Türkiye tarihinde önemli bir yeri olan Kore savaşı bundan 57 yıl önce, Haziran ayında başlamıştı (25 Haziran 1950). Savaş, ulusal bağımsızlığı elde etme yolunda mücadele eden kuzeydeki ulusal kurtuluşçu güçler tarafından, esasen ABD emperyalizminin böldüğü ülkenin birliğini sağlamak üzere başlatılmış ve geniş halk desteğinin de yardımıyla güneydeki işbirlikçi rejim birkaç gün içinde yenilgiye uğratılmıştı. Ancak Çin’den sonra Kore’nin de bütünüyle emperyalist sistemin kontrolünden çıkması tehlikesi karşısında paniğe kapılan ABD emperyalizmi hemen devreye girerek 3 yıl sürecek vahşi bir katliam başlattı. Bu 3 yıl içinde ABD tüm İkinci Dünya Savaşı boyunca dünyanın her yerinde attığı bombalardan daha fazlasını Kore’ye attı ve bu savaşta 2 milyon insanın canına kıydı. Bu rakam ABD’nin daha sonraki 12 yıl süren Vietnam savaşı sırasında ancak ulaşılan bir rakamdı. ABD bu savaşta o sıralar yeni bir silah olan napalmı da ilk kez kitlesel ölçekte denemişti. Ne yazık ki Vietnam’a göre daha yoğun bir yıkım yaratmasına rağmen Kore savaşı ABD’de ve dünyada Vietnam kadar tepki uyandıramadı.
Bu vahşetin baş sorumlusu ABD emperyalizmi olsa da ona bu katliam savaşında suç ortaklığı eden birçok ülke vardı. 55 milyon insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşı henüz sona ermişti. Altı yıl süren savaşta bitap düşen halkların yeni bir savaşa tahammülleri yoktu. İkinci Dünya Savaşından galip çıkmasına rağmen ABD ordu kurmayı Amerikalı erleri Kore’de yürütülmek istenen savaşa ikna etmekte zorluk çekiyordu. Bu yüzden ABD dünyanın diğer kapitalist devletlerine vaatlerde bulunarak onları bu savaşa asker göndermeye razı etme yolunu seçti. O sıralar Sovyetler Birliği’nin kısa bir süreliğine Birleşmiş Milletler’i boykot ediyor oluşundan istifade eden ABD, bir oldubittiyle talebini bir BM çağrısı haline getirmeyi başardı. Amerikan hükümetinin bir oldubittisi de, savaş kararını Kongre’yi devre dışı bırakarak almış olmasıydı. Sonuç olarak, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu İngiltere, Danimarka, İtalya, Hindistan, Norveç, İsveç, Tayland, Yeni Zelanda, Belçika, Filipinler, Kanada, Yunanistan, Lüksemburg, Habeşistan, Avustralya, Fransa, Güney Afrika, Hollanda ve Kolombiya gibi ülkeler BM şalına bürünmüş çağrıya olumlu cevap verdiler. Bunlar güneydeki işbirlikçi rejimi desteklerken kuzey güçleri ise SSCB ve Çin tarafından desteklendi.
Kore’nin tarihine baktığımızda, Kore halkının yirminci yüzyılın başından bu yana, yani bir asırdan fazla süredir emperyalist güçlerin yol açtığı acılara katlanmak zorunda kaldığını görüyoruz. 1904-5’teki Japon-Rus savaşı sırasında Asya’nın kuzeydoğusunda geniş bir bölgeyi işgal altına alan emperyalist Japonya, bu coğrafyada yer alan Kore’yi de işgal etmişti. Savaştan galip çıkan Japonya bu topraklara kalıcı olarak yerleşti ve bir süre sonra (1910’da) Kore’yi ilhak etti. Bu ilhak ikinci emperyalist paylaşım savaşının sonuna kadar (1945) devam etti. Yani Kore halkı 40 yıl boyunca Japon emperyalizminin işgal ve ilhakıyla sömürgeci boyunduruk altında yaşadı.
