Ağustosunda Kaddafi devrildi ve linç edilerek öldürüldü.[1]
Libya’da emekçilerin devrimci isyanıyla başlayan ilk dönem böylece kapanmış olmaktaydı; fakat ne yazık ki, diktatörden kurtulduktan sonra özgürlüğe, demokrasiye, işe, aşa kavuşmayı bekleyen Libya halkını büyük bir hayal kırıklığına uğratarak! Üstelik, devrimleri ellerinden çalınan emekçiler, burjuva güçler arasındaki iktidar ve nüfuz mücadelesinin kızışmasıyla birlikte kendilerini savaş cehenneminde bulacaklardı.[2]
“Demokratik bir anayasa yapılması ve kurucu meclisin oluşturulması” hedefiyle gidilen 2012 seçimlerinin ardından kurulan Milli Genel Kongre hükümeti bu görevi yerine getirememiş, İslamcı yapıların da içinde bulunduğu bu hükümet döneminde burjuva güçler arasındaki anlaşmazlıklar alabildiğine şiddetlenmişti. Bu güçlerden en önde olanlarından biri de Halife Hafter’di. Kaddafi döneminin generallerinden olan Hafter, Çad savaşı sürecinde yaşanan ayrılıklar sonucunda 1987’de Kaddafi karşıtı cepheye geçmiş ve daha sonra Amerika’ya sığınarak yirmi yıl boyunca orada CIA’in koruması altında yaşamıştı. 2011’deki isyanın ardından ise Libya’ya dönerek NATO destekli milislerin başına geç(iril)mişti. Zaman içinde kendisine bağlı on binlerce savaşçıyla Libya’nın doğusunda hâkimiyet kuran Hafter, Fransa, Mısır, Rusya ve BAE’den açık destek gördü. İşte bu koşullarda gidilen 2014 seçimleri, anlaşmazlıkları gidermek yerine durumu daha da çetrefilli hale getirdi. Milli Genel Kongre hükümeti içindeki burjuva güçler, 2014’te yapılan ve Hafter öncülüğündeki burjuva ittifakın galip geldiği bu seçimleri, katılımın %18’de kalması nedeniyle tanımadıklarını açıkladılar. Böylece ortaya her ikisi de Libya halkının gerçek temsilcisinin kendisi olduğunu iddia eden iki “hükümet” çıktı ve bunlar arasında kıyasıya bir iktidar savaşı yaşanmaya başladı. Merkezi yapının çökmesinin ardından orduya ait askeri mühimmat depolarını ve kışlaları yağmalayarak önemli bir silahlı güç haline gelen çeşitli aşiretlerin de bu zenginlikten daha fazla pay kapmak üzere yürütülen iktidar savaşının parçası haline gelmeleriyle savaş tüm ülkeye yayıldı.
İki yıl boyunca yapılan ateşkes ve barış görüşmeleri her defasında boşa düşerken nihayetinde 2016’da taraflar bir birlik hükümetinin oluşturulması konusunda anlaşmaya varmış göründüler. Bugün “BM tarafından tanınan” denerek öne çıkarılan Ulusal Mutabakat Hükümeti böyle ortaya çıktı. Sarrac’ın başkan olarak görevlendirildiği bu geçici hükümete ülkeyi iki yıl içinde seçimlere götürme sorumluluğu verildi. Varılan anlaşma, Hafterci güçlerin elindeki Temsilciler Meclisinin yasama ve danışma organı olmaya devam etmesini de öngörüyordu.[3] Ne var ki, diğer silahlı güçlerin bu hükümeti tanımaması, IŞİD’e karşı mücadele ve diğer çatışmalarla geçen bir yılın ardından, iktidar paylaşımından baştan beri memnun olmayan Hafter, bu anlaşmanın artık geçersiz olduğunu ilan ederek mutabakatı bozdu.
