Bugünlerde Lenin’in “ulusal sorunun biricik çözümünün, bu sorun kapitalist dünyada çözümlenebildiği ölçüde, tutarlı demokratizm olduğu” sözlerini ne denli hatırlasak yeridir. Günümüz Türkiye’sinde güçlü bir işçi hareketinin yokluğu koşullarında tutarlı bir demokratizm ne yazık ki pek hayat bulamıyor. Bunun yerine bolca şovenizm, ırkçılık, özgürlük düşmanlığı ve bir miktar da topal demokratizmle dolu bir siyasi tabloyla yüz yüzeyiz.
“Açılım” vesilesiyle Kürt sorunu toplumun gündemine daha da fazla girdi ve daha önce tabu sayılan referandum, federasyon, anadilde eğitim gibi kimi düşünce ve öneriler büyük ölçekli burjuva medyada da yaygın biçimde yer almaya başladı. Ancak hemen her büyük tartışma, son tahlilde yine tabuların belirlediği dar bir ufukla ve adeta iğdiş edilmiş, sakatlanmış biçimde seyretmeye mahkûm gibi görünüyor. Birileri çıkıp “üniter devlet tartışma konusu bile edilemez” diyor, bakıyoruz diğerleri “haşa üniter devleti tartışmıyoruz” diyor. “Resmi dil Türkçedir, başka türlüsü asla tartışılamaz” deniyor, yine herkes “haşa zaten onu tartışan yok” diyor. “Anayasanın ilk üç maddesi değiştirilemez” deniyor, tepki aşağı yukarı aynı… Bu tartışılmaz ve dokunulmazlar listesi böylece uzayıp gidiyor.
Anayasa değişmez tanrı kelamıymış gibi, üniter devlet tek devlet biçimi ya da normuymuş gibi, tek resmi dilden gayrisi yeryüzünde görülmemiş gibi, değişik ulusal, dinsel topluluklara vs. kolektif hakların verilmesi vaki değilmiş gibi, bu tür kaba saba yalanları, sahipleri yüzleri kızarmadan söyleyebilmektedirler. Öyle görünüyor ki, düzen cephesinin çeşitli sözcüleri, olası “açılım” sürecinin rejim açısından mümkün olan en az tavizle kapatılması için dört bir koldan cansiperane savaş veriyorlar. Bunu yaparken Kürt halkını bir kez daha aşağılıyor, onun kendi ulusal devletini kurmaya hakkı ve ehliyeti olmadığını, dilinin resmi statü kazanmaya ehil olmadığını, Kürtlerin binlerce yıllık topraklarında özyönetime sahip yerel iktidar olanaklarına sahip olamayacaklarını vb. söylemekte beis görmüyorlar. Böylece ağızlarından düşürmedikleri kardeşliği baltalamaya devam ediyorlar.
Kendini burjuvalardan daha çok Türk burjuva devletinin, bu devletin sınırlarının ve rejiminin bekçisi sayan sosyalistler de var ne yazık ki. Lenin, “Kim ulusların ve dillerin eşitliğini tanımıyor ve savunmuyorsa, kim her türlü ulusal baskı ya da eşitsizliğe karşı savaşmıyorsa, o, Marksist değildir” demişti. Oysa şovenizme batmış sosyalistler, resmi dil olma ayrıcalığını Türkiye coğrafyasındaki dillerden sadece Türkçeye tanıyarak, yerel düzeyde azıcık dahi olsa özerk yönetime yönelik girişimlere bile lanet okuyarak, Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkını layık görmeyerek tam da ezen ulusun ayrıcalıklarından yana saf tutuyorlar. İşte böylesi sosyalistlerin varlığında Lenin’in tutarlı demokratizmini hatırlamak bugünlerde büyük önem taşıyor.
