Türkiye’nin emperyalist savaş cehenneminin içine çekilme olasılığı bugün işçi-emekçi kitleler açısından can yakıcı bir önem kazanmış bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle statükocu-darbeci güçler tarafından yaratılan ve Kürt halkına yönelik şovenist bir kampanya ve savaş tehdidi eşliğinde sürdürülen büyük kriz tüm şiddetiyle devam ediyor. Genelkurmay mevcut burjuva hükümetin varlığını hiçe sayarak, adeta ikinci bir hükümet gibi gece yarısı muhtıralarıyla ipleri tamamen eline geçirme niyetini yeterince sergiledi. Liberal burjuva çevrelerin “ordunun siyasetten elini çekmesi” tartışmalarıyla üstünlük kazandıkları günler şimdilik geride kaldı. Bugün Türkiye, darbe heveslisi asker-sivil cuntalar eliyle bir kez daha olağanüstü bir rejime sürüklenmek istenmektedir.
Tarih boyunca yaşanan nice deneyle kanıtlanmış bir kural vardır. Burjuvazi ile devrimci işçi sınıfı arasında yürüyen iktidar mücadelesinde olduğu gibi, burjuva iktidar bloku içinde de şu ya da bu nedenle ortaya çıkan ikili iktidar durumunun ilânihaye sürüp gitmesi mümkün değildir. Nitekim bugün Türkiye’de üniformalı burjuva güç odağı giriştiği maceracı siyasi oyunda üstün gelmek ve paçayı diğer tarafa kaptırmamak için, kendisini diğer burjuva güçler nezdinde de egemen kılacak bir ortam yaratmak istemektedir. Böylece, Türk ve Kürt halkını birbirine kırdıracak bir iç savaş ortamı körüklenmekte ve Kuzey Irak’a saldırı gerekçesiyle de Türkiye Ortadoğu’daki emperyalist savaşın içine sürüklenmektedir.
Ülke içinde yaratılan bu tehlikeli gidişat ve Amerika’dan ya da AB’den esen ters rüzgârlar Türk büyük burjuvazisinin tutumuna yansımış bulunuyor. TÜSİAD bir yandan darbe girişimlerine karşı çıkar görünürken, diğer yandan bu pozisyonunu “zor günlerde” kurtarıcısı olan ordusunu kızdırmayacak tavizlerle dengeleme cambazlığı içindedir. Aslında bu duruma şaşmamak gerekiyor. Zira daha önce de söylediğimiz gibi,
Çok açıktır ki, statükocu-darbeci burjuva odaklar son günlerde gözü dönmüş bir maceracılık hezeyanıyla, Türkiye’yi bir iç savaşa veya bir bölgesel savaşa sürükleme niyetlerini sergilemektedirler. Bu güçler karanlık emellerine halk desteği yaratmak amacıyla faşizan kampanyaları tırmandırıyorlar. Türkiye, faşist çetelerin kol gezdiği ve birbiri ardına patlak veren komplolarla sarsılan bir kaos ortamına çekiliyor. 12 Eylül askeri-faşist rejimi örneğinde olduğu gibi esasen yine tepeden örgütlenen faşizm, koyu bir şovenizm ve Kürt düşmanlığı eşliğinde tabana şırınga edilmeye çalışılıyor. Bu role soyunan çeşitli burjuva partiler, tescilli faşist parti MHP’sinden bunun “Genç Parti” versiyonuna, devlet partisi CHP’sine vb., seçim sahnesine devlet milliyetçiliğini kuşanmış olarak fırladılar ve kitleleri “asker toplum” oyununun figüranları olmaya iteliyorlar. İşte son dönemde şiddetlenerek tırmanan kriz bu gibi ciddi tehlikelere işaret etmektedir.
Fakat unutulmamalı ki, bu kriz durup dururken Türkiye sahnesine düşüvermedi. Uzun süredir çeşitli yazılarımızda dikkat çektiğimiz üzere, burjuva iktidar bloku içinde içten içe tarihsel bir çatışma yürümekteydi.