İki taraf arasındaki çatışmalar 2018 sonunda yeniden başlarken, 2019 Nisanında Hafter güçleri batıdaki Trablus’a doğru atağa geçti. O zamandan bu yana çatışmalar iyice şiddetlenirken, Hafter tarafının takındığı tutum nedeniyle BM’nin planladığı barış görüşmelerinin hiçbiri hayata geçirilemedi. Kuşkusuz bunu Hafter’in şahsi tutumu olarak değerlendirmek doğru değildir. Zira asıl belirleyici olan, onu arkalayan emperyalist güçlerin ve bölge güçlerinin tutumudur. Fransa’nın başını çektiği bu güçler içinde Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır, Sudan ve Rusya da yer almaktadır. 2012’de Bingazi’deki büyükelçisinin öldürülmesinin ardından bu ülkedeki birliklerini çeken ABD ise Ulusal Mutabakat Hükümetini meşru görürken, Hafter’e de göz kırpan bir politika izlemektedir. Hafter kendisini destekleyen güçlerden yalnızca silah, uçak, mühimmat desteği değil savaşçı desteği de almaktadır. Rusya’nın özel savaş şirketi Wagner’e bağlı askerler, Sudan’dan gelen Darfur cellâdı Cancavit milisleri, Nijer ve Çad’dan gelen paralı askerler vb. Hafter’in başında bulunduğu “Libya Ulusal Ordusu” içinde savaşıyorlar. Keza Suudilerin ve BAE’nin destek verdiği radikal Selefi İslamcı milisler de bu ordu saflarında yer alıyor. Dolayısıyla, Hafter’in İslamcı silahlı güçlere karşı “seküler” bir duruşla mücadele ettiği propagandası da aslında emperyalist güçlerin Libya’daki çıkar savaşını ve talandan pay kapma sevdalarını örtülemek için kullandıkları bir yalandır.
Hafter’e destek verenler bunu “Akdeniz’in ve bölgenin güvenliğini tehdit eden terör örgütleriyle savaştığı” gerekçesine dayandırırlarken, Türkiye, Katar ve İtalya ise Sarrac’ı “meşru hükümet” diyerek öne çıkarmaktadır. Her ne kadar Türkiye gibi açıktan bir askeri destek sunmasa da, İtalya aslında Sarrac hükümeti üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Libya’daki nüfuzunu ve başta petrol olmak üzere maddi çıkarlarını kaybetmek istemeyen İtalya, Afrika’dan Akdeniz’e göç trafiğinin merkezi haline gelmiş olması nedeniyle de bu ülkeyle son derece yakından ilgilenmektedir. Göçmenleri toplama kamplarında tutması için yıllardır Sarrac hükümetini fonlayan bu emperyalist güç, BM sürecini hızlandırmaya yönelik diplomatik çabalarda da başı çekmektedir.
Bugün gelinen noktada, Trablus ve Mısrata’yla sınırlı dar bir bölge hariç ülkenin neredeyse tamamı Hafter’e bağlı güçlerce kontrol ediliyor. Her ne kadar Sarrac hükümetinin kontrolündeki küçük bölge nüfusun en yoğun olduğu kentleri kapsasa da, Hafter ordusu Sirte’den sonra Mısrata’yı hedefe koymuş, Trablus’un da merkezine doğru ilerlemeye başlamıştır. Güç dengesi değişmeye başlar başlamaz bazı aşiretlerin Hafter’e biat ettiklerini açıklamaları, Sarrac’ın bu savaşta çok dezavantajlı bir konumda olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Türkiye’nin “Mutabakat Muhtırası” ve asker gönderme kararı da işte böylesi bir dönemde gelmiştir. Bir süredir askeri ve mali destekle arkalanan Trablus hükümetinin düşme noktasına geldiği, Erdoğan rejiminin ise gerek Doğu Akdeniz’de gerekse içerideki sıkışmışlığının arttığı bir dönemde atılan bu adım, iki tarafın da kendi çıkarları temelinde yaptıkları işbirliğine dayanmaktadır.
