ABD Başkanı Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul eden 22 yıllık Kongre kararını onaylayıp yürürlüğe soktu ve büyükelçiliğin Kudüs’e taşınması talimatını verdiğini açıkladı.
Bu adımın burjuva ideologlarınca farklı şekillerde yorumlandığını görüyoruz. Kimileri bu adımı Trump’ın kişiliğindeki dengesizlikler ve bozukluklara bağlarken, kimileri de onun etrafındaki Evanjelistlerin varlığına ve uyguladıkları basınca bağlıyorlar. Sistem krizi dünyayı cenderesine almışken ve Ortadoğu’da büyük bir paylaşım savaşı yaşanıyorken, bugünün dünyasının olağanüstü koşullarında, bu yorumlar gayri ciddi yaklaşımlar olmakla kalmıyor, bu tür “çılgın” adamların attığı “çılgın” adımlar görüntüsü sayesinde, emperyalist savaşın körüklenip tırmandırıldığı gerçeğinin üzerini örtmeye yarıyorlar. Konuyu bir parça daha ciddi değerlendiren kimi yorumcular ise bu adımı, Trump’ın Amerikan iç politikasındaki sıkışmışlığını aşmak için giriştiği bir dikkat dağıtma operasyonu olarak görüyorlar. Ancak bu yaklaşım da yetersizdir ve gerçek niyeti açıklamaktan uzaktır.
Bu “çılgın” adamlar dünyanın mevcut durumunun nedeni değil sonucudurlar, mevcut koşullar kapitalistlerin çıkarları açısından tam da böylelerinin önünü açmakta, böylelerini gerektirmektedir. Bugün bu “kullanışlı çılgınlar” aracılığıyla dünyayı ateşe atan kapitalistler, yarın savaşın yarattığı muazzam yıkımın sorumluluğunu, günah keçisi ilan edecekleri bu “çılgın” adamların sırtına yükler ve kapitalist sömürü sistemini aklamış olurlar! Dünyanın iktisadi ve askeri bakımdan süper gücü durumundaki bir ülkenin kaderinin kontrolsüz bir çılgının eline bırakılmayacağı açık olmalı. ABD’yi yönetenler Başkan sıfatlı kişiler değil, dev tekellerdir, plütokrasidir. Müesses nizam onların yaşamsal çıkarlarını korumak üzere inşa edilmiştir. Böylesi önemli bir konuda Trump’ın aldığı kararlar, onun temsilcisi olduğu büyük burjuva kesimlerin çıkarlarından bağımsız düşünülemez.
Bazı yorumcular da, Trump’ın Kudüs adımının, İsrail-Filistin sorununa dair planladığı “çözümün” bir parçası olduğunu söylüyorlar. Suud yönetimi, Mısır ve Ürdün’le yapılan diplomasi trafiğiyle bu “çözümün” zemini hazırlanmış. İsrail başbakanı Netanyahu da ABD’nin “yeni bir barış girişimi için öneri sunacağını” belirtiyor. Çözüm ile kastedilenin ne olduğuna baktığımızda, bunun İsrail’e istediği her şeyi vermek, Filistinlileri de buna boyun eğdirmekten ibaret olduğunu görüyoruz! Böyle bir anlaşma masası kurulsa ve böyle bir anlaşmaya Filistin yönetimi imza atsa bile bunun bir çözüm olmayacağı apaçık değil midir? Filistin’deki Abbas yönetimi böyle bir imza atarsa, bunun FKÖ’nün siyasi sonu olacağı, özellikle de İslamcı odakların güçlenmesi anlamına geleceği bellidir. Dolayısıyla bu sözümona barış planı, olsa olsa, Filistinlilere kabul edilmesi mümkün olmayan bir plan dayatarak savaşı kışkırtmak anlamına gelir.
