Emperyalist-kapitalist sistemin egemenlerinin gündemi Eylül ayında oldukça yoğun geçiyor. Nisan ayında Londra’da yapılan G-20 zirvesinin devamı, 24 Eylülde Pittsburgh’ta yapıldı. Aynı tarihlerde New York’ta da BM genel kurulu toplandı. 6-7 Ekim tarihlerinde ise İstanbul’da IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) ortak toplantıları yapılacak. Tüm bu toplantıların neredeyse ortak bir gündemi var ve bu yüzden de birbirleriyle bağlantılı değerlendirilmeleri gerekiyor. Bu ortak gündem, kapitalizmin içinde bulunduğu küresel ekonomik kriz ve emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışıyla şekillenmektedir.
Ekonomik krize getirilen çözüm önerilerini ve programlarını, emperyalist güçlerin rekabetinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Her öneri, önerenin konumunu güçlendirmeye yönelik bir nitelik taşımaktadır. Her iki G-20 toplantısında ortaya çıkan tablo bunun kanıtıdır. Almanya, Fransa, Rusya, Çin ve Hindistan gibi devletler ABD ve İngiltere kökenli mali sermaye tekellerinin krize neden olduğunu ve bu nedenle de kontrol altına alınmaları gerektiğini düşünmektedirler. Israrla önerdikleri, finans şirketlerinin denetimi ve finansal faaliyetlerin üzerindeki kısıtlamaları arttırıcı önlemler içeren programlar da bu amaca yöneliktir. Ancak ABD’nin hegemonyasını zayıflatacak etkileri aşikâr olduğundan, bu önlemler ABD ve ortağı İngiltere tarafından şiddetle reddedilmektedirler. Ve şimdilik G-20 toplantılarında hâkim olan ABD-İngiltere ikilisinin görüşüdür.
Çin’in ABD doları yerine uluslararası düzeyde yeni bir para birimi önermesi, Bretton Woods sisteminin yerine yeni bir sistem getirilmek istenmesi ve buna bağlı olarak da IMF ve DB gibi, ABD emperyalizminin hegemonyasını ifade eden kurumların reforme edilmek istenmesi de aynı sebeplerden kaynaklıdır. Benzer şekilde BM toplantısında da çatlak sesler yükselmiş, ABD üzerindeki basınç arttırılmaya çalışılmıştır.
Kuşkusuz bu taleplerin tam anlamıyla yerine getirilmesi, yeni bir mali hiyerarşinin kurulması, yani ABD emperyalizminin tahtından indirilmesi demektir. Daha doğrusu, ABD’nin mevcut konumu değişmeksizin bu taleplerin hayata geçmesi mümkün olmayacaktır. Ancak her açıdan basınç altında olan ABD’nin de hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi olanaksızdır. Bush’un yerini alan Obama ve ekibinin temsil ettiği “yumuşak” yaklaşım da zaten bunun gereğini yapmaktadır. Nitekim G-20 toplantısında kararlaştırılan kimi hususlar, ABD’nin birtakım değişiklikler yapmak zorunda olduğunun bilincinde olduğunu gösteriyor. Bu kararların en önemlisi, G-8’in yerini G-20’ye bırakması yönünde alınmış olanıdır. Böylece dünya ülkelerinin GSYİH’lerinin (toplam 60 trilyon dolar) yaklaşık %85’ini, uluslararası ticaretin de %80’ini elinde bulunduran bu 20 ülkenin içinde yer alan Çin, Rusya, Hindistan gibi güçlerin söz hakkı da artmış olacak. Bu karara paralel olarak, bu ülkelerin IMF içindeki etkileri de artacak. ABD bu adımla hegemonyasındaki aşınmayı minimize etmeyi amaçlamıştır. Nitekim bu gelişmelerin ABD’nin işine gelen yanları vardır. Kendi yandaşı olan ülke sayısının daha fazla olduğu bir grupta, ABD’nin işi daha kolaylaşacak ve hedef tahtası olmaktan da kurtulacaktır. Bunda ABD’nin elindeki yeni araçlardan birisi de G-20 ülkelerinin hepsine IMF kriterlerine uyma şartının getirilmesi olacaktır. Zira ABD’nin IMF üzerindeki belirleyiciliği şüphesiz şu aşamada G-20 üzerindeki doğrudan belirleyiciliğinden daha fazladır. ABD, kendisine rakip güçlere bir nebze olsun sus payı vererek, yapacağı yeni manevralar veya hamleler için zaman kazanmış olmaktadır.