Üniter devlet efsanesi
Geçen sayıdaki yazımızda vurguladığımız gibi Türkiye’de yaklaşık olarak son 20 yıldır Kürt sorununda bir sarkaç salınmaktadır. Bu sorunu kendi meşrebince bir “çözüme” kavuşturmak isteyen egemen sınıfın bir kesimi fırsatını bulduğu hemen her durumda konuyu gündeme sokmuş, bazen en şaşırtıcı kişilerin ağzından bu yönde görüşler dillendirilmiştir. 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren’in bile son yıllarda Türkiye’de artık bir “eyalet sistemine” geçilmesi gerektiğini söylemesi bunun dikkat çekici bir örneğidir. Aynı minvalde geçmişte Özal’ın “federasyon” fikrini tartıştırma çabaları, Çiller’in “Bask modelini” dillendirmesi vb. anılabilir. Tüm bunlar Türkiye’deki devlet yapılanmasının mevcut düzeninde ciddi değişiklikler anlamına geliyordu.
Ancak bu türden tüm yoklamalar, başka yolların yanı sıra, kurulu düzenin yılmaz bekçilerinin oluşturduğu bed sesli koronun rapraplı “üniter devlet” marşıyla bastırılmıştır. Eskisi kadar kolay olmasa da, bugün de aynısı yapılmaya çalışılmaktadır. Bu bakımdan, faşist cuntanın anayasasındaki “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi ifadelerin de kırık plak gibi tekrarlanmasıyla bir tanrı kelâmı mertebesine çıkarılan “üniter devlet”in sırrını aydınlığa kavuşturmanın yararlı olacağı açıktır.
Statükocu mehter alayı her ne kadar Türkiye’deki haliyle üniter devleti modern ulus-devletin sanki evrensel standart biçimiymiş gibi çığırsa da gerçek bundan çok uzaktır. Ulus-devlet kavramının özünü oluşturan nitelikler bir yana bırakılacak olursa, ulus-devletler diğer bütün bakımlardan geniş bir çeşitlilik arz ederler. Benzerlik ve farklılığın temelleri de tarihsel olarak oluşmuştur. “Burjuvazinin kendi siyasal iktidarı altında modern bir merkezi birlik oluşturmak amacıyla feodal gericiliğe karşı giriştiği mücadele sürecinde, ulus-devlet ve ulus olgusunun düşünsel temelleri de yaratılmış oldu. Bu nedenle burjuva demokratik devrimlerin ana temaları, somut bir pazar birliği temelinde yeni bir topluluğun oluşumu (eskinin feodal yerelliğinin ve kraliyet tebaasının yerine ulus-topluluk) şeklinde biçimlendi ve siyasal hedef olarak belirginleşti. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, kapitalist gelişmenin erken oluşuna (İngiltere, Hollanda, Fransa) ya da gecikmişliğine (Almanya) bağlı olarak, burjuva ulusal demokratik dönüşümlerin hızı, kapsamı ve biçimi (aşağıdan ya da yukarıdan) önemli farklılıklar içerdi.” (Ulusal Sorun Üzerine, MT, Eylül 2009)
Bu tür farklılıkların ortaya koyduğu çeşitlilik, ulus-devletin coğrafi-idari alt bölümlenmesini (ulus-altı yönetim birimleri) somutlaştıran yapılanmaları bakımından da söz konusudur. Bu çeşitlilik, her ülkede ulusal birliğin değişik şiddet ve biçimlerdeki sınıf mücadeleleriyle şekillenmesi sonucunda oluşmuştur. Diğer taraftan, geniş bir çeşitlilik söz konusu olmakla birlikte, ulus-devletler kendi ana coğrafi-idari alt bölümlenmelerinin örgütlenişi ve bunların sahip olduğu güçler/haklar bakımından kaba bir tasnifle iki ana çizgide şekillenmişlerdir. Bugünlerde sıkça telaffuz edildiği gibi bunlar üniter devlet ve federatif devlet biçimleridir.[*]
