Canice şiddetin, akıl dışılığın, çılgınlığın, paranoyanın, yabancılaşmanın ve yozlaşmanın sınır tanımayacak ölçüde içinde bulunduğumuz çağa damgasını bastığı apaçık ortadadır. Bütün bu sonuçlar gören gözler için ortadadır ortada olmasına ama bu gerçekliğin üstü de haliyle burjuvazi tarafından örtülmek istenmektedir. İstenmektedir ki bu karanlık keşmekeşten kurtuluşun yolu emekçi kitlelerce bulunmasın ve mevcut düzen baki kılınsın! “Kapitalizmin sürüklendiği kriz, savaş ve çürümeyi normalleştirmek ve adeta tufanlarla varlığını sürdüren bir düzeni kitlelere kabul ettirmek amacıyla burjuvazi tüm olanaklarını seferber etmiştir. Bu noktada sinema sektörü başta olmak üzere kitle iletişim araçları özellikle öne çıkmaktadır. Yüz milyon dolarlık devasa bütçeli filmlerin ana konusunu tufanlar, depremler, kasırgalar, uzaylıların veya doğaüstü varlıkların dünyayı fethetmesi, mumyaların uyanması, kutsal kitaplardaki kehanetlerin gerçekleşmesi, makinelerin dünyayı ele geçirmesi, sözümona üstün insanların toplumu kötü güçlerden kurtarması oluşturuyor. Yani sürekli olarak yıkım, yok oluş, gelecek diye bir şeyin olmadığı, olup bitenlerin mukadderat olduğu, doğaüstü varlıkların gerçekliği ve mistisizm pompalanmaktadır. Anlaşılacağı üzere, yolun sonuna gelmiş bir sistemin ayakta kalmak amacıyla tam bir çıldırmışlık ve akıl dışılık sergilemesine tanıklık etmekteyiz.”[1]
Kıyamet kadar kıyamet filmi üretiliyor!
Kıyamet Günü, Dünyalar Savaşı, Öldüren Sis, İstila, 2012, Ölümcül Deney, Zombilerin Şafağı, Kehanet, Güneşteki Patlamalar, Yarından Sonra, Derin Darbe, Uzaydan Gelen Fırtına, Pasifik Savaşı… Bu listeyi uzatmak mümkün! Kapitalizmin tarihsel krizinin damgasını vurduğu yeni yüzyılda, isminde kıyamet kelimesi geçsin ya da geçmesin, olay örgüsü “kıyamet” ekseninde dönen yüzlerce film üretildi. Tarihsel kriz koşullarında bu türe ait film sayısında ve gişe hâsılatlarında bir patlama yaşandı. Son 25 yıldır ABD menşeli medya imparatorlukları bu filmlerin çekimlerine milyonlarca dolar sermaye akıtıyor, çok daha fazlasını kâr olarak elde ediyor. Bu doğrultuda üretilen filmlerde uzaylıların dünyayı istila etmesinden bir virüsün dünyaya yayılarak insanlığı yürüyen ölülere dönüştürmesine, dünyaya bir gök taşının çarpmasından ekolojik felâketlere, yapay zekânın kontrolden çıkmasından nüfus patlamasının getirdiği yıkımlara kadar pek çok “kıyamet” teması kullanılıyor. Film senaryolarının son derece sığ ve tekdüze olduğunu baştan belirtelim ama izleyicinin zihnine ideolojik mesajları ince ince işleyen bu filmler, oldukça sinsi ve etkili biçimde burjuva ideolojisinin yeniden üretimine katkı sağlamaktadır.