IMF öldü, yaşasın IMF!
İşte bu konjonktürde yapılacak olan IMF-DB toplantısının da aynı çekişmelere sahne olması kaçınılmazdır. Toplantıda, bir yandan IMF-DB’nin yapısının reforme edilmesi, diğer yandan da krizden çıkış yollarına dair öneriler ve programlar tartışılacak. Reformun bir ayağını, ABD haricindeki emperyalist güçlerin etkisinin artmasına yönelik değişiklikler olarak düşünmek gerekir. Bu değişikliklerin önü, G-20 toplantısında alınan kararla açılmıştır. Zaten Çin ve Hindistan gibi ülkelerin bir süre önce IMF ve DB’nin hisselerini alarak, bu emperyalist kurumlar içindeki söz haklarını arttırmaya dönük çabaları da bunun habercisiydi. İkinci ayağı da, krizle birlikte IMF’nin işlevinde veya misyonunda meydana gelen değişikliğe bağlı olarak yapısında da düzenlemelere gidilmesidir. IMF’nin ve DB’nin bugüne kadar üstlendikleri işlevler dikkate alındığında, bu iki değişikliğin niteliği daha iyi anlaşılacaktır.
IMF ve DB, her ikisi de II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Bretton Woods anlaşmasının sonucunda kurulmuş ve daha baştan ABD’nin mali sermayesinin dünyaya egemen olmasını sağlayacak araçlar olarak tasarlanmışlardır. Bu dönemde açık üstünlüğe sahip olan ve diğer emperyalist-kapitalist güçleri hizaya sokup, emperyalist hiyerarşiyi yeni baştan düzenleyebilecek tek güç ABD olduğundan, onun hegemonyasında bir sistem kurulmuştur. ABD bir yandan, savaştan darmadağın olarak çıkan Avrupa ülkelerine çeşitli krediler ve borçlar veya doğrudan sermaye yatırımları yoluyla sermaye ihraç ediyor, diğer yandan da bu yatırımlarının karşılığını geri alabilmesini sağlayacak bir mekanizma kurmayı istiyordu. Ayrıca durma noktasına gelmiş dünya ticaretinin, üretimin ve tüketimin de canlandırılması gerekiyordu. İşte IMF ve DB –ve daha sonradan bunlara eklenen OECD, DTÖ gibi kurumlar– bu mekanizmayı işleten örgütler olmuşlardır. Böylece savaşın yıkıcı etkilerinin kapitalist sistemi bir bütün olarak çöküşe götürmesi de engellenmiştir. ABD doları altınla eşitlenmiş ve tüm diğer ulusların para birimleri dolara göre ayarlanır olmuştur.
Başlangıçta sadece Avrupa ülkelerine yönelik bir misyon üstlenmiş olan IMF ve DB, kısa bir süre sonra azgelişmiş kapitalist ülkelere de el atmıştır. Bu emperyalist kurumlar aracılığıyla başta ABD olmak üzere –savaştan sonraki ekonomik yükseliş döneminde hızla kendilerini toparlayan– diğer emperyalist güçler, Türkiye’nin de bir örneğini oluşturduğu ülkelere sermaye ihraç ederek ve onların ekonomilerini düzenlemelerine yardım ederek olabildiğince hızlı bir şekilde kapitalistleşmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Bu ülkelerin yaşadıkları çeşitli mali ve yapısal sorunları sözde “aşmalarına dönük” programlar hazırlayarak ve bu programların uygulanmasını denetleyerek, emperyalist dünyaya daha hızlı entegre olmalarını ve emperyalist-kapitalist kamptan kopmamalarını sağlamaya uğraşmışlardır.
IMF’nin hazırladığı bu “meşhur” programların başlıca özelliği, kuşkusuz emperyalizmin doğası gereği, sermaye ihraç eden ülkeler lehine bir artı-değer transferinin sağlanması (bu, çoğunlukla verilen borçların faizlerinin geri ödenmesi biçiminde vücut bulmuştur) ve sermaye ithal eden ülkenin bütçesinin bu geri ödemeleri gözetecek şekilde düzenlenmesiydi. Ve bu pastadan aslan payını da, IMF’nin en büyük ortağı konumundaki ABD alıyordu. IMF’nin hazırladığı ve kredi-borç isteyen hükümetlere dayattığı bu programların en önemli sonucu, kapitalistlerin kârlarının artması, buna karşın işçi ve emekçi sınıfların daha da yoksullaşması, çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşmasıydı. İşin bu yanı, IMF’nin ve diğer emperyalist kurumların değişmemiş ve değişmeyecek tek özelliğidir.