ABD’nin aldığı bu yeni karar, Üçüncü Dünya Savaşının hâlihazırdaki merkezi olan Ortadoğu’da kaynayan kazanın altına yüklü miktarda odun atılması anlamına gelen gayet de bilinçli bir karardır. Net konuşmak gerekir, ABD’nin istediği tam da budur: Yangını büyütmek, yıkımı derinleştirip yaygınlaştırmak, sonuçta eğer emellerine ulaşabilirse Ortadoğu’daki hâkimiyetini pekiştirip, bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmek. Bu adımın, Rusya ve İran’ın bölgedeki kazanımlarına karşı bir cevap olduğu bellidir. Suriye’de ve Yemen’de istediği ölçüde başarılı olamayan ABD emperyalizmi, bölgede güç ve etkisini arttıran Rusya ve İran’ı geriletmek için nice zamandır Suudi merkezli yeni bir eksen oluşturmaya ve savaşı daha doğrudan bir şekilde İran’a doğru yaymaya çalışmaktadır. Bu çabalarda en büyük partneri İsrail’dir. ABD Kudüs adımıyla, İran ile İsrail arasındaki gerginliği mümkünse çatışma noktasına getirmeyi, İran’ı kışkırtarak saldırgan girişimlere sevk etmeyi, böylelikle hem Suud merkezli ekseni sağlamlaştırmayı hem de İran’a karşı doğrudan ya da dolaylı (Filistin, Lübnan, Yemen gibi coğrafyalarda) bir savaşı başta ABD Kongresi olmak üzere emperyalist ülkelerin kamuoyunda meşrulaştırmayı hedeflemektedir.
ABD’nin bu adımı Suud rejimine kabul ettirmesinin zor olacağı minvalindeki yorumlar çok çabuk şekilde boşa çıkmıştır. Kısa sürede anlaşıldı ki, bu adım, Suud rejiminin bilgisi dışında atılmamış, tersine öncesinde onun da dâhil olduğu diplomatik süreçlerle olgunlaştırılmıştır. “Trump’ın kararı” açıklanmadan günler önce, Suud veliahtı Muhammed bin Selman’ın, Filistin lideri Mahmud Abbas’ı ayağına çağırıp Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olması ve Filistinlilerin geri dönüşü hayalini unutmalarını söylediği, kabul etmezse yardımı kesip yerine başkasını bulacağı mesajı verdiği açığa çıktı. Suudi Arabistan kurulduğu günden beri, önce İngiliz emperyalizminin ve sonra da Amerikan emperyalizminin kuklası ve bölgedeki eli kolu olmuştur. Suudi aristokrasisi, ezilen Filistin halkının çıkarları doğrultusunda bir adım atmak şöyle dursun, bu yöndeki gelişmeleri engellemek için her daim emperyalist efendilerine sadakatle hizmet etmiştir.
Suriye’deki iç savaşta hezimete uğrayan, Yemen’deki iç savaştan umduğunu bulamayan, Katar’a ambargoyla diz çöktürmeyi de başaramayan Suudiler, son olarak Lübnan başbakanı Hariri’yi rehin alıp istifaya zorlayarak Hizbullah ve İran’ı hedef göstermişler, ancak bunda da başarılı olamamışlardı. Tüm bu fiyaskolar, Suud rejiminin hem ABD’nin güdümüyle attığı adımların sonucuydu hem de faturasını kendisi ödemek zorunda kaldığından ABD-İsrail planlarına olan bağımlılığını daha da pekiştirmiş oldu. Onların desteğiyle oluşturmaya giriştiği Arap milliyetçiliği söylemi ağır basan yeni eksenle (eski Sünni eksenin yanı sıra diyelim, zira hangi ülkede hangisi işe yarıyorsa o söylemi kullanacaklardır) Ortadoğu’nun “bölgesel ağabeyi” rolüne ne ölçüde dönebileceği, bu eksenin İran’a karşı bir seferberliği ne ölçüde sağlayabileceği belirsizliğini koruyor. Zira Mısır, son Putin ziyaretinde de teyit edildiği gibi, bu eksene yakın durmakla birlikte diğer eksenden de uzak kalmamaya, kendince bir denge tutturmaya çalışıyor. Yine de, ABD-İsrail-Suud blokunun bölgeyi daha da kızıştırarak bu ekseni hayata geçirme girişimlerinin arkasının geleceğini tahmin etmek zor değildir.