Uzun bir süredir tehlikenin ortasında seyrettiğine dikkat çektiğimiz Türkiye’nin tepesinde bugün gerçek anlamda savaş rüzgârları estirilmektedir. İşçi sınıfının ve Türk, Kürt tüm emekçi kitlelerin son derece uyanık olmasını gerektiren böylesine ciddi bir kriz ortamında önemli bir gerçeği hatırlatalım. Bilinmeli ki, egemen sınıfların halk kitlelerinin başına örmeye çalıştıkları savaş tehditleri, iç ve dış politikanın silahların gölgesinde devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Daha ötesi, savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Öte yandan tarih, işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle durdurulmayan veya yenilgiye uğratılmayan faşist güçlerin, ülkelerini kanlı maceralara sürüklediği çeşitli örneklerle doludur. Bu noktada, Türkiye’de de 12 Eylül faşist rejiminin dipten yükselen bir işçi-emekçi mücadelesiyle sona erdirilmediği, esasen burjuva güçlerce tepeden kontrollü biçimde çözüldüğü unutulmamalıdır.
2002 seçimleri sonucunda kurulan AKP iktidarı dönemi, 12 Eylül rejiminin anayasası ve kurumları tasfiye edilmeden, faşist generaller sanık sandalyesine oturtulmadan ve faşist dönemle hesaplaşma yaşanmadan sürdürülen bir parlamenter rejim dönemi oldu. Dolayısıyla bu dönem, darbeci güçlerin atak ve tehditleri altında sürüp gitti. Ve nihayetinde bu güçler Ortadoğu’daki savaşı ve AB beklentisine ters düşen ortamı da fırsat bilip yeniden güç kazandılar. Türkiye bugün yalnızca burjuva bloktaki liberal-statükocu kapışmasından kaynaklanan iç gerilimle değil, bunun yanı sıra Kürt sorunu ve Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesinin yarattığı gerilim nedeniyle de alabildiğine derinden sarsılmaktadır.
Böylesi büyük kriz ortamlarının genelde savaş tehlikesine işaret ettiği biliniyor. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşe sürükleyen maceracı İttihatçı paşalar gibi, bugün de burjuvazinin “modern” paşaları Türkiye’yi tehlikeli savaşlara sürüklemek istiyorlar. Günümüzde tırmanan krizi anlamak için bugüne nasıl gelindiğini unutmamak ve hafızayı tazelemek zorunludur. Bu nedenle, bugünkü savaş ortamını hazırlayan koşullar hakkında daha önce söylediklerimizi hatırlamak gerçekten de büyük önem taşıyor.
Savaş tamtamları çalınırken
Ocak 2003 tarihli bir yazımızda[1] değindiğimiz üzere, dünyanın siyasal istikrarsızlık koşulları içinde çalkalandığı bir dönemde ve burnunun dibindeki emperyalist savaşın içine çekilmeye çalışılan bir Türkiye’de AKP iktidarının uzun süreli bir siyasal istikrar sağlaması mümkün değildi. Nitekim AKP hükümeti ilk sınavını oluşturan Kopenhag zirvesi gündeme geldiğinde, kendini iç ve dış güç odakları arasındaki gerilimin yarattığı bir karışıklığın içinde buluvermişti. Kopenhag zirvesinde Türk burjuvazisi üyelik beklentisini gerçekleştiremediği gibi Kıbrıs sorunu da çözüm yoluna girmemişti. Kuzey Kıbrıs halkı adada bir an önce barışçı bir çözüm bulunmasını ve Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye girmesini beklerken, Denktaş ve Türkiye’de onu destekleyen bürokrasi ve ordu çevreleri Kuzey Kıbrıs halkının önüne bir engel olarak dikilivermiştiler. Kopenhag zirvesinin en belirgin sonucu, Kıbrıs’ın Türkiye’nin pazarlık kozu olmaktan çıkıp Avrupa’nın kozu haline gelmesi olmuştu.