60’lı yılların sonlarından itibaren kapitalizmin “altın çağı”nın son bulması, emperyalist devletlerin ve finans tekellerinin IMF ve DB üzerindeki baskılarını da arttırmış, bu kurumlar aracılığıyla daha geri durumdaki kapitalist ülkelerden elde edilen kârlara duyulan ihtiyacı ve iştahı kabartmıştır. Dolayısıyla da özellikle 70’li yılların sonlarından itibaren IMF programlarının işçi-emekçi sınıfları tarumar eden yönü daha da azgınlaşmış ve çoğu durumda IMF, solun ve işçi sınıfının gözünde, ulusal burjuvaziden daha fazla korkulması gereken bir düşman ve sömürücü imajı kazanmıştır. Bunda, burjuvazinin hedef saptırmaya dönük manipülasyonunun da önemli yeri vardır. Çoğu ülkede burjuva hükümetler, ağır ekonomik saldırılar ve koşullar altında ezilen işçi ve emekçi sınıflara, bunun asıl sorumlusunun kendileri değil IMF ve “dış emperyalist güçler” olduğunu söylemişler ve solun önemli kesimlerinin de bu yönde söylemlere sahip olması sonucu, işçi sınıfının bilincinde kalıcı çarpılmalar oluşturmuşlardır.
70’li yıllardan bu yana gelişen bu sürecin bir diğer yönü de, küresel kapitalist ekonominin iniş eğilimine girmesi ve 2000’lere kadar irili ufaklı krizlerle karakterize olmasıdır. Bu dönemde ABD ekonomisi de eski gücünü yitirmeye başlamıştır. Nitekim ABD dolarının altına eşitlenmesi durumuna son verilmiş ve fakat ABD doları uluslararası düzeyde referans alınan ve rakipsiz bir para birimi olarak kalmaya devam etmiştir. 2000’lerden bu yana yaşanan süreç ise, kızışan hegemonya yarışı, emperyalist savaş ve kapitalist krizle karakterize olmuştur. Bu yüzden de, ABD’nin zayıflayan hegemonyasına bağlı olarak, pek çok emperyalist kurum gibi IMF ve DB’nin pozisyonu ve işlevi de diğer emperyalist güçlerce sorgulanır, tartışılır hale gelmiştir. İşte G-20 gibi toplantılarda çeşitli emperyalist-kapitalist güçlerin ABD’nin hegemonik gücünü zayıflatmaya dönük öneriler getirmelerinin ve getirebilmelerinin arka planı da budur.
Yine de bu konjonktürün, tıpkı NATO vb. diğer emperyalist kurumlarda olduğu gibi, IMF ve DB’nin yeni koşullara uyum sağlayarak yeni işlevlerle görevlerine devam etmelerine engel olamadığı ortadadır. Bunun temelinde yatan olgu, ne kadar zayıflamış olursa olsun ABD’nin hegemon konumunu koruması ve buna bağlı olarak da onun hegemonyasında oluşturulmuş tüm bu emperyalist kurumların, reformlara tâbi tutulsalar da varlıklarını sürdürmeleridir.
İşte bu çerçevede ele alındığında, IMF ve DB’nin işlevi de güncelleşmekte ve ek görevler almaları söz konusu olmaktadır. İstanbul’da yapılacak toplantılarda, bu hususlar muhtemelen karara yahut bir plana bağlanacaktır. Bu bağlamda öne çıkan birinci husus, IMF kriterlerine uymanın, tüm G-20 ülkeleri için bir zorunluluk haline getirilmeye çalışılmasıdır. Bu, ABD’nin, rakiplerine IMF içinde daha fazla söz hakkı vermeye karşılık elde ettiği bir avantajdır. IMF programı ve/veya kriterleri, ekonomik kriz gerekçe gösterilerek daha da katılaştırılmakta ve ağırlaştırılmaktadır. Bu program, “krizi önlemenin ve krizden çıkmanın” yegâne yolu olarak ortaya konulup dayatıldığından, pek fazla ülkenin karşı çıkma şansı da yoktur. Oysa program tam anlamıyla bir çifte standart içermektedir. Örneğin IMF’nin efendisi ABD’nin başkanı olarak Obama yeni bir sağlık sigortası sistemi getirmeye uğraşırken, batan tekelleri kurtarmak üzere işçi sınıfından kesilen vergileri saçarken, IMF üyesi diğer ülkelere –tabii burada emperyalist piramidin orta ve alt seviyesindeki ülkeler kastedilmektedir– sağlık giderlerini azaltmaları, kamu harcamalarını olabildiğince kısmaları, liberal ekonomi politikaları izlemeleri, yani batan şirketlere yardım etmemeleri ve gümrük duvarlarını indirmeleri tavsiye edilmektedir. Bu arada serbest piyasa şampiyonu emperyalist devletler, korumacı gümrük duvarlarını yükseltip, piyasaya olabildiğince müdahale ediyorlar.