İkiyüzlülük yarışı
Trump’ın açıklamasının ardından AB’den gelen diplomatik dozu ağır basan rahatsızlık bildirimlerinin ne denli ikiyüzlüce olduğu gün gibi ortadadır. Ortadoğu savaşında önemli ölçüde devre dışı kalmış olan AB bu karardan geri dönülmesini isterken, İsrail’e tam destek vermeye aynen devam etmektedir. AB dış ilişkiler temsilcisi Mogherini, Netanyahu’yu kabulünün ardından “tek gerçekçi çözüm, Kudüs'ün iki devletin de başkenti olmasını sağlayacak şekilde, 1967 sınırları çerçevesinde iki devletli çözümdür” temennisini dillendirse de, “dost ve ortak” İsrail’le daha yakın işbirliği arzusunu belirtmekten de geri durmamıştır. ABD ve İsrail’in izlediği politikalarla “iki devletli çözüm” denilen şeyin temelinin çoktan dinamitlendiğini herkes bilmekte ama bilmezlikten gelmektedir. Hiçbir hak ve hukuk tanımayan Siyonist İsrail devleti, en başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerden aldığı destek sayesinde Filistin topraklarını işgal etmiştir. Bu işgal, Birleşmiş Milletler’in sözümona kararlarına rağmen on yıllardır her gün adım adım büyütülüyor, işgal edilen topraklarda yeni yerleşim bölgeleri kuruluyor, Filistin toprakları yüzlerce kilometre uzunluğunda yüksek duvarlarla çevriliyor.
Büyük emperyalist güçlerin yanı sıra bölge güçlerinin tutumlarına da bu ikiyüzlülük damgasını vurmaktadır. Karara İslam dünyasından gelen tepkiler ise ikiyüzlülüğün zirvesi durumundadır. Erdoğan’ın çağrısıyla olağanüstü toplanan İslam İşbirliği Teşkilatından (İİT) yine somut bir şey çıkmadı. 56 İslam ülkesinden, sadece 16’sı lider düzeyinde olmak üzere 48 ülkenin temsilcisinin katıldığı bu toplantıda ne ABD’ye ne de İsrail’e dönük şu ya da bu alanda tek bir ciddi yaptırım kararı alınamadı. Toplantıda bol bol Kudüs lafı geçse de sonuç bildirisine yalnızca “Doğu Kudüs” sözcükleri geçirildi, böylelikle Batı Kudüs’ün zaten İsrail’e ait olduğu kabullenilerek onun Kudüs’teki işgali meşrulaştırılmış da oldu.[*] İran ABD kararının gerçek hedefinde kendisinin olduğunu bildiğinden kışkırtmaya gelmemeye ve soğukkanlı davranmaya çabalıyor. Müslümanların ve mazlumların hamisi pozları kesmeye bayılan TC egemenleri ise, durumu fırsata çevirmek için esip gürlese de yağamıyorlar!
Hepsi de sahte ve göstermelik tepkiler dillendirip, gerçek ve sonuç alıcı bir adım atmaktan uzak duruyorlar; bir oyun oynuyor ve çekilen acılara duyarlılık gösteren yoksul halkları da bu oyunda figüran olarak kullanıyorlar. Kararın ardından Türkiye’nin bazı kentlerinde, arkasında iktidar aygıtının olduğu çeşitli protesto gösterilerindeki manzara buydu. Kürsülerden yapılan anonslar eşliğinde İsrail’e ve ABD’ye lanetler okundu, beddualar edildi, hamasi ve demagojik söylemlerle kitlelerin ruhu okşanıp, rahatlayıp gevşemeleri sağlandı ve sonra hepsi görevlerini ifa etmenin ruhsal huzuruyla evlerine gönderildiler. Ne de olsa Filistin davası, “hükümetin emin ellerinde”ydi ve o gerekli adımları atacaktı! Aralarında İslamcı cenahtan gelenlerin de olduğu çeşitli yorumcular, protesto gösterilerinde katılımın ve ruh halinin düşüklüğünü tespit ediyorlar. Hatta biri şunu söylüyor: “Ümmet Kudüs yorgunu.” Bunun bir gerçek olduğu kesin, zira on yıllardır İslamcı partiler ve İslam ülkelerinin liderleri, Kudüs ve Filistin hakkında mangalda kül bırakmayıp, bu nutukları siyasi desteğe çevirdikten sonra her seferinde ABD ve İsrail’le pişkince iş tutmaktan, işbirliği yapmaktan geri durmamışlardır.