Bu arada Japon emperyalizmi 1931’den itibaren Çin’i de işgal etmeye başladığı için Çin’de başlayan ulusal kurtuluş mücadelesinin Kore üzerinde de etkisi oldu. Birçok Koreli komünist Çin ulusal kurtuluş mücadelesinin saflarında her iki ülkenin de ulusal kurtuluşu için mücadele ettiler. Hem bu alanda mücadelenin ilerlemesi ve bir birikimin oluşması hem de Japonya’nın emperyalist savaşta yenilgiye uğramış olması dünya savaşı sonunda nihayet Kore’nin ulusal bağımsızlığı için umut doğurdu. Ancak dünyanın değişik bölgelerinde olduğu gibi, savaşın iki büyük galibi olan SSCB ve ABD arasında yapılan anlaşmalar uyarınca, birçok ülke bu ikisi arasında etkinlik alanlarına bölünüyordu. Kore de bu bölünmeden nasibini aldı ve ülke 38. paralel esas alınarak kuzey ve güney olmak üzere iki ayrı idari bölgeye bölündü. Kuzeyde SSCB himayesinde Kim-il Sung’un liderliğini yaptığı komünistler etkin iken güneyde Amerikan ordusunun himayesindeki burjuva milliyetçiler yönetimdeydiler. Her iki taraf da ülkeyi kendi hâkimiyetleri altında birleştirme amacını taşıyorlardı. İki rakip yönetim arasında başından itibaren aralıklı olarak küçük çaplı çarpışmalar yaşandı. Ta ki 1950 Haziranında kuzeyin başlattığı geniş çaplı saldırıya kadar.
Güneyde de komünistlerin önemli desteği olması nedeniyle harekât çok kısa sürede başarıya ulaştı ve üç gün içinde güneyin merkezi olan Seul kenti düştü. İşte yukarıda kısaca anlattığımız, ABD’nin başlattığı 3 yıllık büyük katliam süreci bundan sonra başladı. Savaş sona erdiğinde ülke büyük insan kayıplarının (nüfusun yüzde 20’si) yanı sıra yerle bir olmuş, açlık, yoksulluk ve salgın hastalıklar tüm halkı pençesine almış, adeta barbarlık koşullarına dönmüştü. Kore’nin bölünmüşlüğü de kalıcı hale gelmişti.
Bu büyük suça katılan Türk burjuvazine gelince. Daha Kore savaşı başlamadan önce, Türkiye’nin egemenleri, İkinci Dünya Savaşından galip çıkan ve müstakbel yeni dünya düzeninin iki süper gücünden biri olan Sovyetler Birliği’nden duydukları korku nedeniyle emperyalist kampın koruma şemsiyesi altına girmek ve NATO’ya üye olmak istiyorlardı. Ancak savaş sırasında müttefiklerin tüm baskılarına rağmen onların safına katılmayan Türkiye’ye şimdi yüz verilmiyor ve 1949 yılında kurulan NATO’ya Türkiye’nin birkaç defa yinelediği üyelik talebi kabul görmüyordu. Ama Kore savaşının başlamasıyla Türkiye burjuvazisinin talihi döndü. Adnan Menderes’in DP hükümeti, asker gönderme kararı çıkarmak üzere TBMM’ye dahi başvurmadan, Kore savaşına 17 Ekim 1950 tarihinde 5090 kişilik bir tugay gönderdi. Gazeteler boydan boya manşet atıyorlardı: “Menderes hükümeti, NATO’nun kapısını çalıyor”. Dışişleri bakanı, “Amerika’ya çok ama çok sıkı bağlarla bağlıyız. Ben bunu mecliste söyledim. Ajanslara da söyledim. Dünyaya da söylüyorum” diyordu. Bir burjuva gazetesi “Amerika’nın bizden istediği asker olsun, herkesten önce veriyoruz... Evet NATO’ya Kore kapısından gireceğiz, evet gizli kapaklımız yok” diyordu. DP hükümeti “ABD, Ankara’dan 500 asker istemiş, şanımıza yakışmaz 5 bin olsun” diyordu.Hürriyet gazetesi “Kore harbinde Amerikalılarla ortaklık kurduk. Onlar dolar ve silah, biz Mehmetçiğin kanını koyduk” diye manşetler atıyordu. 23 gün eğitim gören askerler düpedüz burjuvazinin çıkarları için kurban ediliyor, savaşa karşı çıkmak yasaklanıyor, karşı çıkanlar da tutuklanıyordu. Türk Barışseverler Derneği Kore savaşı karşıtı bir kampanya başlattığında, hükümet tarafından derhal kapatılmıştı. Burjuvazinin “yurtta sulh cihanda sulh”u böyle oluyordu. Sonuçta savaşta ölen askerlerin kanı pahasına Türkiye burjuvazisine NATO üyeliği ve Marshall yardımı veriliyordu.