AB’ye katılım için gereken değişiklikler konusunda öteden beri ayak sürüyen statükocu devlet güçlerinin, AKP iktidarının kurulmasıyla birlikte sermaye cephesinde oluşan iyimser beklentilere ve konsensüse uysalca boyun eğip sahneyi terk etmesi beklenemezdi. Daha da önemlisi, dünya kapitalist sisteminin krize sürüklendiği bir dönemde aralarındaki hegemonya çekişmesi kızışan emperyalist odakların, kendi çıkar çatışmaları nedeniyle Türkiye’yi farklı yönlere çekiştirmek isteyecekleri açıktı. Kısacası,
Aynı yazıda yer alan diğer bazı önemli değerlendirmeleri de kısaca hatırlatalım. Avrupa ile Asya arasında bir köprü olduğu için önemli bir jeostratejik konuma sahip olduğu söylenen Türkiye, aslında ABD, AB ve yükselen yeni emperyalist güçler olarak Rusya ve Çin gibi güç odakları arasındaki çıkar çatışmaları alanının ortasında yer almaktadır. Türkiye burjuvazisi, bu durumdan kendi adına büyük bir pay çıkararak güçlü olduğunu kanıtlama hevesine kapılmışsa da, bu hevesin tatmininin sanıldığı kadar kolay ve hele hele diplomasi masasında çözümlenebilecek bir iş olmadığı bellidir. Emperyalist güç odakları arasındaki çekişmelerin derinleştiği bir dönemde, Türkiye hegemonya savaşlarının tam orta yerinde kalıveren bir cenk alanına dönüşmüş durumdadır.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik saldırı planları çerçevesinde Türkiye daha nice pazarlıkların konusu olacaktır. Nasıl ki AB Kıbrıs sorununun çözümünü Türkiye’ye karşı elinde bir pazarlık kozu olarak tutuyorsa, ABD de Türkiye’ye Kuzey Irak’taki Musul ve Kerkük gibi petrol bölgelerini ve Kürt sorunu kartını göstermektedir. Türkiye burjuvazisi, bir yandan Osmanlı İmparatorluğu döneminde kendi egemenlik alanında kalan bu petrol bölgelerinde yeniden hak iddia edebilmenin tatlı hayalini kuruyor. Fakat diğer yandan, Irak’taki olası savaşa bağlı olarak çok sıcak bir şekilde gündeme gelecek olan Kürt sorunu uykularını kaçırıyor. Bugüne dek Türk yetkilileri, federe bir Kürt devletinin kurulmasının bir savaş nedeni sayılacağını tekrarlayıp durdular. ABD Türkiye’yi yatıştırabilmek amacıyla, Kuzey Irak’taki Kürt liderleri Talabani ve Barzani’ye, “bağımsız Kürt devleti istemiyoruz, Irak’ın toprak bütünlüğü içinde federasyon istiyoruz” dedirtti. Fakat paylaşım savaşı başladığında yarın ne olacağı belli mi olur?
Ulusal bağımsızlık Kürtlerin hakkıdır, fakat emperyalist paylaşımların ortasında ısıtılan beklentilerden ne hayır gelebilir, o da ayrı bir mesele. Bugün ABD’nin Irak’a müdahalesine kendi ulusal çıkarları nedeniyle sıcak bakan Kürt gruplarının, daha önceki dünya savaşlarında olduğu üzere birbirlerine düşürülüp, sonra da bir yana itilmeleri pekâlâ olasıdır. Herhalde ki, bugün Irak, yarın İran, öbür gün Suudi Arabistan diyerek tüm bu bölgenin haritasını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeyi amaçlayan silah ve petrol tüccarı Bush iktidarının, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkında adil ve sadık bir garantör olabileceğine inanacak kadar saf değiliz! Kısacası, bölgede tırmandırılacak hangi sorun olursa olsun, bugün emperyalist güçler arasındaki hesaplaşmalar tüm sıcaklığıyla Türkiye’nin gündemindedir. Oyun henüz bitmedi; tersine yeni paylaşım kavgası asıl şimdi kızışmaya başlıyor.