Erdoğan’ın “one minute” çıkışının ardından Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine baskın yapılması ve 10 kişinin öldürülmesiyle yaşanan skandal bunun en çarpıcı örneklerindendi. Bu olaydan sonra diplomatik ilişkiler kesilmiş ama İsrail’le ticaret hacmi daha da artmıştı, ki bu ticareti yürütenler arasında AKP’nin önde gelenlerinin yakınlarının da olduğu biliniyor. İsrail’le araları bozulduğunda söylenmedik laf bırakmayanlar, arayı düzeltmeye giriştiklerinde, Mavi Marmara seferini destekleyenlerden gelen tepkileri “Türkiye’den böyle bir yardım götürmek için günün başbakanına mı sordunuz” şeklinde yanıtlayacak kadar işi pişkinliğe vurmuşlardı. Ardından 2016’da ilişkiler yirmi milyon dolar karşılığında “normale dönüverdi”, askeri işbirliği de öyle. Tüm tepkilere rağmen, tam da siyasi ilişkiler limoni iken, İsrail’i koruyacak füze kalkanı sistemleri Malatya’nın Kürecik ilçesine kurulmuştu ve halen faaldir; Gazze’ye bomba yağdıran İsrail uçakları da Konya semalarında talim yapmaya devam ediyorlar.
AKP yetkilileri son gelişmeler üzerine bir kez daha “İsrail terör devletidir” söylemini öne çıkartıyorlar, tıpkı “one minute” döneminde olduğu gibi. Bu söyleme karşı İsrail başbakanı Netanyahu şöyle cevap veriyor: “Ülkesinde Kürt köylerini bombalayan, gazetecileri hapse atan bir liderden ahlâk dersi alacak değilim.” Tencere dibin kara, seninki benden kara!
Ortadoğu’nun temel iki ulusal sorunu, Filistin ve Kürt sorunudur. Her ikisinde de ezen konumda olanlar birbirlerini katliam yapmakla, terör devleti olmakla suçluyorlar. Her ikisi de diğerindeki mazlumların hamisi pozlarına bürünüp kendi ülkesinde mazlumların karşısına görülmedik zalimlikle dikiliyorlar.
“İslam ümmetinin birliği” düşüncesi gerici bir hayaldir!
Trump’ın kararı, son dönemde ciddi bir sıkışmışlık içerisine giren Erdoğan yönetimine verilmiş bir hayat öpücüğü olmuştur. Erdoğan ve AKP’si, sözde İslam davası adına suiistimal edeceği ve bunu siyasi destek olarak hanesine yazmayı umduğu bir fırsat yakalamış oluyor. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmaya çalışacağına şüphe yok, bunun ona yeni bir çıkış yakalama şansı verip vermeyeceğini ise zaman gösterecek. Her halükârda, denebilecek olan şey şudur ki, Ortadoğu’da yürüyen savaş, yarattığı kaos ve sürekli değişen oynak dengeler, hem Üçüncü Dünya Savaşının bu veçhesinin kısa vadede bitmeyeceği, hem de Erdoğan gibi önderliklerin yalnızca sıkışmayıp zaman zaman da önlerine geçici ferahlama fırsatları çıkabileceği anlamına geliyor.