Üniter ve federatif (federal) devlet arasındaki fark, özerklik sahibi yerel özyönetim birimlerinin üniter devlette olmaması ve buna mukabil federal devlette olması değildir. Yeryüzündeki üniter devletlerin önemli bir bölümünde, derecesi değişen biçimlerde özerkliğe sahip ulus-altı yerel birimler bulunmaktadır. Birleşik Krallık (İngiltere) ve İspanya buna örnek olarak verilebilir. Birleşik Krallık, bilindiği gibi İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşmaktadır. Tüm bu birimler kendi parlamentolarına, geniş yasama ve yürütme haklarına sahiptirler. Benzer bir durum İspanya’da da söz konusudur. O halde üniter ve federal devlet arasındaki fark nedir? Üniter devlette yerel birimlerin özerkliğinin derecesi ne denli büyük olursa olsun, bunlar merkezi iktidar tarafından verilir ve deyim yerindeyse müktesep hak değildir. Yani söz konusu yetkilerin ana kaynağı merkezi iktidar olmaya devam eder. Bunun anlamı şudur ki, bugün verilen yetkiler yarın yine merkezi iktidar tarafından hiçbir hukuki zorluk olmaksızın tek taraflı olarak geri alınabilir. Nitekim Birleşik Krallık’ta Kuzey İrlanda meclisi 4 kez askıya alınmıştır. İşte federal devletlerle aradaki fark buradadır. Federal devleti oluşturan birimlerin (devletler/eyaletler) merkezi devlet tarafından çiğnenemeyecek ya da tek taraflı olarak alınamayacak yetkileri vardır. Her durumda tamamen geçerli olmasa da birçok durum için denebilir ki, alt-birimlerin varlığı merkezi devletin varlığından kaynaklanmamakta, aksine merkezi devletin varlığı federe devletlerin varlığından kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede, federasyonu oluşturan birimler (devletler/eyaletler) kendi yetkilerinin bir bölümünü kendi iradeleriyle merkezi devlete devretmişlerdir ya da öyle addedilirler.
Aslında Birleşik Krallık örneği bize bir başka önemli noktayı da hatırlatma fırsatı veriyor. Sınıf mücadeleleri ulusal birliğin ve onun somutlanışı olan ulus-devletin bir kez oluşmasıyla bitmediği için, oluşan devletlerin iç yapılanması da sittin sene aynı kalmamış, sonrasındaki sınıf mücadeleleri ve sorunlar nedeniyle değişim geçirmiştir. Kuzey İrlanda’da özerk yönetimin dört kez askıya alınıp yeniden devreye sokulması bu açıdan çarpıcıdır. Üniter devlet tutkunları bu örnek karşısında diyebilirler ki, üniter yapının özü değişmemiş, egemenliğin ana kaynağı merkezi devlette kalmaya devam etmiştir. Diyelim ki öyle. Bir bölgenin kendi parlamentosu ve özyönetimine sahip olması ile olmaması arasında çok önemli sonuçlar doğurabilecek (ve tarihte doğurmuştur da) ciddi bir fark olduğu gerçeğini sadece söyleyip geçelim. Ama pek doğal olduğu gibi, bu tür değişimlerin daha kapsamlı olduğu örnekler de vardır. Meselâ Brezilya’nın tarihinde ise hem federal hem de üniter dönemler yaşandığı bilinmektedir. Benzer biçimde Belçika da geçmişte Fransız modeli bir üniter devlet iken 1970’lerden bu yana yapılan anayasal reformlarla federal bir devlete dönüşmüştür. Hatta bugün gelinen noktada yer yer konfederasyon nitelikleri gösterdiğinden de söz edilmektedir. Tersi yönde örnekler de vardır. Meselâ önceleri bir federasyon olan Myanmar (Burma), 1962’de askeri darbe ile üniter bir devlet haline getirilmiştir vb.
Bugün dünyada irili ufaklı 200’den fazla devlet bulunmaktadır. Salt ansiklopedik verilere bakılacak olursa bunların yaklaşık 4’te birinin federatif olduğu görülmektedir. Üniter yapıya sahip olan devletlerin önemli bir bölümünün son derece küçük devletler olduğunu, yani içinde büyük çeşitlilik barındırma olasılığı az olan ülkeler olduğunu ve kimi üniter devletlerin de fiiliyatta bir federasyon gibi olduğunu hatırlayacak olursak, yeryüzünde gerçek anlamda federatif devlet oranının bundan daha yüksek olduğu anlaşılabilir. Dünyanın en geniş topraklara sahip ilk 10 ülkesinden 8’inin (ABD, Rusya, Brezilya, Hindistan, Kanada, Arjantin gibi) federasyon olduğu gerçeği kendi başına anlamlıdır.