Bugünkü emperyalist savaşa gerekçe olarak sunulan yalanların, bilinç bulandırmaların bir benzeri de Kore savaşında yaşanmıştı. ABD, Kore’de demokrasi savaşı yürüttüğünü, Kızıl Çin ve Rusya’ya karşı zayıf ülkelere demokrasi taşıdığını iddia ediyordu. Türkiye’de de aynı senaryo ile halk kandırılıyordu. “Dinsiz imansız” kızıl komünistlere karşı Türk ordusunun savaşacağı propaganda ediliyordu. 25 Ağustosta bir basın toplantısında Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, “Komünistliğe karşı gelebilecek en kudretli silah, iman ve ruh kuvvetidir. Hakiki bir müminin komünistlik fikirleriyle ve icraatıyla bağdaşabilmesine imkân yoktur” diyerek dini fikirleri savaşa gerekçe gösteriyordu. Oysa savaş ne din savaşı ne de demokrasi uğruna yürütülen bir savaştı. Savaşan askerler milliyetçi, dinci burjuva fikirlerle tavlanıyorlardı. Kuzey Kore’de esir düşmüş bir Türk esir tugayında, Stalin, Marx, Lenin hakkındaki soruları “Biz bu söylediğiniz isimlerle hiç tanışmadık, ilk defa duyuyoruz, onun için nasıl insanlar olduklarını bilmiyoruz” diyerek yanıtlıyorlardı. Dünya halkları, çoğu zaman olduğu gibi, bilmedikleri bir düşmanla savaşıyorlardı. 50 yıl önce bu düşmana “komünizm” diyorlardı, şimdiyse “uluslararası terörizm” diyorlar.
Kore’den bu yana Türkiye burjuvazisi 14 kez dünya halkları üzerine ordularını yolladı. Barışı koruma adına yollanan askerler daima hâkim emperyalist güçlerin kurşun askeri oldular. Pek tabii bu savaşlarda burjuvazinin hesabına yeni pazar sahaları açılıyor, iş anlaşmaları yapılıyor ve hibeler alınıyordu.
Türkiye’nin yeni emperyalist maceralara hazırlandığı bugünlerde, tarihin derslerini hatırlamak ve bunları sınıfımıza taşımak bizim boynumuzun borcudur. Emperyalist savaşlar her zaman burjuvalar ve onların devletlerinin çıkarları için işçi ve emekçilerin kanının av sahasına sürülmesi anlamına gelmiştir. Bu nedenle bu tür girişimlere karşı en başta karşı durması gerekenler işçilerdir. Bu savaşları engelleyebilecek olan tek güç işçi sınıfıdır. İşçiler tarihin parlak anlarında olduğu gibi, bir gün yine emperyalist savaşların değil, burjuvaziye karşı kendi sınıf savaşlarının savaşçısı olabileceklerini kanıtlayacaklardır. Kahrolsun emperyalist savaşlar, yaşasın dünya işçilerinin birliği ve kardeşliği!
link: Marksist Tutum, Kore Nire?, Haziran 2007, https://marksist.net/node/1536
Gorki’nin ANA’sı
Savaş Tehdidi Altında Derinleşen Kriz