Kudüs kararıyla birlikte İslamcılar yeniden demagojik söylemlerini kabartma fırsatı buldular. Radikal İslamcı çevreler “Müslümanların birliği” düşüncesini öne çıkartıp, Hıristiyan Batı’yı toptan düşman ilan ederler. Emperyalist Batılı güçlerin her adımını Müslümanlara karşı yapılmış bir hareket olarak sunarlar. Onlara kalırsa, dünyada İslam ile Hıristiyanlığın savaşı yürümektedir. Aslında bu görüş Batı dünyasında da “medeniyetler çatışması” teziyle, oranın en gerici ideologlarınca paylaşılır. Dünyaya kapitalist sömürü sisteminin hükmettiği, mülk sahibi zenginlerin milyarlarca yoksul ve mülksüzü iliklerine kadar sömürdüğü, dünyayı yeniden paylaşmak için emperyalist savaşlar yürüttüğü gerçeği örtbas edilir. Her şey dine ve dinler savaşına indirgenir.
Ama bu aynı çevreler, Ortadoğu’da İslam ülkelerinin birbirinin boğazına sarıldığını, yalnızca İslamın farklı mezheplerinin hâkim olduğu ülkelerin değil, aynı mezhepten İslam ülkelerinin de birbirlerinin altını oyduğunu ve hatta savaştıklarını unutturmak isterler. Gözlerine sokulduğunda da, bu tür çatışma ve savaşları Batılı güçlerin oyununa gelmek olarak açıklarlar. Ama neden bu oyuna bu kadar kolay gelinebildiği sorusuna bir yanıtları yoktur. Aynı şekilde, tüm bu İslam ülkelerinin Siyonizmi lanetlemekte birbiriyle ikiyüzlü bir yarışa tutuşmak dışında neden tek bir ciddi adım dahi atmadıklarını, hiçbirinin İsrail’e gerçek bir yaptırım uygulamaya neden girişmediğini, neden hiçbirinin Filistin halkının davasına sonuna kadar sahip çıkmadığını, neden hepsinin de “Hıristiyan ABD” ve “Siyonist İsrail”le arayı bir biçimde bozmamaya çabaladığını açıklamaya da pek tenezzül edilmez. Zaten açıklayamazlar da! Çünkü dünya dinler arasındaki çatışma ekseninde dönmüyor, dünya kapitalist sömürü ve irili ufaklı kapitalist güçlerin çıkar kavgaları ekseninde dönüyor. Paranın dini imanı yoktur!
Ortadoğu’da Siyonizm halklara acılar yaşatmaya devam edebiliyorsa, bunun arkasında emperyalist büyük güçlerin yanı sıra İslam ülkelerinin petrol zengini şeyhlerinin, emirlerinin, prens bozuntularının da desteği vardır. Vaktiyle bu gericilik ve onların finanse ettiği çetelerin esas meşgalesi, Ortadoğu’da emperyalistlere karşı mücadele eden sosyalist hareketlere saldırmak idi. Onlar Amerikan 6. Filosunu kıble alıp namaza dururken, sosyalist gençler Filistin’e koşuyor, elde silah Filistinli kardeşleriyle birlikte İsrail sömürgeciliğine karşı hayatlarını ortaya koyuyorlardı.
Şimdi tüm bunlar unutturuldu. Filistin davası sanki her daim dinci hareketlerin konusu olan bir sorun olarak algılanıyor. Kudüs İslam’ın kutsal davasıdır nutukları atılıyor. Sanki Filistin’deki sorun bir din sorunuymuş gibi! Ve sanki Kudüs yalnızca Müslümanlara aitmiş gibi! Hayır, Kudüs, Müslümanların da, Hıristiyanların da, Yahudilerin de kutsal mekânlarını barındırır, hiçbirine ait değildir ve hepsine aittir. Filistin davası da, Kudüs davası değil, ezilen yoksul bir halkın özgürlük ve bağımsızlık davasıdır. Filistin sorunu yirminci yüzyılın neredeyse tamamına yayılan ve halen de devam eden en temel ulusal sorunlardan biridir. Bu sorun, yalnızca bir halkın kendi topraklarında özgürce yaşayamaması değil, topraklarına zorla el konulması, milyonlarcasının on yıllardır komşu ülkelerdeki mülteci kamplarında yaşamaya mahkûm edilmesi, elde kalan toprakların da açık cezaevine çevrilerek ambargo ve abluka altına alınması, yaşamın kendisinin biteviye bir sefalet haline dönüşümü, sokaklarda her gün çoluk çocuk demeden insanların katledilmesi anlamına da geliyor.