Kapitalist ekonominin tarihsel bir durgunluk eğilimine sürüklendiği bir dönemde, silah sanayiine canlandırıcı bir faktör olarak bakan kapitalistlerin sayısının arttığı bir gerçektir. Dünyanın süper gücü ABD talebi canlandırmak için çareyi silahlanma harcamalarını alabildiğine arttırmakta bulmuştur. Avrupa özel sektörünün temsilcisi kuruluşlar da ekonominin durağanlığı konusunda AB ülkelerini uyarırlarken, ekonominin canlandırılması için ABD örneğinin izlenmesini öğütlemektedirler. Dünyadaki toplam savunma harcamalarının yüzde 40’ını ABD tek başına gerçekleştirmektedir. ABD’nin savunma harcamaları giderek artmakta, savunma bütçesi rekor düzeyde yükselmektedir. Soğuk savaşın bitmesinden sonra sıkıntıya giren silah sektöründe yeniden güller açtığı belirtilmektedir. Amerikan ekonomisini canlandıracak her bir dolar, Ortadoğu’da ya da Uzak Asya’da binlerce işçinin, emekçinin yaşamına kasteden modern silahlar kimliğine bürünerek savaş alanlarına doğru zalim bir yolculuğa çıkmaktadır.
ABD emperyalistleri, ne zaman biteceği belli olmayan çok uzun süreli bir savaş dönemine girildiğini teorize ederek savunma harcamalarını hep canlı tutmak istiyorlar. Bush’un esas derdi Irak’ta kısa süreli bir savaş değil, bölgeye yerleşmektir ve Türkiye’yi de bu macerada başından sonuna kendi planlarına ortak etmek istiyor. Bugün eklemek gerekirse, ABD 1 Mart tezkeresi vesilesiyle Türkiye’yle zaten bunun pazarlığını yapmıştır. Bu tezkerenin Meclisten geçmemiş olmasına hayıflanan burjuva güçlerin sayısı şimdilerde hızla artmaktadır. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Türkiye’de büyük sermayenin kendi bölgesinde yayılmacı emeller beslediği ve Amerikan emperyalizminin izinden gitmeye hevesli olduğu açıktır.
Hep tekrarlıyoruz: İşçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir ya da örgütsüzdür ve hiçbir şey! Evet, işçi sınıfı öncü ve örgütlü gücüyle siyaset sahnesinde yer almadıkça, reel politika çeşitli burjuva çevreler arasındaki siyasal çekişmelerden ibaret olmaya devam edecek. Tıpkı uzun süredir yaşamakta olduğumuz süreçte cereyan ettiği gibi. Bir başka deyişle,
Ayrıca, “ulusal çıkarlar” savunusu veya AB karşıtlığı adına Türkiye’de daha baskıcı rejimlere davetiye çıkarmak isteyen gerici güçlere çanak tutulması hiç de küçümsenmemesi gereken bir tehlikedir. “Ulusal çıkarlar” savunusu, kitleleri kandırıp şovenist tuzaklara düşürmeye çalışan burjuva güçlerin ürettiği yalanlardır. Türkiye gibi kapitalizm yolunda nice mesafeler almış ve dolayısıyla burjuvaziyle işçi sınıfının ortak bir çıkarının olmadığı bir ülkede hangi “ulusal çıkarlar”dan bahsediliyor? AB’ye katılım, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Irak savaşı gibi, emperyalist güçlerin paylaşım kavgalarına konu olan tüm bu sorunlarda, Türkiye burjuvazisi de dahil farklı ülkelerin burjuvalarını ilgilendiren temel mesele yalnızca çıkar çatışmalarından kendilerinin kârlı çıkabilmesidir.
Emperyalist paylaşım savaşı devam ediyor
Bugün Türkiye’de derinleşen krizi besleyen genel süreçle ilgili olduğundan, Mayıs 2003 tarihli bir başka yazımızda[2] yer alan önemli bazı değerlendirmeleri de burada kısaca analım. Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra başlayan yeni döneme eski güçler ilişkisine göre belirlenen dengelerin altüst oluşu damgasını vurmaktadır. ABD emperyalizmi için bu dönem, kendini dünyanın tek hegemon gücü olarak kabul ettirme stratejisiyle biçimlenmektedir. Bush ekibinin emperyalist zorbalığında somutlanan kapitalist sistem, kitleleri tatlı dille kandırabilmenin artık giderek imkânsızlaştığı bir tarihsel döneme girmiştir.