Libya müdahalesiyle sıkışmışlığı aşma çabası
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğalgaz çalışmalarından Kıbrıs sorunundaki tutumundan dolayı dışlanmasıyla yaşadığı sıkışmayı Trablus hükümetiyle anlaşarak aşmaya çalışan Erdoğan hükümeti, 27 Kasımda imzaladığı “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası”yla, Girit önlerinden geçip Libya’ya kadar uzanan bir koridorun egemenlik alanı olarak belirlendiğini duyurdu. TC egemenlerine kalırsa, Türkiye böylelikle Yunanistan ile Kıbrıs arasındaki bağlantıyı kesmekte, söz konusu koridorda balıkçılıktan petrol sondajına kadar her türlü ticari faaliyeti kendi tekeline alma hakkına kavuşmakta, bu bölgeden geçmesi planlanan EastMed boru hattı projesinin de önünü kesmiş olmaktadır. Oysa pek çok ülke tarafından meşru kabul edilmeyen ve ömrü son derece sınırlı görünen bir partnerle imzalanan bir anlaşmaya dayandırılan bu iddiaların geçerliliği tartışmalıyken, söz konusu anlaşma iki ülke dışında hiçbir güç tarafından da tanınmamıştır. Ayrıca BM tarafından tescil edilme ihtimali de zayıftır. Dahası, TC bu hak iddiasını, Kıbrıs ve Ege adaları meselesi nedeniyle işine gelmediği için kabul edip onaylamadığı “Münhasır Ekonomik Bölgeler”i tanımlayan uluslararası anlaşmaya dayandırmaktadır.
Erdoğan’ın aynı süreçte dillendirmeye başlayıp 2 Ocakta Meclisten geçirdiği Libya’ya asker gönderme tezkeresi ise bunu bütünleyen bir adım olarak sunulmuştur. Fayiz el Sarrac liderliğindeki Ulusal Mutabakat Hükümeti, Trablus’un sınırlarına dayanan Halife Hafter güçlerinin ilerleyişini durdurmak için yakıcı bir şekilde askeri desteğe ihtiyaç duyuyor. “Sahada olmayan masada da olamaz” diyerek emperyal hesaplarını açıkça dile getirmekten çekinmeyen Erdoğan rejimi ise bu hamleyle bir yandan Libya’nın kara ve denizdeki petrol-doğalgaz zenginliğinden pay kapmak, bir yandan da dışarıdaki ve içerideki sıkışmışlığını hafifletmek istiyor. Suriye’ye “fetih” şovları gerek Rojava gerekse İdlib’de hüsrana uğrayan, Doğu Akdeniz Gaz Forumundan dışlanan, son olarak Kıbrıs, Yunanistan ve İsrail’in imzaladığı boru hattı projesiyle eli biraz daha zayıflayan AKP hükümeti, bu girişimle kendine alan açmaya çalışırken, içerideki zaafiyeti de giderme çabasında. Kalemşorların “108 yıl sonra yeniden Libya’dayız” yollu emperyal nutukları, “fetih” aşısıyla kan kaybını önleme çırpınışlarının açık bir ifadesi. Aynı nutukların birkaç ay önce Suriye’de de atıldığı, ancak şimdi bunun ağza bile alınmadığı hatırlandığında, içine düşülen çaresizliğin ve aczin boyutlarını görmek zor değil. Arabuluculuğun hararetle dışlanıp asker göndermenin savunulduğu günlerde, 180 derece çark edilerek ateşkes çağrısında bulunulmuş, üstelik bu da fos çıkmıştır.