Bazen insan eliyle, bazen doğanın gazabı sonucu bir kıyamet/felâket olmuştur ya da olmaktadır. Haliyle insanlık için tehlike alarmları çalıyordur. Felâketin bin türlü kaynağı olabilir. Bilinmeyen bir sebepten dolayı insanlar birer zombiye dönüşüyordur! Yörüngesinden çıkan bir gezegen ya da irice bir göktaşı, hızla dünyaya doğru koşuyordur! Ya da dünyadaki doğal kaynakları ele geçirmek ve dünyayı istila etmek için uzaylılar, kötü robotlar, dünya dışı canavarlar peyda olmuştur! Bazen yeniden diriltilen dinozorlar kontrolden çıkar bazen de üzerinde deney yapılan hayvanlar mutasyona uğrar! Doğa zaten bu filmlerde kullanılan vazgeçilmez bir aktördür; acımasızdır, tahmin edilemezdir, gazap doludur! Tsunamiler, depremler, kasırgalar, dondurucu soğuklar, kavurucu sıcaklar… Felâketin kaynağı her ne olursa olsun, durumun çok ciddi olduğu hatta hayat memat meselesi olduğu tez elden vurgulanır. Bu vurguyu destekler şekilde televizyonlarda yok oluşun kimi görüntüleri dönüyor ve buna spikerlerin acı anonsları eşlik ediyordur. Gözüpek bir kahramanın sahneye fırlamasıyla, o an, filmi kahramanın gözünden izlemeye başlarız. Rahat koltuklarımızda onunla tehlikeleri göğüsler, onun dünyayı kurtarma macerasına ortak oluruz!
Adaletin, başka bir okumayla Amerikan adaletinin timsali olabilmelidir mutlaka! Ve değişik kimliklerde; bir asker veya bir politikacı, bir astronot veyahut sıradan bir ABD yurttaşı olarak çıkabilir karşımıza. Geri planda ona eşlik eden bir kadın vardır ve tabii ki Yunan tanrıçaları kadar güzeldir! Esas adamın dünyayı kurtarma yolculuğu, gerçek aşkı bulma yolculuğuyla kesişir ve bu aşk teması filmi daha izlenesi kılmış olur!
Türün yüzlerce örneği belirli klişelere yaslanır; bir grup bilim insanı, bir grup yüksek rütbeli asker ve elbette bir grup Beyaz Saray yetkilisi, gizli ve yüksek güvenlikli bir tesiste insanlığı kurtarma planları yapmaktadırlar! Buraya kadar “Temel ile Dursun” fıkralarını anımsatan felâket/kıyamet filmleri buradan sonra Hollywood klişeleriyle devam eder. Plan yapılır ve kahramanımıza kutsal görevi açıklanır. Artık insanlığın kaderi onun elindedir! Zamana karşı mücadele başlar ve olaylar gelişir. Ferdin cesur hamlelerine, ABD ordusunun ve Beyaz Saray’ın muazzam desteği eşlik eder. Kahramanımız nihayet insanlığı kurtarır!
Emperyalist fantezilerin anatomisi
2000 sonrası Hollywood sinemasının neler ürettiğine dair basit bir internet araması yaptığımızda, kıyamet filmlerinin dışında karşımızda bolca “süper kahraman” belirdiğini de görürüz. Kaptan Amerika, Süpermen, Batman, Örümcek Adam, Yenilmezler, X-men, Thor, Kara Panter, Çelik Adam, Demir Adam, Hulk ve yüzlercesi… Fantastik film türünün bir alt türü olan bu yapımlar, Hollywood’un en çok iş yapan yapımları olarak art arda gişe rekorları kırıyorlar. Dünya genelinde yüz milyonlara hitap ediyor, özellikle gençler ve çocuklar arasında bir ikon, bir fenomen haline geliyorlar. Kimisi uçuyor, kimi ışınlanıyor, kimi ise görünmez oluyor! Ağ atanı, balta savuranı, kılıç kuşananı var! Zamanda yolculuk yapmak veya zamanı durdurabilmek, hava olaylarını kontrol etmek veya şekil değiştirebilmek, ölümsüz olmak, zihin kontrolü yapabilmek, ışık hızında koşabilmek ve daha nicesi… Akla gelen-gelmeyen daha pek çok süper güç ve sonsuz sihir, renkli kostümler, ihtişam ve güç! Bu filmler özellikle çocuklar için oldukça fazla şeyi ifade ediyor ve onların zihin dünyasının vazgeçilmez parçası olabiliyorlar.