Bu gerçekleri vurguluyor olmamız bir yanlış anlamaya yol açmamalıdır. Biz bu olguları Türkiye gericiliğinin bir alamet-i farikası haline gelmiş olan üniter devlet mitini deşifre etmek, üniter devletin bir tanrı kelâmı ve evrensel standart olmadığını ortaya koymak için yapıyoruz. Sosyalist sola da geniş ölçüde sirayet etmiş olan Türkiye’deki milliyetçi-devletçi gericiliğe karşı ideolojik mücadelenin somut bir gereğidir bu. Ancak bunu yapıyor olmamız ilke olarak federatif devlet yapılanmasını üniter devlet yapılanmasından daha iyi bulduğumuz ya da ona tercih ettiğimiz anlamına gelmemektedir. Marksistler, ilke olarak federasyonu tercih etmemekle beraber, birliğin bir biçimi olarak gönüllülüğe dayanan bir federasyonun, ulusal baskıya, zorbalığa, aşağılamaya dayanan bir üniter devletten bin kat daha iyi olduğunu savunurlar.
Buradaki mantık, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını (UKKTH) tanıma ile en geniş birlik ilkesinden yana olmanın bağdaştırılmasındaki mantıkla aynıdır. Ne olursa olsun birlik değil, gönüllü birlik! Ulusal baskıya, zorbalığa dayanan birliğe hayır, gönüllü birliğe evet! Bu özgürlükçü, tutarlı demokratik mantık, birliğin biçimleri konusunda da kendiliğinden geçerlidir.
Bugün Türkiye’de hem sosyalist sıfatını taşıyıp, hem de burjuva devletin tepeden kurucusu Mustafa Kemal’e “selam gönderenler” (tipik ve açık örneği SİP-TKP’dir), geçmişte Almanya’da bazı sosyalistlerin Bismarck’a karşı sergiledikleri tutuma benzer bir tutum sergilemektedirler. Bismarck Prusya çizmelerinin zoruyla farklı Alman devletlerini birleştirmişti. Bismarck’ın çağdaşı olan Marx ve Engels, bir sınıf düşmanı olarak Bismarck’a ve Bismarkizme şiddetle karşı çıkmış, ona karşı tüm güçleriyle mücadele etmişlerdir. Onlar bunu yaparken Lassalle gibi devletçi sosyalistler ise perde arkasından gizli anlaşmalar yapmaya varıncaya kadar Bismarck’la halvet oluyorlardı. Daha sonra Lenin tam da ulusal sorun bağlamında bu konuya değinmiştir. Şöyle diyordu Lenin:
“Bismarck, kendi junker tarzıyla, ilerici ve tarihsel bir görevi yerine getirdi, ama bu gerekçeyle sosyalistlerin Bismarck’ı desteklemesini haklı göstermeyi düşünen birisi, gerçekten ne âlâ bir ‘Marksist’ olurdu!” (Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, “Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine”, Sol Y., 1992, s.112 -düzeltilmiş çev.)
Özerklik
Diğer taraftan yukarıda üniter devlet ile federal devlet arasındaki farklar bahsinde değindiğimiz bir husus var ki, bu işçi sınıfının demokratik mücadelesinin önemli bir yönünü ve talebini oluşturmaktadır. Yerel özerklik konusundan söz ediyoruz. Bu nokta gündemdeki “Kürt açılımı” tartışmalarının da bir yönünü teşkil ediyor. Ağızlarda gevelenen ve “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” gibi hususlar şüphesiz bununla ilgilidir. Milliyetçiler, devletçiler, Kemalistler hop oturup hop kalkıyor ve bölünüyoruz diye feryadı basıyor. Ama SİP-TKP gibi “komünist” maskesiyle bu gerici koroya soldan katılanlar olduğunu, bunların da allem edip kallem edip yerel planda özgürlük alanının genişlemesine karşı çıktıklarını sadece belirtmekle yetinip, bu konuda Marksizmin mirasının ne olduğuna geçelim.