Bu nedenle emperyalist sistemin egemeni ABD, kitleleri şoka sokarak ve dehşete düşürerek iktidarını sürdürmeye çalışıyor. ABD’nin ideolojik aygıtları, gerek içte ve gerekse dışta insanlarda genel bir korku ve endişe psikolojisi yaratarak onların bilincini felce uğratma ve böylece kitleleri pasifize etme yolunu tutmuştur. Baş emperyalist, istediği anda milyonlarca insanın yaşamını sona erdirecek güçte bir savaş düzenine sahip olmakla övünüyor. Kendisine boyun eğmek istemeyen tüm rakip ya da muhalif güçleri, üstün Amerikan silah teknolojisiyle tehdit ederek, tüm dünyaya “benden nefret edin, yeter ki korkun” mesajını gönderiyor.
Dünya kapitalist sisteminin hegemonu ABD’nin tutumu, artık iyice çürüyerek tarihin çöp sepetine doğru sürüklenmekte olan bir toplumsal düzenin psikolojisini sergiliyor. Yalnızca askeri üstünlüğüne dayanarak dünyaya yeni biçim verme iddiasına tutuşan bir “imparatorluk”, artık kitleler nezdindeki inandırıcılığını yitirmiş demektir. Dünya şimdi, tıpkı bir zamanlar çöküş sürecine girmiş bulunan Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi, haksızlığı ortaya çıktıkça şirretleşen egemenlerin yarattığı dehşet krizleriyle karşı karşıyadır. Modern zamanların Caligulası Bush’un ideologları, Irak’ı alevler içinde kavuran operasyona demek ki boşuna “şok ve dehşet operasyonu” demediler.
Irak Savaşı, saldırgan Amerikan tekellerinin hazırladığı dehşet senaryoları eşliğinde sahneye konan “oyun”un ilk bölümüydü. Bu bölümde baş diktatör, ikincil bir diktatörün uygulamalarını bahane ederek, Irak diye adlandırılan toprak parçasını işgal etti. Bu bölüm kısa sürdü, perde indi, ama “oyun” devam ediyor. Şimdi sahne, işgal edilmiş Irak’ta yeniden yapılanma adı altında yürüyecek olan emperyalist paylaşım kavgasının aktörlerine açılıyor.
Emperyalist güçler için Ortadoğu, yalnızca silah ve petrol tekellerinin çıkarları bakımından değil, bunun da ötesinde kapitalist sistemin durgunluktan çıkartılabilmesi için genelde yeniden biçimlendirilmesi gereken bir alandır. Sovyetler Birliği’nin varlığı döneminde iki süper güç arasındaki denge durumundan doğrudan etkilenen bu bölge, kapitalist sisteme tam anlamıyla entegre olamamıştır. Ortadoğu ülkeleri emperyalist tekeller tarafından kârlı ve emniyetli bir yatırım alanı olarak görülmemiştir. Uzun yıllar boyunca emperyalist güçler buralara neredeyse yalnızca bir petrol kaynağı ve silah pazarı olarak bakmıştır. Oysa kapitalist sistemin 1974’lerde açığa çıkan ve o günlerde “petrol krizi” olarak adlandırılan uzun dönemli tıkanıklıklarını aşabilmesi için, bu bölgenin de bir bütün olarak kapitalist yatırımlara elverişli hale getirilmesi gerekmektedir. Özetle dünyadaki gerçek durum, emperyalist güçler arasında kızışacak bir it dalaşına işaret etmektedir.
Ortadoğu’nun gerçeğini yakından bilen yorumcular, ABD’nin Irak’a tam anlamıyla yerleşeceğini söylüyorlar. Doğrudur, Birinci Körfez Savaşını bahane ederek Körfez bölgesine askeri güçlerini yığan ABD, aradan geçen yıllar içinde oralardan çekilmiş değildir. ABD’nin Arap denizi ve topraklarında çeşitli üsleri bulunmaktadır. Şimdi Irak, işgalci Yankiler için baştanbaşa bir askeri üsse dönüştürülmüş gibidir. Irak yönetimi Amerikalı generalden alınıp, Amerikancı bir Irak hükümetine devredilse bile, Koalisyon güçlerinin niyeti Irak’ı diğer “şer ülkeleri”ne saldırıda bir üs olarak kullanmaktır.