Çizgi roman ve film uyarlamalarının demirbaşları olan Dc Comics ve Marvel Comics adlı iki rakip şirket, “Süper kahraman” isminin ve konseptinin telif hakkını ellerinde bulunduruyorlar. Bu tekeller her yıl milyarlarca dolarlık ciro rakamları açıklıyorlar. Hollywood sinemasında önemli bir anlamı olan 1 milyar dolar barajını aşan az sayıdaki filmin yedisini süper kahraman filmi oluşturuyor. Bu filmlerden biri olan 2012 yapımı The Avengers (Yenilmezler) filmi, 1 milyar 510 milyon dolar gibi çılgın bir hâsılat yaparak rekor kırdı. Eldeki verilere göre bilet fiyatlarının o dönem yaklaşık 8 dolar olduğunu göz önüne aldığımızda, yaklaşık 190 milyon insanın bu filmi bizzat sinema salonlarında izlediğini hesaplayabiliyoruz.
Süper kahraman filmleri, gişe hâsılatlarının dışında daha pek çok kalem üzerinden yatırımcısına para kazandıran yapımlardır. Çizgi roman uyarlaması olan bu filmlerin 2000’li yıllardaki patlamalı artışı haliyle çizgi roman sektörüne de soluk aldırmıştır. Çizgi romanların tüm dünyaya dağıtımını yapan Comichron adlı şirketin verilerine göre 2005’te yaklaşık 500 milyon dolar olan sektörün cirosu, 2015’e gelindiğinde 1 milyar doları geçmiştir. Yani sektörün hacmi iki katına ulaşmıştır! Gişe hâsılatları, çizgi romanlar, televizyon dizileri, bilgisayar oyunları, patentli kostüm, giysi, oyuncak ve bilumum meta satışları derken muazzam genişlikte ve kârlılıkta bir sektörden bahsediyoruz. Üstelik bu alandaki şirketlerin büyük oranda sosyal medya manipülasyonları yaptıkları biliniyor. Tüm bunların da etkisiyle giderek popülerleşen bu yapımlar, geniş kitlelerce heyecanla ve büyük hayranlıkla izleniyor.
Süper kahraman filmlerinin çatısı iyi-kötü çatışması üzerine kuruludur. Bir tarafta “iyiler”, diğer tarafta “kötüler” vardır. “İyi” olan taraf genelde değişmezken “kötü” olarak yansıtılan, ABD’nin politik ihtiyacına göre değişebilir. Bu durum Malcolm X’in ünlü sözünü akla getirmektedir: “Eğer dikkatli olmazsanız medya sizin iyi insanlardan nefret etmenizi, kötü insanları ise sevmenizi sağlar.”
Süper kahramanların çoğu sıradan birer insan olarak doğmuşlardır. Tesadüf olmasa gerek, ileride süper güçlere nail olacak bu sıradan insanlar genelde toplum tarafından dışlanmış kişilerdir. Reel dünyadaki yüz milyonlarca insan gibi film kahramanının da rutin, mütevazi, asosyal, sıradan bir yaşam sürmekte olduğu resmedilir. Kahramanın birtakım gizil, insanüstü güçlere kavuştuğunu fark etmesiyle birlikte bir çatışma izlemeye başlarız. Sözde kahramanımız elde ettiği süper güçleri önceki hayatında kendisini dışlayan toplumdan intikam almak için mi kullanacaktır, yoksa her şeyi sineye çekip toplumun kurtarıcısı rolünü mü üstlenecektir? Kısa gelgitlerin sonucunda tercihini “iyi” olmak yönünde yaptığını anlayarak onun sonsuz yolculuğuna ortak ediliriz. Film yapımcıları bize “iyi” olan tarafı gösterdikten sonra sırasıyla “kötüyü” tarif etmeye ve bizim de bir tarafı olacağımız iyi-kötü çatışmasını işlemeye başlar. Tehdit bu kez bir doğa olayı değil, başkaca süper güçlere sahip olan kötücül mutantlar, yaratıklar, çatlak bilim adamlarıdır. Yani yine insanlık için tehlike alarmları çalmaya başlamıştır. “İyiler” ve “kötüler” arasında süren kıyasıya bir savaş başlar! Saatlerce süren aksiyon, büyük özveri ve mücadele ve TA DA! “İyiler” kazanmış, “kötüler” kaybetmiştir!