Yeryüzünde üniter devlet olarak nitelenen birçok ülke bulunmakla beraber, bunlarda da, özerk yerel birimlerin bulunduğunu aktarmıştık. Bu tür ülkelerin sayısı hiç az değildir. Özellikle nispeten büyük ve milliyetler anlamında yerel çeşitlilik arz eden bir nüfusa sahip ülkelerde, özerk bölgeler, bölgesel meclisler vb. bulunmaktadır. Doğrusu Türkiye, etnik açıdan türdeş olmayıp da hem tek resmi dili olan hem de özerklik ya da federalizm türü yerel iktidar yapılanmalarına izin vermeyen neredeyse tek büyük nüfuslu ülke olma onuruna (!) sahiptir.
Marksistlerin, Lenin’in çok kullandığı ifadeyle, tutarlı demokratizminin bir parçası, koşulların gerektirdiği her yerde en geniş yerel özerklik ilkesini savunmaktır. Lenin özellikle ulusal sorun bağlamında bu noktayı ısrarla öne sürmüş, açıklamıştır:
“Özerkliğe gelince, Marksistler özerklik «hakkını» değil, karma ulusal bileşimi olan ve coğrafi ve diğer koşulları büyük çeşitlilik gösteren demokratik bir devletin genel, evrensel bir ilkesi olarak, özerkliğin kendisini savunurlar.” (Ulusların Kaderini Tayin Hakkı, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı”, s.93 -düzeltilmiş çev.)
Bunun Marksistlerin savunduğu demokratik merkeziyetçilik ilkesiyle bağdaşıp bağdaşmadığına da şöyle açıklık getirir: “Demokratik bir devlet, çeşitli bölgelerine özerklik vermelidir, özellikle de karma ulusal bileşimde olanlarına. Bu şekil özerklik hiçbir surette demokratik merkeziyetçilikle çelişmez; tersine, gerçek demokratik merkeziyetçilik, karma ulusal bileşimli büyük bir devlet içinde ancak bölgesel özerklik yoluyla mümkündür.” (age, “Ulusal Politika Üzerine”, s.122 -düzeltilmiş çev.)
Bu fikirlerin sadece Lenin’in kişisel fikirleri olmadığını, çok erken bir dönemde bizzat RSDİP’in özel olarak tartışıp karara bağladığı temel fikirler olduğunu da vurgulayalım. Nitekim RSDİP kongresinin özerklik konusunda aldığı kararları Lenin şöyle aktarıyor: “Bu durum (…) geniş bölgesel özerkliği ve tam demokratik yerel öz-yönetimi gerektirmektedir. Öz-yönetime sahip ve özerk bölgelerin sınırları da bizzat yerel nüfus tarafından iktisadi ve toplumsal koşullar, nüfusun ulusal bileşimi vb. temelinde belirlenecektir.” (age, “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar”, s.45 -düzeltilmiş çev.)
Aynı yerde, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde, yerel/bölgesel özerklik fikrini daha da ayrıntılandırıp somutlaştırır: “Ve son olarak, her türlü ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için, ne kadar küçük olursa olsun, tümüyle homojen ulusal bileşime sahip özerk bölgeler yaratmanın son derece önemli olduğu her türlü kuşkunun ötesindedir. Böylece, ülke yüzeyine, hatta tüm dünyaya dağılmış o milliyetten insanlar, söz konusu özerk bölgeye yönelebilsinler, bu özerk bölgeler aracılığıyla birbirleriyle her türden ilişki ve özgür dernekleşmeler geliştirebilsinler. Bütün bunlar tartışmasızdır ve bunlara ancak gerici ve bürokratik bir bakış açısıyla karşı çıkılabilir.”