Kendisini kriz koşullarına uyarlayan IMF, eskiden “kalkınmak ve gelişmek istiyorsanız IMF programına uymalısınız” derken, şimdi “krizden korunmak ve çıkmak için IMF programına uymalısınız” demektedir. Nisan ayındaki G-20 zirvesinde alınan kararlara istinaden IMF, ekonomik krizdeki ülkelere kredi-borç vermek amacıyla fonundaki para miktarını da arttırmış ve 800 milyar dolara yaklaştırmıştır. Bu artışın önemli bir kısmı IMF hisselerinin Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye gibi ülkelere satılmasıyla; IMF kasasındaki 403 ton altının piyasaya sürülüp paraya çevrilmesiyle; Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye gibi G-20 ülkelerinin fona katkılarının arttırılmasıyla sağlanmıştır.
Orta Vadeli Program: IMF’siz IMF programı
“Krizden çıkışın yolu” olarak sunulan bu programların işçi sınıfı açısından ne ifade ettiğinin ve edeceğinin örneklerinden biri de Türkiye burjuvazisinin yıllardır uyguladığı ekonomi politikalarıdır. Türkiye IMF’ye 1947 yılında (yani kuruluşundan 2 yıl sonra) üye olmuş ve bugüne kadar 19 stand-by anlaşmasına (alınan kredi-borca karşılık kabul edilen ekonomik program) imza atmıştır. IMF ile henüz anlaşma yapmamış olmasına rağmen AKP hükümetince geçtiğimiz haftalarda açıklanan son OVP (Orta Vadeli Program) de IMF programlarıyla gerçekte aynı içeriğe sahiptir. Bu program, önümüzdeki 3 yıl boyunca izlenecek ekonomi politikalarını ana hatlarıyla ortaya koyuyor.
En önemli uygulama, ki klasik bir IMF uygulamasıdır, kamu harcamalarının kısılmasıdır. Bunun anlamı, kamuda çalışanların ücretlerinin düşürülmesi, sayısının azaltılması, çalışma saatlerinin uzatılması, bütçede kamu hizmetlerine ayrılan payın düşürülmesi, böylece eğitim ve sağlık giderlerinin daha da işçilerin sırtına yıkılması, belediyelerin ödeneklerinin kısılarak bunların sağladığı hizmetlerin bedelinin de giderek daha fazla kısmının işçi sınıfının sırtına yüklenmesi vb’dir. Bu amaçla ardı ardına saldırı yasaları çıkarmaktan geri durmayan burjuva hükümet, işsizlik sigortası fonunu yağmaya açmış, sağlık sigortası sistemini budamaya hız vermiştir.
İkinci uygulama ise, işçi sınıfından alınan vergilerin arttırılması olacaktır ki, bu da IMF programının klasik unsurlarından biridir. Son açıklanan OVP uyarınca devlet, dolaylı vergileri arttırma yoluna gitmiş ve sigara, benzin, elektrik ve doğalgaza ek vergiler konacağını açıklamıştır. OVP’de yer alan diğer maddelerden bazıları da şöyle sıralanabilir; esnek çalışma koşullarının yaygınlaştırılması (buna bağlı olarak sendikasızlaştırmaya dönük saldırıların ve taşeron işçilik uygulamasının artacağı açıktır), tarımsal üretime verilen kredilerin azaltılması (tarımsal üretim iyice çökecek ve tarım ürünlerinin fiyatları daha da artacak), yoksullara verilen sosyal yardımların daha da budanması, üniversiteler dâhil tüm eğitim ve sağlık kurumlarının özel birer işletme gibi yönetilerek çalışanlarının ve genel olarak işçi sınıfının aleyhine uygulamaların kurumsallaşması.