Medya sahibinin sesidir ve anlatılan senin hikâyen değildir!
Bir film neden üretilir? Belirttiğimiz gibi elbette ticari beklentiler Hollywood yapımcılarının tercihlerini belirlemede önemli bir etken ve yukarıda saydığımız film türleri, çeşitli verilerden de anlaşılacağı üzere yüksek kâr getirisi nedeniyle yatırımcıların iştahını hayli kabartmaktadırlar. Fakat mesele sadece ticari değil en az onun kadar da ideolojik!
Sinema, bir anlam ve algı yaratma aracıdır. Seyirci ise aslında bir alıcıdır; filmi yapanın ideolojik fikirlerinin potansiyel alıcısı! Hiçbir filmi politik ve ideolojik bağlamından ayrı düşünemeyiz. Bazen doğrudan yüzeyinde bazen de bir alt metin olarak her filmin dayandığı ideolojik bir anlayış vardır. Küresel bir medya imparatorluğu olan Hollywood, dün olduğu gibi bugün de sahibine, yani özel olarak ABD’ye, genel olarak ise emperyalizme büyük hizmetler sunuyor. Sistemin içine sürüklendiği bu darboğazda, tarihsel kriz koşullarında yeniden üretilen burjuva ideolojisi, belki de en yaygın şekilde ve gündelik yaşama yayılmış biçimde Hollywood filmleri aracılığıyla işçi ve emekçilere servis ediliyor.
Tüm bu yapımlarla inanılmaz ölçüde Amerikan milliyetçiliği körüklenmektedir. ABD’nin hegemonik gücü pekiştirilmekte ve kitlelere kanıksatılmaktadır. Bu filmlerden çıkarılan mesaj oldukça nettir; ABD’nin askeri, ekonomik, siyasi üstünlüğü doğaldır ve herkesin ama herkesin yararınadır! İster kıyamet filmlerinde olsun isterse süper kahraman filmlerinde, dünyanın, hatta tüm evrenin son tahlilde ABD sayesinde kurtarıldığı işlenmektedir. Amerikan ordusu ve bir bütün olarak Amerikan devleti, kurtarıcı ve özgürleştirici bir güç olarak (tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi!) lanse edilmekte ve bu durum kutsanmaktadır. Meselâ gişe rekorları kıran Transformers isimli meşhur filmde, dünyadaki doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir galaksiden gelen kötü robotlara karşı Amerikan ordusunun iyi robotlarla işbirliği halinde bizzat savaş verdiği ve dünyanın kurtarılmasında başrol oynadığı işlenmektedir.[2]
Bu yapımlarda aynı zamanda otoritenin şiddetine bir meşruluk, bir kutsiyet kazandırılmaktadır. Bu noktada çarpıcı bir film örneği verelim. Batman: Kara Şövalye Yükseliyor (2012) filminde yeraltında örgütlenen kitleler, %1’lik zengin kesimin elinden iktidarı almak için harekete geçerler. Buraya kadar filmin açık şekilde toplumsal bir devrimden bahsettiğini anlıyoruz. Fakat filmde ayağa kalkan kitlenin önderinin asıl hedefi öncelikle bir kaos yaratmak ve neticede atom bombasıyla tüm kenti imha etmektir. “Şehrin ve halkın koruyucu meleği” Batman ve Amerikan devletinin üstün çabalarıyla bu şer planı bozulur. Bu filme esin kaynağı olan olay aynı yıl ABD’de patlak veren ve %99’un isyanı olarak anılan “İşgal Et” eylemleriydi. Bu haklı eylemleri şiddetle bastıran Amerikan devlet gücü, çok açık biçimde bu filmle meşrulaştırılmıştır.