Peki bu fikirler lafta ya da teoride kalan fikirler mi olmuştur? Çok iyi biliyoruz ki, Rusya’da işçi sınıfı iktidara geldiğinde, bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya’sı topraklarındaki tüm milliyetlere derhal kendi kaderini tayin hakkı tanınmış, bunlardan ikisi (Polonya ve Finlandiya) bu hakkı ayrılma yönünde kullanmış, diğerleri ise birliği tercih etmişlerdir. Birlik daha baştan bir federasyon biçimini almış, ayrıca birçok küçük milliyet ve bölge için geniş özerklikler sağlanmıştır.
Ancak dünya devriminin yardıma yetişememesi, emperyalist savaşın getirdiği yıkım, onu takip eden karşı-devrimci dış emperyalist kuşatma ve iç savaş ile Rusya’nın genel geriliği koşullarında devrimin içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrim süreciyle kemirilmeye başlanması bu süreci baltalamıştır. Bolşevik Parti ve devlet aygıtı içinden, bu karşı-devrimci bürokratik eğilimlerin temsilcileri olarak yükselmeye başlayan Stalin önderliğindeki kadrolar çok geçmeden Çarlık Rusya’sındakine benzer bir ulusal zorbalığı yeniden hortlatmaya başlamışlardır. Lenin yaşamının son demlerinde hasta yatağındayken özellikle buna karşı mücadele vermiştir.
Sorunun ne denli vahim boyutlara ulaştığını acıyla gözlemlediği bu günlerde yazdırdığı notlarında, “ulusal adaletsizlik kadar başka hiçbir şeyin proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve güçlenmesini engelleyemeyeceğini” vurgulayarak, “o nedenle bu durumda ulusal azınlıklara yönelik ödünler ve hoşgörü konusunda fazlasını yapmanın azını yapmaktan daha iyi olduğunu” belirtmiştir. İlerleyen satırlarında da, bir federasyon olarak şekillenen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturan çevre ulusal birimlerle Rus aygıtı arasında sözde birliğin sağlanması uğruna yapılan merkezi bürokratik zorlamaların, yeni doğmuş işçi devletine çok büyük zarar vereceğini, ama bu zararın “bütün Enternasyonale ve yakın gelecekte tarih sahnesinde bizi [Rusya’yı] izlemesi mukadder olan Asya’nın yüzlerce milyonluk halklarına gelecek zarardan çok daha az” olduğunu söylemiştir. (age, s.201-203)
Sonraki tüm tarihsel deneyim ne yazık ki bu eşsiz sezgileri sonuna kadar doğrulamıştır. Bugün dünya halkları arasında sosyalizmin itibarının düşmesinin önemli sebeplerinden biri de sözde birlik adına ulusal sorunda zorbalıkta burjuvaziden aşağı kalmayan egemen Stalinist bürokrasinin uygulamalarıdır. Lenin’in bu sözleri kendine bugün Marksist diyen herkesin kulağına küpe olmalıdır.
Resmi dil efsanesi
Resmi dil sorunu, anadilde eğitim ve Kürtçeye bakış konusu da, her biri değişik derecelerle olsa da, tabuların, aşağılamaların ve zorbalıkların konusu olmaya devam etmektedir. Aynı üniter devlet bahsinde olduğu gibi, resmi dil konusunda da, her ülkenin illâ açıkça tanımlanmış yasal-resmi dili olurmuş ya da sadece bir tek resmi dili olurmuş gibi, Türkiye’de de, Türkçeden başka resmi dilin olamayacağı adeta bir tanrı kelâmı gibi ya da evrensel bir normun uygulamasıymış gibi beyinler yıkanmaya çalışılmaktadır.