Libya adımının pazarlanması esnasında ileri sürülenin aksine Türkiye ne Tunus’tan ne de Cezayir’den destek alabilmiştir. Sarrac’a ihtiyacı olan hava desteğini sağlamak için bu ülkelerin topraklarını hava üssü olarak kullanmayı hesaplayanların hevesleri kursaklarında kalmıştır. Üstelik Hafter güçleri, Türk askerinin Libya’da sahaya inmesi durumunda Mısır’dan asker göndermesini istemiştir. Asker gönderme kararıyla pek çok ülkeden büyük tepki çeken ve açıkta kalan AKP iktidarı, içeride de beklediği destek zeminini yaratamadığını, aksine Libya’ya asker gönderme kararının halkta tepki yarattığını görmüştür. İşte Putin’le birlikte yapılan ateşkes çağrısı ve bunun Moskova’da kâğıda dökülme girişimi bu koşullar sonucunda gündeme gelmiştir. Libya’ya asker gönderilmesini eleştirip, tarafların masaya oturması ve iç savaşın sona erdirilmesi için çaba sarf edilmesini savunan muhalefete Erdoğan “Bunlar uluslararası hukuku bilmiyor, meşru hükümetle darbeci arasında arabulucu olunur mu?” diye yüklenirken, apar topar çark etmek zorunda kalmıştır. “Muhalefet Hafter’e meşruiyet kazandırma çabası içinde” diyenler, bu sözlerin üzerinden daha bir hafta bile geçmeden, Sarrac’ı “Darbeci”yle masaya oturtup o masanın bir yanına da kendileri ilişmişlerdir. Üstelik Erdoğan-Putin görüşmesinin ardından atılan bu adımı “büyük bir diplomasi zaferi” olarak yedi düvele duyurmaya kalkmışlardır. Ne var ki bu “diplomasi zaferi”nin ömrü de Hafter’in masayı terk etmesiyle ancak üç gün sürebilmiştir. İçinde bulunduğu sıkışıklığı diplomatik bir hamleyle aşmak ve avantajlı bir konum yakalamak isteyen Erdoğan bir kez daha ortada kalırken, yapabildiği tek şey Putin’i diplomasi yıldızı olarak öne çıkarmak olmuştur.
Birleşmiş Milletler’in Libya’daki duruma “çözüm” bulmak üzere toplantı çağrıları yaptığı, 19 Ocakta Berlin’de bu konuda uluslararası bir toplantının yapılmasının planlandığı bir ortamda, ön alma ve Sarrac’a zaman kazandırma hedefiyle atılan bu adım, daha önceki ateşkes çabaları gibi fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Libya’da çatışan güçler şimdiye dek pek çok kez masaya oturmuş, ateşkes anlaşmaları yapılmış, hatta “mutabakat hükümeti” kurma noktasına kadar gelinmiş, ancak bunların hiçbiri kalıcı olmamıştır. Bugünse sırtını çok daha geniş bir emperyalist ittifaka dayayan Hafter’in eli hiç olmadığı kadar güçlüdür ve bu koşullarda kurulacak bir masada Sarrac’ın asgari kazanım elde etmek için bile azami tavizi vermek zorunda olduğu görülmektedir. Üstelik taviz vermeye fırsat bulamadan Libya’yı terk etmek zorunda kalma ihtimali de hiç düşük değildir. Erdoğan her ne kadar “Trablus’a ilerlerse Hafter’e gereken dersi veririz” diyerek dik durmaya çalışsa da, Türkiye’nin başta planlanan büyüklükte bir askeri güçle sürece müdâhil olması pek de ihtimal dâhilinde görünmemektedir. Daha ziyade, teçhizat desteğiyle birlikte İdlib’ten transfer edilen cihatçı çetelerin sevkiyatıyla ve bunlar dışındaki sınırlı bir eğitim ve koordinasyon gücüyle yetinileceği anlaşılmaktadır.