Farklı temalara, dolayısıyla farklı ideolojik mesajlara odaklanan Hollywood filmleri vardır. “Dünyayı kurtaran Amerikalı” temasını merkezine alan Armageddon isimli filmde, nükleer silah teknolojisinin bir gün işimize yarayacağı mesajı verilmektedir. Gişe rekorları kıran bu filmde dünyaya çarpmak üzere olan dev bir asteroidi, ABD’li bir petrol sondaj uzmanı toparladığı bir ekiple hayatını feda etme pahasına yok edecektir. Kahramanımızın bir repliği konumuz itibariyle hayli ilgi çekicidir: “Amerika Birleşik Devletleri bizden dünyayı kurtarmamızı rica etti, itirazı olan?” Keza, Yenilmezler filmi de nükleer silahların elbet bir gün işe yarayabileceği mesajını doğrudan dillendiren filmlerden biridir. Kurtuluş Günü gizli teknolojik deneyleri ve araştırmaları kitlelere haklı gösterirken, Terminatör (Yokedici) ABD’nin Ortadoğu başta olmak üzere dünya genelinde uyguladığı şiddet, savaş ve yok edici politikaların adeta beyazperdedeki yansımasıdır ve bu politikaları meşrulaştırır.[3] Tarihin gördüğü en şiddetli depremi anlatan San Andreas Fayı adlı felâket filmi ise ABD’nin tarihsel kriz koşullarında sarsılan hegemonyasını pekiştirmeye çalışır. Bu filme göre felâketin boyutları her ne olursa olsun Amerikalılar “yeniden inşa edeceğiz” demeyi bilecektir! Filmin final sahnesinde felâketten sağ kurtulanlar birbirinin yarasını sararken ve arka fonda insanın gururunu okşayan bir müzik çalarken yıkılan meşhur Golden Gate köprüsüne asılmış bir Amerikan bayrağına bakan esas adamın ağzından dökülüverir bu sözler: “Yeniden inşa edeceğiz!” Süperman, kostümünde yer alan meşhur ambleminin de simgelediği şekilde sıradan bir ABD vatandaşı için en çok ihtiyaç duyduğu olguyu ifade eder: “UMUT!”
İster felâket filmleri ister süper kahraman filmleri olsun, yüksek bütçeli tüm bu yapımlar, ekrana tam anlamıyla bir hengâme yansıtırlar. Özellikle aksiyon sahnelerindeki aşırı hız ve gerilim müziği, kaotik görüntülere eşlik eden gürültü patırtı seyirciyi sadece dehşete düşürerek ağzını açık bırakmakla kalmaz, aynı zamanda ve daha tehlikeli biçimde bilincini de fethedilebilir kılar. İstisnasız bu yapımların hepsinde birkaç dakikada bir ekranda büyük yıkımlar, patlamalar, yok oluşlar, felâketler boy gösterir ve seyirci bir yandan büyülenir, bir yandan da dikkat kesilir. Ekrana yansıyan bunca hengâmenin taarruzlarıyla dumura uğratılan seyirci, ideolojik mesajları fark etmeksizin içselleştiriverir. Bu açıdan türün yüzlerce filmi, ABD’nin ünlü savaş doktrini olan “Şok ve Dehşet” doktrinini akla getirmektedir. Şok edici, dehşete düşürücü, korkutucu sahnelerin birbiri peşi sıra beyazperdeye akmasıyla seyircinin paralize olması, korkudan düşünemez hale gelmesi ve elbette verileni sorgulamaksızın alması amaçlanmaktadır.