Egemen emperyalist güçler tarihleri boyunca böl ve yönet taktiğini izlediler. Ortadoğu’nun parçalanmış yapısı, Kürt sorunu ya da Filistin sorununun bir türlü çözüme kavuşmaması, Anglo-Amerikan emperyalistlerinin bu bölgede halkları birbirine karşı kışkırtma ve dövüştürme planlarının neticesidir. Şimdi bu emperyalistler, Ortadoğu bölgesinde Kürt sorununa ve Filistin sorununa da kendi planları çerçevesinde “çözüm” getirme iddiasındalar. Bölgenin karmaşık güçler dengesi nedeniyle bu planların ne ölçüde yürütülebileceği başlı başına bir sorundur. Ne var ki, askeri üstünlük nedeniyle kozları ellerinde tuttuklarına güvenen Amerikan egemenleri çeşitli yol haritaları çizmekle meşguller.
Bunların başında Filistin-İsrail sorununun Amerikancı çözümü için belirlenmiş olan “yol haritası” geliyor. Bu “harita”, bölge halklarına dayatılan emperyalist çözümlerin ne anlama geldiğini açıkça sergileyen bir örnektir. Filistin sorununa, ABD egemen çevrelerinin doğrudan uzantısı konumundaki İsrail büyük burjuvazisinin istemleri doğrultusunda müdahale edilmek isteniyor. Bugün Irak’ta siyasal rejimin yeniden yapılanması bağlamında kendilerine bir misyon yüklenen Kürt gruplarını gelecekte bekleyen akıbet de asla belli değildir. Ortadoğu’da sorun çözmek adına her seferinde yeni çözümsüzlükler yaratan emperyalist güçlerin bölgeye müdahalelerinin sonucunda, Lübnan’da yıllarca yaşanan kanlı kaosu unutmayalım. Keza “Oslo Anlaşması” gibi emperyalist dayatmaların pratikte işlemediği ve Filistin halkının uzun yıllardır inanılmaz bir çile çekmekte olduğu da aşikârdır.
Bu gerçekler ışığında, aslında ABD emperyalizminin yürütmekte olduğu uzun vadeli savaş planıyla bölgede daha fazla “Filistin” yaratmaya hizmet ettiği söylenebilir. Emperyalist tekellere, kapitalist pazarı geliştirmeye elverişli çözümler gerekiyorsa da burası Ortadoğu’dur. Ve büyük güçler arasındaki paylaşım kavgasını noktalayıp istikrar getirmek hiç de kolay değildir. Ortadoğu tarihinin büyük bir kısmına doğal kaynakların egemen güçler tarafından paylaşılması için yapılan savaşlar damgasını basmıştı. Bu bölgede bir zamanlar bakır ve kalay uğruna yapılan savaşlar bugün petrol uğruna yapılmaktadır ve gelecekte de su kaynaklarının paylaşılması için yapılacağı söyleniyor. Bu bakımdan, kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe Ortadoğu’nun savaştan kurtuluş umudu yoktur. Emperyalist ideologların, bölgedeki işgali takiben bir pax-Americana çağının başlatılacağı yolundaki propagandaları kocaman bir palavradan ibarettir.
Değişen dünya dengeleri bağlamında Türkiye’nin yerinin ne olacağı da bir türlü netleştirilemeyen bir sorun oluşturuyor. Büyük sermaye çevreleri için AB ilişkileri önemlidir, zira Avrupa ülkeleriyle varolan ticari ve ekonomik ilişkilerin daha da güçlendirilmesini arzuluyorlar. ABD ile ilişkiler de Türkiye burjuvazisi için gözardı edilmesi mümkün olmayan stratejik bir boyuta sahiptir. Ayrıca da ABD, zaten her türlü denklemin içinde kaçınılmazlıkla yer alan bir süper güçtür. Bu faktörlere ilâve olarak, Türkiye coğrafi olarak Rusya, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar gibi, her an emperyalist güçler arasındaki yeni çekişmelerin mayalandığı büyük bir alanın tam göbeğindedir. Böylesi hassas bir konuma sahip bulunan Türkiye’de egemen burjuvazi, AKP hükümetinin kurulmasını takip eden bir dönem boyunca, “yeni dünya düzeni”nde Türkiye’nin yerinin artık belli olacağı yolunda erken ve mesnetsiz umutlara kapılmıştır.