SSCB’nin sarsılmaya ve devrimci hareketlerin güçsüz düşmeye başladığı 80’li yılların sonlarına kadar, Filistin davasının diğer ülkelerdeki dostları ve kavga arkadaşları sosyalist örgütlerdi, İslamcı çevreler değil! Filistin kurtuluş hareketinin içinde kendisini sosyalist olarak tanımlayan hareketler son derece güçlüydü. O dönemde yalnızca Filistin’de değil, Afganistan’dan Mısır’a, İran’dan Lübnan’a tüm Ortadoğu’da güçlü sol hareketler mevcuttu. Yalnızca onlar değil, dünyanın tüm ülkelerindeki güçlü sosyalist hareketler Filistin’le enternasyonalist bir dayanışma sergiliyorlardı.
O dönemde ABD, Ortadoğu’daki bu hareketlerin önünü kesmek için radikal İslamcılığı desteklemeyi öngören bir “yeşil kuşak projesi”ni hayata geçirmişti. Bunda önemli ölçüde başarılı da oldu. Amerikan emperyalizmi, Suudiler aracılığıyla, İslamcı örgütleri sola karşı besledi, büyüttü, himaye etti ve tüm bölgede hâkim hale getirmeye çalıştı, ta ki, kendi yaratığı olan bu örgütler bir noktadan sonra geri tepmeye başlayıncaya kadar. Aynı tezgâhı İsrail’in de kurduğunu biliyoruz. İsrail gerek o tarihlerde sol geleneğin bir parçası olarak görülen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) gerekse de can düşmanı addettiği İran’daki molla rejiminin uzantısı olan Hizbullah gibi güçlerin önünü kesmek için, ince bir planla bugün Hamas olarak bilinen örgütün önünü açmıştı. İslamcılık, Filistin’de ve Ortadoğu’da etkin hale geldiyse, bunda ABD’nin ve İsrail’in bu oyunlarının da önemli bir rolü vardır.
Daha önce de belirttik: Filistin sorunu son derece çapraşık hale gelen bir ulusal sorun olmanın da ötesinde, Ortadoğu’da barışın tesis edilmesi problemiyle doğrudan iç içe geçmiş bir sorundur. Bugün bölgede yaşanan emperyalist paylaşım savaşı, Filistin sorunu ve Kürt sorunu gibi ulusal sorunların gerek emperyalist güçlerce gerekse de bölgesel güçler tarafından daha da suiistimal edilmesini beraberinde getiriyor. Ezilen halkların kapitalist güçler tarafından suiistimal edilmesinin de, bu zemini güçlendiren emperyalist savaşa son vermenin de yolu, ezilen halkların ve işçi sınıfının birleşik mücadeleyi yükseltmesinden geçiyor. Bunun önkoşulunun da ezilen halkların demokratik ve siyasal haklarına önyargısız sahip çıkmak olduğu açıktır. Bölge emekçilerinin dini, mezhepsel, etnik ayrımcılık tuzaklarını boşa çıkartarak, sınıf temelli ve enternasyonalist bir mücadeleyi büyütmesi tek çıkar yoldur.
[*] Sahte bir başarı hikâyesi yaratmak üzere, büyük bir kazanım olarak sunulan sonuç bildirgesindeki “Doğu Kudüs Filistin’in başkentidir” ibaresi, aslında 1980’deki İİT toplantısında alınan bir kararda ve hatta BM’nin konuyla ilgili bir kararında da geçmektedir.
link: Özgür Doğan, Ortadoğu Savaşı, Kudüs ve Filistin Sorunu, 16 Aralık 2017, https://marksist.net/node/6118
Mutluluğun Tarifi
Bolşevik Kadınlar