Yapılan çeşitli araştırmalar, incelemeler, bugün dünyada en yaygın duygunun korku olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalist dünyada örgütsüz bir insan kendisini kalabalıklar içinde yalnız, güvensiz, güçsüz hisseder ve iç dünyası bitimsiz korkularla bezelidir. Bu korkular insanda kendiliğinden oluşmaz, egemen ideoloji marifetiyle toplumun bağrına ekilir. Bu yolla bir bütün olarak toplum paralize edilir, toplumsal bir felç hâsıl olur. Egemenler açısından aslında kural oldukça basittir; korkuyla beslenen toplumlar daha kolay manipüle edilirler! Çelişkilerin keskinleştiği ve sistemin her geçen gün sürdürülebilirliğinin zorlaştığı günümüz kriz koşullarında egemenler korku ve sindirme politikalarına her zamankinden daha fazla başvuruyorlar. “Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için başvurulan eski hurafeleri getirdi.”[4]
Özellikle her yaz sezonu pıtrak gibi çoğalan Hollywood etiketli kıyamet ve süper kahraman filmlerinde de toplumu uyutmak için eski hurafelere başvuruluyor, kör inançlar besleniyor. Yine bu filmlerde dehşet, korku gibi duyguları uyarıcı motifler bulunuyor. Bu film türlerinin olmazsa olmazlarından biri olan bu motiflerin ideolojik mesajları ustalıkla gizleyebilmenin ve aktarabilmenin bir aracı olarak kullanıldığını söylemek gerekiyor. Kıyamet filmlerinde yer alan teolojik, mitolojik, mistik anlatılar ve metaforlarla desteklenen felâket görüntüleri izleyicilerde ölüm, yok oluş, kıyamet gibi en eski, en köklü, en geleneksel korkuları sinsi biçimlerde uyarmaktadır. İnsanın doğa karşısındaki aczi yine aynı sinsilikte işlenmektedir. Keza süper kahraman filmleri de benzeri bir yapıya sahiptir. Fakat bu filmlerde, diğer film türünde işlenen korkulara ek olarak “öteki” korkusu da işlenmektedir. “Öteki” olarak tarif edilen, zamanın ruhu ve günlük politikanın ihtiyaçları doğrultusunda her şey veya herkes olabilir; “soğuk savaş” döneminde komünistler, 11 Eylül sonrası Müslümanlar vs. ABD toplumunda oldukça baskın olan “öteki” korkusu, devletin savaş ve sözde güvenlik stratejilerini birer birer hayata geçirebilmesi için oldukça elverişli bir atmosfer yaratır!
Burjuvazinin Hollywood gibi ideolojik aygıtları, nihayetinde bir korku ve endişe toplumu yaratarak, “her şey boş” duygusu üzerinden pasifizm yayarak, kitleleri düzen karşıtı mücadeleden alıkoymak görevini de yerine getirirler. Bahsi geçen film türlerinde bu amaca hizmet eden oldukça sinsi bir klişe vardır; korkudan kaçışan kalabalıklar! Örgütlü olduklarında her şeye gücü yetme kudretine erişebilen kitleler, istisnasız tüm bu filmlerde panik halindedir ve çığlık çığlığa kaçışıyordur! Kuşkusuz bu görüntülerin neredeyse her filmde yer almasının bir anlamı var. Bu görüntülerle seyirci kitlesinin bilincine “sen özne değilsin, kurtarıcını bekle!” mesajı üflenmiş oluyor. İsteniyor ki sinema salonunda veya televizyon/bilgisayar karşısında edilgen bir şekilde filmi izleyen seyirci, filmi izlediği koltuktan kalktıktan sonra da edilgen kalsın. İyice pasifleşsin, kendisini özne olarak görmesin. Gerçek yaşamdaki keşmekeşi, krizi, kaosu kabullensin. Sistemin ona yaşattığı çeşitli sorunlar karşısında kaderine boyun eğsin. Egemenlerin en kadim saldırı yöntemlerinden biri olan bu karşı-propaganda ile emekçilerin olası birliktelikleri dağıtılmak, örgütlenme hedefleri daha baştan dinamitlenmek istenmektedir.