Öte yandan Erdoğan “Suriye, Libya, Akdeniz’de macera peşinde değiliz. Hele hele emperyal heveslerimiz hiç yoktur. Gözümüz petrol ve para hırsıyla kör olmuş da değildir” dese de bunun hiçbir inandırıcılığı yoktur. Zira daha önce insani yardımdan vb. söz edilerek meşrulaştırılmaya çalışılan askeri “müdahale”ler bugün doğrudan “çıkarlarımız, geleceğimiz” vb. denerek, yani emperyal hevesleri açıktan dile getirerek, hatta Osmanlı atıflarında da bulunup bunu iyice güçlendirerek yapılmaktadır. Bu pervasız dil nicedir pervasız politikaların bütünleyeni haline gelmiştir. Ancak bu pervasızlık, emperyal heveslerinin Türkiye’nin çapını fazlasıyla aştığı gerçeğinin üstünü örtememektedir. Nitekim “oyun kurma”ya gücünün yetmediği açıkça belli olduğundan olsa gerek Erdoğancılar son dönemlerde “oyun bozma” konusunu züğürt tesellisi misali bir övünç kaynağı olarak öne çıkarmaktadırlar. Gerek Suriye gerekse Libya’da âlâyıvâlâyla atılan adımlar savunulan hedefe varmadığı gibi, Doğu Akdeniz gazı konusundaki “koridor uyanıklığı”nın da akıbeti şüphelidir.
Emperyalist güçler ve bölge güçleri, kirli hesapları üzerinden Libya’ya üşüşürken, Libya halkı dokuz yıldır, emperyalist paylaşım savaşının en kanlı cephelerinden birinde cehennemi yaşamaktadır. Sarraclar, Hafterler ve diğerleri üzerinden yürütülen emperyalist savaşın emekçilerin çıkarlarıyla uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Bu savaş yüzünden ülke altüst olmuş, yüz binlerce insan sefaletin en derinine itilmiş, yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalmış, binlercesi Akdeniz’de boğulup gitmiştir. Bu durumun sorumlusu tüm burjuva güçlerdir. Bu açıdan Hafter’in mi Sarrac’ın mı, Fransa’nın mı İtalya’nın mı, ABD’nin mi Rusya’nın mı, Türkiye’nin mi Mısır’ın mı günahının daha büyük olduğunu tartışmak abesle iştigaldir. Emekçi kitleler “al birini vur ötekine” diyerek topunun karşısına dikilip kapitalizmi yıkmaya yönelmedikçe, kaderleri bu sömürücü egemenler tarafından belirlenmeye devam edecektir ne yazık ki.
[1] O günlerde Erdoğan hükümeti, Türk şirketlerinin Libya’da milyarlarca dolar yatırımı ve alacağı olduğu için, Mısır ve Tunus’takine benzer bir tutum takınmayarak “bekle gör” politikası izleme eğilimindeydi. Bu yüzden de “NATO’nun ne işi var Libya’da” diyerek bu saldırıya ilk başta karşı çıkmıştı. Fakat bu açık karşı çıkışa rağmen, Libya’yı diğer güçlere bırakmamak için, saldırının başlamasından dört gün sonra Türkiye’nin NATO’ya bağlı savaş gücüne destek vereceği açıklanmış ve bu doğrultuda bir tezkere çıkarılarak Libya’ya asker gönderilmişti. Üstelik NATO harekâtının komuta merkezi İzmir olmuş, Eskişehir üssü de NATO’nun hizmetine sunulmuştu. Yani Türkiye bu savaşa katılmakla kalmayıp, merkezi bir rol üstlenmişti.
[2] Libya’da yaşanan savaşın ilk yıllarına ilişkin ayrıntılı bilgi ve değerlendirmelerimiz için bkz. İlkay Meriç, Emperyalist Saldırı ile Kaddafi Kıskacındaki Libya (Nisan 2011); Utku Kızılok, Libya’da Kaos Derinleşiyor (Haziran 2014); İlkay Meriç, Libya’da İç Savaş ve Burjuva Kapışma (Mart 2015)
[3] Görüldüğü gibi, “BM’nin tanıdığı Ulusal Mutabakat Hükümeti”nin hikâyesi kısaca böyleyken, aynı anlaşmayla Temsilciler Meclisi de meşru bir organ olarak tanınmaktaydı. Dolayısıyla burjuva güçler, buna dayanarak, işlerine geldiği gibi meşruiyet nitelemesi yapabilmektedirler.
link: İlkay Meriç, Libya Eğik Düzleminde, 16 Ocak 2020, https://marksist.net/node/6823
“Bir Umudum Sende, Anlıyor musun?”
İlle de Kavga!