Hatırlayalım, AKP hükümetinin kurulmasını takiben bir iyimserlik havası yaratılmıştı. ABD desteğiyle AB yolunda ilerlemek mümkün olacak, ayrıca da Türkiye çevresini kuşatan geniş alanda yürüyen emperyalist paylaşımda daha fazla söz sahibi olabilecekti. Gerçi AKP hükümetinin, Türkiye’nin geleneksel iktidar odağı asker-sivil bürokrasi tarafından hazmedilememesi her an bir siyasal kriz potansiyeli taşıyordu. Yine de bu tutucu çevrelerin bile, artık büyük sermayenin AB ve ABD ile iyi ilişkiler stratejisine tam destek vereceği ve böylece Türkiye’nin önünün açılacağı düşünülüyordu. Ayrıca ABD de, Arap ülkeleri nezdinde kendi planlarına daha meşru bir zemin yaratma hesabıyla, Türkiye’yi bölge ülkelerine ılımlı Müslüman bir iktidara sahip örnek ülke olarak pazarlamaktaydı. ABD savaş cephesinin, stratejik ortak ilan edilen Türkiye’den beklentileri büyük gibi görünüyordu.
Fakat hatırlanacağı gibi, işler hiç de daha önceden kâğıt üzerinde planlandığı biçimiyle yürümedi. ABD emperyalistlerinin değerlendirmelerine göre, Türk Ordu kurmayı ve AKP hükümeti, gerek savaş öncesinde ve gerekse de savaş esnasında büyük ortağın kendilerinden beklediği görevleri yerine getirmediler. Bu gerilim kamuoyuna tezkere tartışmaları biçiminde yansıtılmış olsa da, derinde yatan asıl neden kuşkusuz ki Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması konusudur.
Irak Savaşı döneminde Türkiye’de generaller, ABD’nin hoşnutsuzluğuna aldırmaksızın Kuzey Irak’a yönelik bağımsız tavırlar sergilemeye kalkıştılar. Halbuki Türk Genelkurmayı, NATO dolayımıyla ABD emperyalistlerine göbekten bağımlıdır. Fakat Türkiye’nin stratejik konumunun artık vazgeçilmez olduğu düşüncesinden hareketle, kendilerini bir anda dev aynasında görerek ABD’ye kafa tutmak istediler. Ve işte böylece, ABD-Türkiye ilişkilerinin giderek bozulduğu bir dönemi de başlatmış oldular. Emperyalist güçlerin, hegemonya tesis ettikleri Ortadoğu benzeri bölgelerde, Türkiye ya da İran gibi görece yayılma potansiyeli taşıyan ülkelerin kendi başlarına işler çevirmesine asla tahammülleri yoktur. Nitekim bugün ABD egemenlerinin gözü Türkiye ve İran’ın üzerindedir.
Bunun en çarpıcı örneklerinden birini, Türkiye’nin enerji yolları bakımından taşıdığı önemin şimdi tartışmalı bir duruma sürüklenmesi oluşturuyor. ABD nasıl ki Irak Savaşı sırasında, aslında Türkiyesiz de işlerini pekâlâ yürütebileceğini göstermek üzere bir “B” planını yürürlüğe koymuşsa, enerji yolları konusunda da Türkiye’nin öneminin artık azalmakta olduğunu kanıtlamak isteyen alternatif planlar mevcuttur. Örneğin, Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürt devletiyle, yine Türkiye’nin burnunun dibinde yer alan Ermenistan arasında Türk devletinin enerji politikalarına alternatif yeni yollar yaratılmak isteniyor. Buna ek olarak, Kıbrıs’ın AB kontrolüne geçmiş olması nedeniyle Türk askeri gücünün artık Akdeniz’de etkisini kaybedeceği söylenmektedir. Tüm bu olasılıklar büyük sermaye çevrelerinin moralini fena halde bozuyor. Bu çevreler ABD ile ilişkileri bozmaksızın AB kartını iyi kullanmaktan yana tercih sergilerken, geleneksel iktidar gücü Ordu sözcüleri ise Rusya ile yakınlaşma biçiminde alternatifler dillendiriyorlar.