Burada da tarihsel ve güncel gerçekliklerin hayâsızca bir gizlenişi vardır. Bu açık gerçeklikleri hatırlatmak boynumuzun borcudur. Yeryüzünde hâlihazırda tanımlanmış bir resmi dili olmayan ülkeler/devletler vardır. Örneğin çoğu insanın sandığının aksine İngilizce ABD’nin resmi dili değildir. Çünkü ABD’de federal düzeyde bir resmi dil bulunmuyor. İngilizce ABD’de yalnızca fiili olarak (de facto) bir resmi dil gibi kullanılmaktadır. ABD’yi oluşturan devletlerin (eyaletler) her birinde de resmi dil konusu farklı biçimde düzenlenmiştir. Kimisinde İngilizce resmi dil iken kimisinde bir resmi dil bulunmamakta, kimisinde İngilizcenin yanı sıra İspanyolca veya Fransızca gibi başka diller resmi ya da fiili resmi dil olarak kullanılmaktadır.
Aynı ABD gibi, tanımlanmış bir resmi dili olmayan başka ülkeler de vardır ve bunlar dünya üzerinde ağırlığı olmayan küçük ülkeler de değildir. Meselâ Avustralya, Almanya, Meksika, Hollanda, Yeni Zelanda, İsveç gibi ülkeler. Bunların ilkel, geri ve resmi dil yokluğu nedeniyle kaos içindeki ülkeler olmadığı da açıktır. Demek ki resmi dil olmayınca kıyamet kopmuyor, ülkeler batmıyor.
Elbette bu tür ülkelerin sayısı fazla değil. Ama diğer taraftan dünyadaki ülkelerin çok büyük çoğunluğu birden çok resmi dile sahiptir. Tek resmi dile sahip olan ülkelerin de büyük çoğunluğu etnik açıdan aşağı yukarı türdeş küçük ülkelerdir. Böyle olmayanların sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Ve çok açıktır ki bu ülkeler en demokratik ülkeler arasında değildir. Bir molla rejimiyle yönetilmekte olan İran’da bile, resmi dil Farsça olmakla beraber, ülkedeki diğer dillerin basında ve okullarda eğitimde kullanım hakkı anayasada yer almaktadır. Bu arada resmi dilin sadece ulusal düzeyde geçerli dil anlamına da gelmediğini hatırlatalım. Birçok ülkede ulusal düzeydeki resmi dilin ya da dillerin yanı sıra, yerel olarak tanınmış resmi diller de bulunmaktadır. Tüm bu gerçekler resmi dil ve tek resmi dil faraziyesinin koca bir efsaneden başka bir şey olmadığını göstermektedir.
“Ama bizim ülkemizin durumu o ülkelerin durumuna benzemiyor, bizim özel, istisnai şartlarımız var” diyor hep bir ağızdan gerici koro. Marksizmin tutarlı demokrasi anlayışını savunan Lenin de, vaktiyle 3 resmi dili birden olan (şimdi 4) İsviçre’yi örnek gösterdiğinde, benzer itirazlarla karşılaşmıştı. Bu itirazlara şöyle cevap veriyordu Lenin: “Bugünkü koşullarda, bir kurumun tutarlı demokratik ilkeler üzerine bina edildiği ülkeler tüm dünyada istisnadır. Bu, programımızda bütün kurumlarda tutarlı demokrasiden yana olmaktan bizi alıkoyar mı? (…) Proleter bakış açısıyla bir ulusal program geliştiriyoruz. Ne zamandan beri en iyi örnekler yerine en kötü örneklerin model alınması tavsiye edilir olmuştur?” (UKTH, “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar”, s.35-6 -düzeltilmiş çev.)
Bir de Kürtçe ile ilgili tartışmalarda anadilin resmiyet kazanmasının ya da eğitimde kullanılmasının otomatik olarak ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı bir faktör gibi sunulması söz konusu. Hatta şu anda kullanılmakta olan Latin alfabesine, yine Latin alfabesinin harfleri olan q, x, w harflerinin eklenmesini bile aynı şekilde düşmanlaştırıcı, ayrıştırıcı bir şey olarak sunuyorlar. Bu konuda demagojinin haddi hesabı yok. Oysa tam tersine insanlar kendi anadillerini özgürce kullanabildikleri zaman ayrılmaya daha az eğilim duyarlar. Lenin’in de hatırlattığı gibi, “halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur.” Diğer taraftan bu şoven gericiler, sayıklamalarıyla, sanki “her dile bir devlet” olurmuş gibi bir anlayışı savunduklarının farkında değil gibidirler. Bu kafaya çok yalın bir gerçeği hatırlatalım: her dilsel topluluk bir devlet olsaydı şu anda yeryüzünde 200 civarında değil, yaklaşık 5000 devlet olması gerekirdi.