Faturanın işçi sınıfına çıkartılan kısmı şişirilirken, kapitalistlere yönelik kısmı ise hep azaltılmaktadır. Örneğin yabancı sermaye girişinin artmasını sağlamak amacıyla kolaylaştırıcı vergi düzenlemeleri yapılmakta, kurumlar vergisi benzeri vergiler arttırılmamaktadır. Bu programın uygulanmasıyla IMF’den ve yabancı finans kuruluşlarından alınan krediler olduğu gibi patronlara aktarılacak. Yine patronlara, daha düşük faizle kredi alma imkânı tanınacak. Ama kriz gerekçesiyle ücreti ödenmediği yahut zorunlu olarak ücretsiz izne çıkarılmasından kaynaklı ücret alamadığı için kredi kartının borcunu ödeyemeyen işçi, fahiş oranlarda faiz ödemeye devam edecek. Hatta borcunu ödeyemediği için evine haciz konmaya, olmadı hapis yatmaya devam edecek. Üstelik hükümet tüm bu “kemer sıkma” politikalarından sonra, bu üç yıl içinde işsizlikte ve enflasyonda ciddi bir azalma öngörmediği gibi, büyüme oranlarının da eski seviyelere ulaşamayacağını açık açık söylüyor.
“IMF’siz IMF programı” yakıştırması, OVP için cuk oturan bir nitelendirmedir. AKP hükümeti nicedir IMF ile anlaşma imzalanmasına gerek olmadığını ifade ediyordu. Bunun ne anlama geldiği OVP ile açıklığa kavuşmuş oluyor: IMF’nin programını kendi başımıza da uygulayabiliriz! Böylelikle AKP hükümeti, IMF programlarının kestirmeden gidilerek, salt bir dış dayatmadan ibaretmiş gibi algılanmasının yanlışlığının da açık bir kanıtını sunmuş olmaktadır. Tıpkı gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Türkiye burjuvazisi de aynı kapitalist programı IMF’siz uygulayarak, IMF programı denilen ekonomi politikalarının yalnızca dışarıdan dayatıldığı için değil, içeriden istendiği için de kabul edildiğini ortaya koymuş oluyor. Zaten IMF programının içeriği sadece Türkiye’de değil, başta gelişmiş olanlar olmak üzere, tüm kapitalist ülkelerde şu veya bu düzeyde yürürlüktedir.
İşçi sınıfının perspektifi
Eylül ayına sıkışan bu emperyalist zirveler ve toplantılar zincirinin de gösterdiği gibi, hegemonya yarışında öne geçmek ve bu amaçla ekonomik krizi dahi fırsata çevirmek gailesi, G-20 ülkeleri denilen emperyalist-kapitalist güçlerin gözünü öylesine karartmıştır ki, başta IMF başkanı olmak üzere birçok burjuva ideologunun veya iktisatçısının “işin toplumsal boyutunu da düşünmek zorundayız, yoksa kötü olacak” tarzındaki uyarıları bile hiçbirini frenleyememektedir. Bu nedenle, dünya nüfusunun büyük bir kısmını ilgilendiren işsizliğe nasıl çare bulunacağı, ücretler üzerinden alınan yüksek vergilerin işçi-emekçi halkları yoksullaştırmasının önüne nasıl geçileceği, emperyalist savaş sürecinin ivmelendirdiği silahlanma yarışının nasıl önleneceği, milyarlarca insanın sorunu olan açlık, yoksulluk ve yetersiz sağlık hizmeti gibi sorunların nasıl çözüleceği gibi konular doğal olarak toplantının gündeminde yer almıyor. Yahut sadece göstermelik veya kâğıt üzerinde kalan birkaç ifadeden ibaret kalıyor. Ama G-20 ülkeleri başta olmak üzere tüm kapitalist devletler, olası “sosyal patlamalara” yani isyanlara, ayaklanmalara, toplumsal muhalefetin yükselmesi olasılığına karşı, en katı ve gerici polisiye önlemleri almakta duraksamıyorlar. Bu konularda aralarında hiçbir anlaşmazlık yaşanmadığı gibi, birbirlerini desteklemekten de geri kalmıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda yapılan G-20 ve BM toplantılarına karşı düzenlenen protesto gösterilerinin hepsi de polis tarafından sert bir şekilde bastırıldı. O kadar ki, IMF-DB toplantısı öncesinde IMF yetkilileri, şöhretli Türk polisini “orantısız güç” ve biber gazı kullanmaması konusunda uyarmak zorunda kaldı.