Bir yandan AB ile bozulan ilişkiler, öte yandan büyük biraderin arkası gelmeyen tehditleri nedeniyle Türkiye adeta bir içe kapanma sürecine sürüklenmektedir. Bu ortamda tutucu devlet güçleri, içte siyasal tansiyonu yükseltiyorlar. Onlar yeniden, alıştıkları yegâne yönetim biçimi olan baskı politikasına gerekçeler döşemekteler. AKP hükümetiyle geleneksel devlet güçleri arasındaki ilişkiler her an büyük bir siyasal krizi patlatacak ölçüde gerginleşmektedir. Kendisinden önceki benzer partilerin iktidardan düşürülmesi ve kapatılması örneklerini hatırlayan AKP kurmayları tansiyonu düşürmek için tavizler veriyorlar. Ama Türkiye’de devlet, icabında bir anayasa kitapçığını ya da başı türbanlı siyasetçi eşini sorun haline getirerek kriz yaratmaya talimlidir. Çünkü, kapitalistleşme yolunda geçmişe oranla devasa bir yol kat etmiş bulunan Türkiye’nin siyasal dengeleri, yine de yalnızca büyük özel sermaye çevrelerinin planları doğrultusunda belirlenmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras aldığı devlet yapılanmasındaki asker ve sivil büyük bürokrasinin ağırlığı hâlâ kendini fazlasıyla hissettiriyor.
Önümüzdeki süreçte Irak’ta ya da diğer Arap ülkelerinde olaylar nasıl gelişir, bunu önceden tam olarak bilemeyiz ama dünyadaki genel koşulların ve Amerika’nın savaş teknolojisinin Vietnam günlerine oranla muazzam ölçüde değiştiği bir gerçektir. Dolayısıyla emperyalist savaş cephesinin haksız ve işgalci konumu nedeniyle içine düşeceği açmazı teşhir edebilmek için, illa da Vietnam savaşından miras kalan benzetmelere (Vietnam bataklığına saplanıp kalmak gibi) başvurmak zorunda değiliz.
Aslında yalın ve acı gerçek işte orada, Afganistan’da ya da Irak’ta öylece duruyor. Dünyanın kapitalist açıdan geri kalmış bölgelerine medeniyet götürecekleri iddiasıyla sefere çıkan emperyalist birlikler, yağdırdıkları bombalarla bölgeyi yeşertmiyor, tam tersine nice hayatı söndürüyorlar. Bu birlikler, arkalarında tüm gelecek kuşakları ve gezegenimizin neredeyse tüm bir geleceğini zehirleyecek olan biyolojik ve kimyasal silahlarını, nükleer atıklarını, seyreltilmiş uranyum tozlarını bırakarak tahrip edecekleri yeni alanlara doğru seferlerine devam ediyorlar.
Sınıflı toplumların ürünü olan zulmün ve kötülüğün niteliği olgunlaşıp o raddeye varmıştır ki, insanlık gerçekten de artık ya yokoluş, ya sosyalizm biçiminde ifade edebileceğimiz bir noktaya gelip dayanmıştır. Neredeyse bir uçurumun kıyısında gibiyiz. Ezilenler ve sömürülenler devrimci proletaryanın mücadele bayrağı altında toplanıp, kendilerini “yokoluş” uçurumuna itekleyen emperyalist-kapitalist sistemi yerle bir etmedikçe bu büyük tehlike devam edecektir.
[1] Elif Çağlı,Savaş Tamtamları Çalınırken
[2] Elif Çağlı, Emperyalist Paylaşım Savaşı Devam Ediyor
link: Elif Çağlı, Savaş Tehdidi Altında Derinleşen Kriz, 24 Haziran 2007, https://marksist.net/node/1535
Kore Nire?
Germinal: Tohumlar Yeşerince