Bıraktık kendine Marksist diyenleri, kendine demokrat diyenler bile, Lenin’in ifadesiyle, “ayrı ayrı dillerin tam özgürlüğünü kayıtsız şartsız tanımalı ve hangisi olursa olsun bu dillerden biri için ayrıcalığı reddetmelidir”. Anadilde eğitim hakkının da bunun en temel uygulamalarından birisi olması gerektiği apaçıktır.
Kürt dilini aşağılayanlar, şimdilerde gündeme gelen Kürdoloji enstitüsünün kuruluşunu bile Kürt diline fazla görüyorlar. Neymiş? Kürt dilinin standardı yokmuş, lehçeler arasında anlaşmazlık varmış, birini diğeri anlayamıyormuş? O yüzden henüz zamanı değilmiş, daha sonra kurulmalıymış! Dört dörtlük bir şovenizm örneği! Bir yandan onyıllardır her türlü baskı ve zorbalıkla Kürtçenin bir yazılı kültür dili olarak gelişimine ket vuran Türk şovenizminin suçlarını, bir yandan da yeryüzünde devletler tarafından tanınmış dillerin çok büyük bölümünün de benzer bir durumda olduğu gerçeğini saklayan bir şovenizm! Oyununu şoven cehalet üzerine oynayan bu kafa, kaba yalan ve çarpıtmada beis görmüyor. Gerçekte diller sürekli bir değişim ve gelişim içindedirler. Enstitü gibi girişimler de kültür dilinin oluşumuna ve dilin standartlaşmasına yardımcı olurlar. Yani bu gibi kurumların standartlaşmadan sonra değil, bizzat standartlaşmanın bir manivelası olarak daha fazla gecikmeden kurulması daha da büyük bir önem taşımaktadır.
* * *
Yıkılmadan önce Çarlık Rusya’sında da 20. yüzyılın başlarında çeşitli reform girişimleri olmuştu. Bunlar arasında ulusal sorunla ilgili olanlar da vardı. Ancak bu nedenle tartışmalar kızıştığında, Rusya’nın sosyal-şovenistleri aynen bugünün Türkiye’sindekileri hatırlatan şeyler söylüyorlardı. “«Ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme ilkesini yavaştan alın!» yoksa «devlet dağılır»!” (aktaran Lenin, age, s.119) Ne kadar tanıdık değil mi?
Bugünün Türkiye’sinde işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi ve bu bağlamda şovenizme karşı mücadele çok büyük bir önem taşımaktadır. Kürt halkının acılarına, ulusal-demokratik taleplerine duyarsız kalan bir işçi sınıfının kendi esaret zincirlerinden kurtulması da mümkün değildir. Diğer taraftan içinde bulunduğumuz dünya konjonktürü, derin ve yaygın bir sistem krizi ve emperyalist savaşla karakterize olmaktadır. Dünyanın çelişki ve huzursuzlukların en çok yoğunlaştığı, kanlı çatışmalara en gebe bölgesinde yaşıyoruz. Şovenizme karşı güçlendiremediğimiz ölçüde, Türkiye işçi sınıfının, çok uzak olmayan bir zamanda gerçekleşmesi muhtemel kanlı çatışmalarda yeni yeni katliamların suç ortağı yapılması zor olmayacaktır. O nedenle ulusal sorunda Marksizmin tutarlı demokratizmine sıkı sıkıya sarılmak ve şoven rüzgârlar karşısında dimdik bir enternasyonalist duruş sergilemek şarttır.
link: Levent Toprak, Şovenizmin Tabuları ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları, 1 Ekim 2009, https://marksist.net/node/2259
Hegemonya Yarışının Gölgesindeki IMF-DB Toplantısı
Uludağ Üniversitesinde Formasyon Eziyeti