İnsan gerçeklerden kaçamaz!
Literatürde “Kaçış Sineması” diye bir kavram vardır ve bunun ilk örnekleri Birinci Dünya Savaşı sırasında çekilen filmler olarak gösterilir. O dönemde kitlelerin Avrupa başta olmak üzere tüm dünyayı etkileyen savaşın yıkıcı etkilerinden ve buz gibi gerçeklerinden bir nebze olsun uzaklaştırılması için ana akım sinemaya bir biçim verilmiştir. Kabaca bu biçim, gerçeğin olağanca çıplaklığı ile görülmesinin engellenmesi, gerçek olmayanın ise saf gerçekmiş gibi sunulması olarak ortaya konulabilir. O tarihlerden bugünlere türü ve teması her ne olursa olsun üretilen filmlerin, umutsuzluk, hoşnutsuzluk ve travma üreten gündelik yaşamdan insanın kaçışına hizmet etmesi amaçlanmaktadır. Kuşkusuz bu “kaçışı” en garanti edebilecek olan filmler ise “gerçek” dünya ile ilgisi yokmuş gibi görünen süper kahramanların fantastik dünyalarıdır.
2000’ler sonrası felâket filmlerinin önemli yönetmenlerinden biri olan Roland Emmerich ise felâket filmleri için, “Son zamanlarda dünyada çok karamsarlık var ve insanlar çok parlak bir geleceğe sahip olacağımıza inanmıyor. Bu nedenle dünyanın sonu senaryosu cazip geliyor” diyor ve haklı! Dünyanın sonu korkusu bugün oldukça geniş kitleler tarafından duyulur oldu. Üstelik yersiz de değil, çürüyen kapitalizm dünyayı yok oluşa sürüklüyor. Yani felâket filmleri bir gerçeklikten besleniyor ama aynı şekilde bir “kaçışı” da içinde barındırıyor. Bugün yaşanılandan nispeten daha karanlık bir tablonun yansıtıldığı bu filmler bir anlamda rahatlama-gevşeme seansı işlevi taşımaktadırlar. Egemenler, Hollywood eliyle bir korku simülasyonu oluştururlar ve gerçeklikten kaçmak, rahatlamak isteyen kitleleri reel korkudan daha üstün bir güç ile tehdit ederek onların sisteme sığınmasını sağlamaya çalışırlar. Bu yolla örgütsüz kitlelerdeki baskın ve yaygın bir duygu biçimi olan öğrenilmiş çaresizlik kışkırtılmaktadır.
Gerek süper kahraman filmlerine gerekse felâket filmlerine “kriz dönemi filmleri” de denilmektedir. Bu film türlerinin muhtevasını anlamak açısından herhalde bundan daha uygun bir tanım da seçilemezdi! 1970’ler, bu film türlerinin “altın çağını” yaşadığı bir dönemdi. Bu yıllar ABD’de Watergate gibi çeşitli skandalların, rüşvet-yolsuzluk gibi ifşaatların getirdiği siyasi krizin ve dünya çapındaki ekonomik krizin kitlelerde yarattığı derin hoşnutsuzluğun belirginleştiği yıllardı. Egemen sınıf “uygarlığın tehdit altında olduğu” algısını güçlendirmek ve sistemi tüm günahlarıyla kabul etmeleri konusunda kitleleri ikna etmek için peşi sıra “kriz filmleri” üretti. Krizin etkilerinin azalmasıyla ise bu türlere ait film senaryolarını rafa kaldırdı. 1990'ların ortasından itibaren, kapitalizmin daha öncekilerden çok daha boyutlu, derin bir krize girmesiyle bu film türlerinde yeniden bir patlama başladı! Milenyumla birlikte ise dünya çapında gösterime giren Hollywood filmlerinin tamamına yakınını “kriz filmleri” oluşturmaya başladı. Elbette bu geri dönüşte bilgisayar teknolojisindeki gelişimin ve bunun sektöre sunduğu müthiş olanakların da payı vardır ama sistemin tarihsel krizi yakın dönem sinemasına damgasını vurmuştur. Egemenler geçmişte olduğu gibi bugün de saltanatlarını sürdürebilmek için kitlelere “sisteme sahip çık” mesajını vermektedir. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, “Aslında durumun kendisi tarihsel bir gücün değil tam tersine bir güçsüzlüğün ifadesidir”.
İnsan gerçeklerden kaçamaz! Kıyametten kurtuluşun bile belki mümkün olduğunu, ama kapitalizmden kurtuluşun mümkün olmadığını kitlelere yutturmaya çalışan bugünün egemenleri de gerçeklerden kaçamaz! Tarihsel kriz bir açıdan kapitalist sistemin ipliğini pazara çıkaracak koşulları mayalamaktadır. Burjuva düzenin tüm aygıtları, yaydıkları çeşitli yalanlarla kitleleri manipüle etmeye çalışsalar da nafile! Yarınlar sadece sinemayı, sanatı değil tüm yaşamı özgürleştirebilecek güç olan işçi sınıfının tarihsel-örgütlü eylemini sabırsızlıkla beklemektedir. Fakat dedik ya insan gerçeklerden kaçamaz diye! Emekçi kitleler de politikadan ekonomiye ve oradan kültür-sanata yaşamın her alanının tarihsel çıkışsızlığın etkisiyle yeniden şekillenmekte olduğu ve sistem krizinin derin izlerini taşıdığı günümüz dünyasının gerçeklerinden ebediyen kaçamazlar! Ne “kaçış sineması” ne oyalayıcı, uyutucu bir başka uğraş bunu sağlayabilir. Aslında rengârenk, cıvıl cıvıl olması gereken yaşamın her köşesi, çürüyen kapitalizmin esareti altında gün be gün zifiri bir karanlığa gömülmektedir. Kapitalizm bugün insanlığa cehennemi yaşatmaktadır! İnsan bu gerçeklerden kaçamaz! “Hangi güncel sorunu ele alırsak alalım, kapitalizmin insanlığın geleceğini tehdit eden küresel bir canavara dönüştüğü gerçeğiyle karşılaşıyoruz. 21. yüzyıl, kapitalizmin yarattığı küresel felâketlerle adeta kapitalizmin kıyamet çağına dönüşmüş durumda. Kapitalizm kendi haline bırakılırsa modern insanlığın yeni bir yüzyılı olmayacak. Ya kapitalizm kendisiyle birlikte doğayı ve dünya üzerindeki insanları bir çöküşe sürükleyecek ya da işçi-emekçi kitleler onu yıkıp sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceği kendi elleriyle yaratacaklar. Başka seçenek yok, zaman daralıyor!”[5]
[1] Utku Kızılok, Çürüyen Kapitalizmin Kara Ütopyaları, Ocak 2010, marksist.com
[2] Transformers filminin yapımcılarının ABD’nin ulusal çıkarlarına(!) yaptığı bu üstün hizmet, elbette Amerika devleti tarafından karşılıksız bırakılmadı. Pentagon’un çeşitli üs ve eğitim arazileri Transformers filmlerinin platosuna dönüştürüldü. Yüklüce bir maddi yardımın yanı sıra sayısız uçak, tank ve faal görev yapan binlerce asker gibi lojistik destek de sağlandı!
[3] Terminatör (Yokedici) filminin başrol oyuncusu Arnold Schwarzenegger’in, Irak’ta bulunan en büyük Amerikan üssü Victory’ye yaptığı ziyaretinden bir konuşma; “Ben Yokedici’yi sadece canlandırıyorum, sizler ise gerçek birer Yokedicilersiniz, hepinizi kutlarım!”
[4] Elif Çağlı, Diyalektik Materyalizm Üzerine, Ocak 2007, marksist.com
[5] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, Kasım 2007, marksist.com
link: Yılmaz Seyhan, Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi /3, 2 Temmuz 2018, https://marksist.net/node/6431