IMF yetkililerinin bu “kadirşinas” tutumu, diğer emperyalist zirvelere de yansımış durumdadır. Burjuva devletler olmasa da, IMF ve DB yöneticileri, işçi sınıfının tepkisinin artması olasılığını dikkate almak gerektiğini düşünmüş olacaklar ki, son G-20 toplantısı esnasında bir de uluslararası sendika konfederasyonlarının toplanmasının iyi olacağına hükmettiler. Böylece hazırlanan acı reçetelerin sadece kapitalistlerin eseri olmadığı, işin içinde işçi sınıfını temsil eden sendikaların da olduğu, yani bu acı reçetenin bir zorunluluk olduğu imajı yaratılmış olacaktı. Gerçekten de uluslararası konfederasyonların tepesine çöreklenmiş sendika bürokratları bir araya geldiler ve bildik lafıgüzaf açıklamaları yapmakla yetindiler.
Ancak herkesin iyi bilmesi gerektiği gibi, işçi sınıfını temsil etmekten ziyade burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanları olarak nitelendirilmesi gereken bu kaşarlanmış bürokratların dostlar alışverişte görsün misali geveledikleri laflara veya kimi zaman yaptıkları sözde çıkışlara, ne kendileri inanmakta ne de burjuvazi kulak asmaktadır. Üstüne üstlük bu bürokratlar, çoğu zaman söylem düzeyinde dahi son derece güdük ve hatta bazen burjuva politikacıların bile gerisinde kalan talepler öne sürmektedirler. En kötüsü de, sendikaların, krizden çıkış yolunda kapitalistlere akıl vermeye dönük önerileridir. İşçi örgütleri olarak sendikaların işi, kapitalizmi kurtarmak değil işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktır. Hal böyleyken, örneğin Hak-İş genel sekreter yardımcısı kalkıp, IMF’ye ve DB’ye karşı çıkmanın anlamsız olduğunu, bunun yerine bu emperyalist örgütlerin reforme edilerek desteklenmeleri gerektiğini söyleyebiliyor.
Bu zata göre IMF gibi kurumlara “soğuk savaş” kafasıyla (yani sol slogan ve düşüncelerle) bakmak yanlıştır, IMF ve DB yeri geldiğinde askeri diktatörlükler dâhil en gerici rejimleri bile finanse etmişlerdir, ama yine de düzeltilebilirlerdir! Çünkü IMF ve DB gibi kurumların da oluşmasına aracılık ettiği küresel eşitsizliğin geldiği düzey, emperyalist ülkeleri daha adil ve demokratik politikalar uygulamaya mecbur bırakmaktadır! IMF programları, düzgün (!) uygulandıkları ülkelerde (burada AKP hükümeti dönemi örnek veriliyor) ekonomik açıdan iyileşme sağlamaktadır vs. Bu zırvalıkların üzerinde durmaya bile gerek yoktur, çünkü gerek işsizliğe ve yoksulluğa dair göstergeler, gerekse de bizzat IMF yetkililerinin açıklamaları gerçekliğin tam tersi olduğunu açık biçimde göstermektedir. Asıl üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken husus, bu tür sendika bürokratlarının işçi sınıfını temsil ettiği iddiasıyla çıkıp konuşabilmesi ve yerlerini koruyabilmesidir.
6-7 Ekimde İstanbul’da yapılacak IMF-DB toplantısına karşı sol, sendikalar ve çeşitli işçi örgütleri şimdiden protesto eylemlerine başladılar. Bu emperyalist kurumları protesto etmek ve kendi taleplerini örgütlü biçimde haykırmak tüm bilinçli işçilerin görevidir. Ancak Türkiye’yi halen emperyalistlerin sömürgesi olarak gören, burjuvaziyi işbirlikçi olan ve olmayan diye ikiye ayıran, bal gibi de burjuvazinin kendi isteğiyle uyguladığı programları IMF’nin dayatması olarak lanse eden, bu tür ekonomi politikalarına karşı habire kapitalist devletçiliği öne çıkaran anlayışlar artık terk edilmelidir. Sol ve devrimci güçler, milliyetçi ve küçük-burjuva anlayışlardan kurtulamadıkça ve işçi sınıfı doğru temellerde örgütlenip anti-kapitalist mücadeleye atılmadıkça, gerçek bir alternatifin ortaya konması da mümkün olmayacaktır. Tek gerçek alternatif işçilerin iktidarı ele geçirerek kendi sınıf egemenliklerini kurmalarıdır.
link: Kerem Dağlı, Hegemonya Yarışının Gölgesindeki IMF-DB Toplantısı, 1 Ekim 2009, https://marksist.net/node/2258
Ceylan Önkol’un Katili Bulunsun!
Şovenizmin Tabuları ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları