Komünist Manifesto
Avrupa ülkeleri birbiri ardı sıra devrimlerle çalkalanırken, Marx’ın Engels’le birlikte kaleme aldığı ve işçi sınıfının ilk siyasal programı olan Komünist Manifesto 1848 Şubatında yayınlanmıştı. Manifesto’nun başlangıcında, düzen güçlerinin Avrupa’nın üzerinde bir komünizm heyulasının dolandığını gerekçe göstererek devrimci güçlere karşı kutsal bir ittifaka girdikleri belirtiliyordu. Bu saldırı karşısında, komünistlerin görüşlerini, amaçlarını bizzat kendi ağızlarından dünyaya ilan etmelerinin zamanı gelmişti ve işte Manifesto bu amaçla kaleme alınmıştı. Manifesto yazıldığı tarihten günümüze dek tüm ülkelerde komünist hareketin en önemli programatik belgelerinden biri olarak sahiplenildi. Bu tarihsel öneminin yanı sıra, içeriğinin zenginliği ve kimi bölümlerinde şiirsel tat veren anlatımıyla haklı bir övgü kaynağı oldu.
İçerdiği yoğun devrimci özüyle yıllara meydan okuyan Komünist Manifesto, giriş cümlesinde devrimci proletaryanın tarih anlayışını şu sözlerle dünyaya ilan ediyordu: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.” Yazıldığı zamandan günümüze dek işçi sınıfının devrimci mücadelesinde birincil derecede önem taşıyan Komünist Manifesto hemen hemen tüm dillere çevrildi ve o günden bugüne dünyada en çok basılan kitaplardan biri oldu. Ne var ki, pek çok ülkede baskı koşulları nedeniyle Manifesto yıllar boyunca ancak illegal biçimler altında okunabilmişti. Türkiye’de de Manifesto legalde okur kitlesiyle ancak geç tarihlerde buluşabildi.
Aradan geçen yıllar kimi maddelerinin daha farklı ifade edilmesini gerekli kılsa da, kapitalist düzenin özelliklerine ve proletaryanın devrimci görevlerine ilişkin eşsiz açılımlarıyla Manifesto yol gösterici niteliğini hiç yitirmedi. Marx ve Engels de 1872 Almanca baskısına yazdıkları önsözde, bazı değişiklikler gerekse bile, Manifesto’nun artık üzerinde hiçbir değişiklik yapmaya hak görmedikleri bir tarihsel belge haline geldiğini belirttiler. 1883 yılında yazdığı bir önsözde ise Engels, bunu tek başına imzalamak zorunda kalmasından duyduğu üzüntüyü ifade ediyor ve şöyle devam ediyordu: “Avrupa’nın ve Amerika’nın tüm işçi sınıfının herhangi bir başka kişiye olduğundan çok daha fazla şey borçlu olduğu bu adam, Highgate Mezarlığında yatıyor ve mezarının üstünde ilk çimler büyümeye başladı bile. Manifesto’yu gözden geçirmek ya da eksikliklerini gidermek, onun ölümünden sonra, hele hiç düşünülemez.” Engels aynı önsözde Manifesto’ya egemen olan temel düşünceyi de özetlemişti. Her bir farklı iktisadi üretim biçiminin ve onun toplumsal yapısının, o dönemin siyasal ve fikirsel tarihinin temellerini oluşturduğu açıktı. Bunun sonucu olarak, (ilkel komünal toplumun çözülüşünden bu yana) tüm tarih sömüren ile sömürülen arasındaki, egemen olan ile egemenlik altına alınanlar arasındaki mücadelelerin tarihiydi. Manifesto, tarihsel gidişat içinde nihayetinde burjuvazinin çöküşünün ve proletaryanın zaferinin eşit derecede kaçınılmaz olduğunu ortaya koyuyordu. Proletaryayı ve aynı zamanda toplumun tümünü sömürüden, ezilmekten ve savaşlardan sonsuza dek kurtaracak yolu gösteriyordu. Ve işte bu gerçeklere ilişkin temel düşüncenin bütünüyle Marx’a ait olduğunu vurgulayacaktı Engels.
Komünist Manifesto’nun yazıldığı dönem, emperyalizm çağına oranla kapitalizmin henüz ilerici potansiyellerini yitirmediği bir gelişim dönemiydi. Fakat Manifesto’nun yazarları, tarihsel gidişatın hangi yönde olduğunu kestirecek denli derin bir gözlem gücüne ve engin bir bilgiye sahiptiler. Kapitalist gelişme sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine yol açıyor ve böylece tekelleşme hızlanıyordu. Fakat öte yandan, modern sanayinin devasa gelişmesi burjuvazinin ayaklarının altından kapitalist özel mülkiyetin temelini çekip alıyordu. O nedenle burjuva düzen aslında kendisinin devrilmesinin ve proletaryanın zaferinin koşullarını döşeyerek yol alıyordu. Kapitalizmin tarihsel kriz içinde debelendiği günümüz koşullarından bakıldığında, bunlar kapitalizmin gidişatı açısından neredeyse kehanet mahiyetinde değerlendirmelerdi. Ancak unutmamak gerekir ki, Marx için o dönemin İngilteresi en zengin ve en modern sanayi ülkesi olarak eşsiz bir laboratuar hizmeti görmüştü. İngiltere gerçeğinden hareketle, bu ülkenin kapitalizmin yıkımı açısından en olgunu olduğunu belirtiyordu Marx. “Tarih yargıçtır, infazcısı ise proleterdir” diyerek kapitalizmin akıbetine işaret ediyordu.
İşçi sınıfının devrimci dünya görüşü açısından son derece önemli açılımlar içeren Manifesto’nun çarpıcı yönlerinden biri de, kapitalizm altında dünyanın hiçbir yerinde “vatan”ın işçi sınıfına ait olmadığını gözler önüne sermesiydi. Zaten emeğiyle geçinen yoksul insanlar ve işçiler için “vatan”, doğup büyüdükleri ya da yaşamlarını sürdürebilmek için alın terlerini akıttıkları topraklardı. Bu yüzden işçilerin vatanı bütün dünya idi. Manifesto’nun ilan ettiği gibi, komünistler hangi ülke söz konusu olursa olsun, mücadelede ulusalcılığa düşmemekle ve işçilere daima tüm proletaryanın dünya ölçeğindeki ortak çıkarlarını göstermekle yükümlüydüler. Komünistler bu anlayışla enternasyonalizm bayrağı altında mücadele yürütürlerken, diğer yandan ezilen halkların mücadelesinin tarihsel haklılığını kabul etmeli ve desteklemeliydiler. Nitekim Marx, ikinci kongre nedeniyle Londra’da bulunduğu dönem içinde Komünist Birlik’in çalışmaları kapsamında buna ilişkin bir görevi de yerine getirmişti. Marx ve Engels, 1830 Polonya ayaklanmasının anma toplantısına katılmıştılar. Marx konuşmasında, kapitalist düzende ulusların kardeşliğinin sağlandığından bahseden ikiyüzlü aydın tutumunu teşhir ediyor ve yalnızca işçi sınıfının ulusal baskıya karşı sonuna kadar mücadele edebilecek sınıfsal güç olduğunu ortaya koyuyordu. Engels de aynı toplantıda önemli bir hususun altını çizmiş ve başkalarını ezmeye devam eden hiçbir ulusun özgür olamayacağına işaret etmişti.
Marx ve Engels, Osmanlı İmparatorluğu’nun ezilen ulusları için yalnızca bir halk devriminin gerçek kurtuluş yolunu açabileceğine inandılar. Çeşitli makalelerinde bu sorunu ele alan Marx, örneğin New York Daily Tribune gazetesinin 5 Ağustos 1853 tarihli nüshasında yer alan makalesinde soruna açıklık getirmişti. Gerici ve baskıcı Osmanlı devletinin gövdesinin muhafaza edilmesi düşüncesine karşı çıkarak, onun devrimci yoldan yıkılmasının ve bu yıkıntıların üzerinde bağımsız ulusal devletler kurulmasının gerekli olduğunu belirtiyordu. Marx, Batılı güçlerin o dönemde yürüttükleri “Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü savunma” siyasetlerinin Balkan halklarının ulusal kurtuluş hareketleri için bir tehdit olduğunu ve bu hareketleri Rus Çarlığının kollarına itelediğini vurguladı. Doğu sorununun devrimci demokratik çözümü, her şeyden önce Kuzey Slav halklarının ve Balkan yarımadasındaki bütün öteki halkların Türk baskısından topyekûn kurtulmalarını zorunlu kılıyordu. Marx, bağımsızlığa kavuşacak halkların kuracakları devlet şekillerinin ne olacağını önceden kestirmenin olanaksız olduğunun farkındaydı ama Balkanlar’da kurulacak bir “Federal Slav Devletleri Cumhuriyeti” olanağını da bir kenara atmıyordu.
Tekrar vurgulamak gerekirse, Komünist Manifesto, insanlığı sınıflı toplumların sömürü ve baskısından kurtaracak devrimci eyleminde işçi sınıfına yol gösteren mücadele programı oldu. Bu tarihsel belge, Marksizmin temellerini atan iki büyük önderin siyasal tutumunu sergileyen şu eşsiz satırlarla sona eriyordu: “Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla devrilmesiyle ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın hâkim sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır. Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” Lenin ise, yıllar geçse bile Manifesto’nun değerinden bir şey yitirmeyen devrimci özünü çarpıcı şekilde ifade etmişti: “Bu yapıtta, yeni bir dünya görüşü, toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı maddecilik, evrimin en kapsamlı ve en derinlikli bilimi olarak diyalektik, sınıf mücadelesi ve –dünya tarihinde yeni bir toplumun, komünist toplumun yaratıcısı olarak– proletaryaya düşen devrimci rol teorisi dahiyane bir açıklıkla ve netlikle sergilenmiştir.”
1848 sonrası
1849 yılı geldiğinde, Marx daha önce (1847 yılında) Brüksel’de Alman İşçileri Birliği’nde verdiği konferans notlarından oluşan Ücretli Emek ve Sermaye’yi bir dizi başyazı olarak yayınladı. Brüksel’deki Alman İşçileri Birliği, Belçika’da yaşayan Alman işçilerinin siyasal bilinçlerini geliştirmek ve bu işçiler arasında bilimsel komünizm düşüncelerini yaymak amacıyla Marx ve Engels tarafından kurulmuştu. Birliğin çalışmalarına öncülük eden işçiler Komünist Birlik Belçika şubesinin üyesiydiler. Marx “Ücretli Emek ve Sermaye”yi yayına hazırlarken, kapitalist toplumdaki sınıf mücadelesinin nesnel temelini oluşturan başlıca iktisadi ilişkileri işçiler tarafından anlaşılabilir bir dille açıklamayı amaçlamıştı. İşçileri, kapitalist toplumda burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin ekonomik temelleri hakkında bilimsel bir dünya görüşüyle donatmaya çalışıyordu. Tamamlanmamış bir yayın olarak kalan bu çalışma, Marx’ın daha o zamandan itibaren artı-değer teorisine ilişkin görüşlerini geliştirmeye koyulduğunu da gözler önüne seriyordu.
Avrupa burjuvazisi Marx’ın mücadelesinin burjuva düzen açısından oluşturduğu tehdidi algılamakta gecikmeyecekti. Nitekim Avrupa’da egemen sınıfların komünist devrim korkusuyla titrediklerini dünyaya ilan eden Manifesto’yu doğrular biçimde, Marx daha önce Brüksel’den olduğu gibi şimdi de Paris’ten sürgün edilecekti. 1849 yılı Ağustos ayında ömrünün sonuna dek yaşayacağı Londra’ya yerleşen Marx, çalışmalarını orada hummalı bir biçimde sürdürmeye koyulacaktı.
Marx, 1848 Avrupa devrimlerini takiben kaleme aldığı makalelerinden oluşturduğu Fransa’da Sınıf Mücadeleleri üzerinde çalışmaktaydı ve bu çalışma 1850 yılında yayınlandı. Bu eser Fransa tarihinin çalkantılı dönemini materyalist açıdan yorumluyor ve proletaryanın devrimci taktiklerinin en önemli ilkelerini ortaya koyuyordu. Yorumcular, bu çalışmanın Marx’ın devrim sürecini ve sonuçlarını değerlendirmek amacıyla yazdığı en önemli eserlerinden biri olduğunu vurguladılar. Bu eser, altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkiyi ve ekonomik temelin toplumsal yaşamın belirlenmesi açısından önemini ortaya koyarak tarihsel materyalizm anlayışını ve diyalektik yöntemi somutluyordu. Fakat ekonomik temelin önemine yapılan vurgu, siyasal ve ideolojik üstyapının, siyasi partilerin ve siyasi mücadelenin önemini küçümseme anlamına gelmiyordu ve gelmemeliydi.
Devrimin yenilgisine, karşı-devrimin giriştiği katliamların acısına rağmen Fransa’da gerçekleşen ayaklanma tarihsel açıdan olumlu bir sonuç yaratmış ve Fransız işçi sınıfının burjuva düzene ilişkin hayallerinden kurtulmasını sağlamıştı. Bu nedenle 1848 Haziran ayaklanmasından sonra Paris proletaryası “burjuva düzenin yıkılması, proletarya diktatörlüğünün kurulması” şeklindeki devrimci mücadele sloganına yolu açmıştı. Marx’ın Avrupa’daki 1848 devrim kasırgası içinden Fransa örneğini seçip ele almasının haklı bir nedeni vardı. Çünkü işçi sınıfı 1848-1849 sürecinde Fransa’da sergilediği cesareti ve mücadele kararlılığını başka hiçbir yerde göstermemişti.
Şurası açık ki, proleter devrimin başarısı için işçi sınıfının siyasal gücü ele geçirmesi zorunluydu ve Marx işte bu bağlamda proletarya diktatörlüğü kavramını ilk kez bu yapıtında kullandı. Marx ve Engels’in önderlik ettiği sosyalist mücadelenin içeriği, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”nde ifadesini çok net şekilde bulmuştu: “Bu sosyalizm, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilanıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.” Yine aynı yıl “Komünist Birliğe Çağrı”da ifade ettikleri gibi, Marx ve Engels için 1848 devrimlerinden çıkan en önemli ders, proletaryanın savaş parolasının “sürekli devrim” olması gereğiydi.
Kuşkusuz bu parola, devrimin nesnel ve öznel koşullarının olgunlaştığı dönemlerde işçi devrimini iktidarın fethi ve kapitalizmin tasfiyesi noktasına ilerletmek bakımından somut bir önem taşıyordu. Devrimin yenilgiye uğradığı bir noktada ise, yaşananlardan gereken dersleri çıkartarak devrimin gelecekteki atılımlarına hazırlanmayı bilmek gerçek bir işçi devrimcisinin meziyetiydi. Bu özelliğe sahip olmayan küçük-burjuva devrimcisi ise, nesnel koşulları ve somut durumdaki değişimleri hesaba katmadan ve esasen kendi varlığını fazladan önemseyerek devrimle oynayan bir tarz yaratmakla ünlüydü. Nitekim Komünist Birlik içinde uç veren ve küçük-burjuvanın somut koşullara aldırmayan maceracı yaklaşımını savunan bir fraksiyon, yenilgi dönemine rağmen sınıfın hemen iktidara gelmesi yönünde bir iradeciliği savundu. Bu zararlı yaklaşımı asla kabul edilmez bulan Marx, söz konusu küçük-burjuva devrimcilerin “ya hemen iktidara gelelim ya da gidip yatalım” şeklinde özetlenebilecek sekter ve kof taktiklerini kıyasıya eleştirdi.
Marx ve Engels, Avrupa’daki somut ekonomik ve siyasal duruma ilişkin son derece titiz incelemeler yürütmüşlerdi. Devrimin yenilgisinin ardından kapitalist ekonominin geliştiği ve gericiliğin egemen olduğu devrimsiz bir dönemin yaşanmaya başlandığının altını çiziyorlardı. Somut durumun bu bilimsel tahlili neticesinde ortaya çıkan tablo, Marx ve Engels’i Komünist Birlik’in taktiklerini gözden geçirmeye yönlendirmişti. Birlik yakın gelecekteki bir devrim beklentisine göre değil, uzun bir gericilik döneminin yaşanabileceği olasılığına göre örgütsel faaliyetlerini düzenlemeli ve taktiklerini belirlemeliydi.
1848 Alman devriminin yenilgisinden sonra, çeşitli Avrupa ülkelerinde Alman siyasi göçmen çevreleri oluşmuştu. Bu çevrelerin içinde sivrilen küçük-burjuva devrimci önderler, somut koşullardaki değişimi dikkate almayan ve boş devrim nutukları atan yaklaşımlarıyla orada burada fazlasıyla arzı endam etmeye başlamışlardı. Marx, bu tür önderlerin, devrimci hayallerden beslenen işçiler ve gençler üzerinde zararlı etki yaratmasının önüne geçmeyi zorunlu bir görev addetmişti. Bu görevi yerine getirebilmek için, Engels’le birlikte Sürgündeki Büyük Adamlar broşürünü kaleme aldı. Broşür, devrimci lafazanlık yapmayı ve devrimcilik adına yürütülen dedikodularla zaman yitirmeyi alışkanlık haline getirmiş olan 1850’lerin Alman siyasi göçmenlerini son derece çarpıcı biçimde hicvediyordu. Bu çalışmanın önemini bilip kıymetini takdir edenler, içeriğine dair isabetli değerlendirmeler yaptılar. Broşür, siyasi göçmenler arasında sıkça görülen, kendisiyle böbürlenmeye meraklı “büyük zekâların” sakatlığının açığa vurulduğu, bu tür tiplerin manevi dünyalarının yoksulluğunun eleştirildiği ve böylesi “büyük adamlar”ın siyasal güvenilmezliğinin sergilendiği bir galeri gibiydi.
Kendilerini her şeyin üstünde gören ve adeta birer mesih oldukları vehmine kapılan küçük-burjuva devrimci önderlerin kusurlarını deşifre etmeyi, Marx mücadelenin esenliği bakımından her zaman gerekli bulmuştu. Neden birkaç ayını “Sürgündeki Büyük Adamlar”ı yazmakla harcadığını soran dostlarına, “ütopyacı şarlatanların acımasızca açığa vurulmasının, diğer devrimci görevlerinden daha az önemli olmadığı” yanıtını verecekti. Bu tür liderlerin işlerinin güçlerinin, devrimin koşulları yokken sözde hemen bir devrim yapmak ve devrimci sürecin gelişimini keyfi zorlamalarla bir krize doğru sürüklemekten ibaret olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Marx onları “devrimin simyacıları” olarak adlandırıyor ve bunların kendi boş umutlarını bir saplantı haline getirerek hükümetlerin komplolarla yıkılışını amaç edindiklerini belirtiyordu. Sabırlı ve planlı bir çalışma tarzına tamamen uzak olan küçük-burjuva liderlerin, işçilere sınıf çıkarlarının ne olduğunu açıklamaya çalışan uzun soluklu siyasal çabaları hor gördükleri de açıktı. Marx’ın sınıftan kopuk “eylem adamları”na yönelik çarpıcı eleştirileri, geçmişten günümüze sınıf devrimcilerine yol gösterdi.
Küçük-burjuva solculuğunun Fransa’daki izdüşümleri de devrimci lafazanlıkla ömür tüketirlerken, 2 Aralık 1851’de yeğen Bonaparte gerici avanesiyle birlikte bir darbe gerçekleştirdi. Bu darbe neticesinde Meclis dağıtılmış ve Marx’ın Bonapartist diye niteleyeceği olağanüstü bir rejim kurulmuştu. Marx bu gelişmeleri irdelemek için Aralık 1851 ve Mart 1852 tarihleri arasında Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı kitabını kaleme alacaktı. Burjuva diktatörlüğün büründüğü biçimlere ve onu yıkacak proleter devrime ilişkin pek çok önemli noktayı gözler önüne seren bu çalışmanın, Marx’ın o zamana dek kaleme aldıklarının en iyisi olduğu söyleniyordu. Engels, “yaşanan anın tarihinin böylesine dikkat çekici şekilde kavranılmasının, olaylar gerçekleştiği anda böylesine berraklıkla değerlendirilmesinin gerçekten bir başka örneği yoktur” diye yazacaktı.
Marx’ın altını çizdiği gibi, burjuvazi sömürücü sistemini korumak için siyasi iktidarını bir avuç vahşi macerapereste devretmişti. Bonapartist rejim, burjuvazinin geleneksel parlamenter yöntemlerle yönetemediği fakat proletaryanın da burjuvazinin planlarını bozacak güce sahip olmadığı bir güçler dengesinin ürünüydü. Marx bu eserinde, 1848-49 Avrupa devrimlerinden çıkarttığı derslere dayanarak, proleter devrimin ilerletilmesine ilişkin son derece önemli bir görevi de açıklığa kavuşturuyordu. İktidarı ele geçiren proletarya eski devlet aygıtını parçalamak zorundaydı. Tarihte sıra işçi sınıfına gelene dek cereyan eden devrimler, eski devlet aygıtını yıkmak yerine mükemmelleştirmişlerdi. Oysa proleter devrim, işçileri-emekçileri ezmekte kullanılan burjuva devlet aygıtını parçalayıp tarihin çöp tenekesine fırlatmakla yükümlüydü.
Bu eser dünden bugüne uzanan unutulmaz satırlarıyla, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yenilgilerden aldığı derslerle güçleneceğini gözler önüne serdi: “Proletarya devrimleri durmadan kendilerini eleştirirler, sürekli olarak kendi akışlarını kesintiye uğratırlar, görünüşte işi bitirilmiş olana tekrar başlamak üzere geri dönerler, ilk girişimlerinin yetersizlikleri, zayıflıkları ve küçüklükleriyle zalimce bir itinayla alay ederler, hasımlarını, salt, yerden yeniden güç alabilsin ve yeniden dev gibi ayağa kalkarak önüne çıkabilsin diye yere sermiş görünürler, kendi amaçlarının belirsiz muazzamlığı karşısında zaman zaman irkilip geri çekilirler; ta ki bütün geri dönüşlerin olanaksız olduğu bir durum yaratılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: İşte hendek, işte deve!” Marx böylece, tarihsel akış içinde Bonapartların geçici olduğunu, işçi sınıfının mücadelesinin ise kapitalizm sona erip eşitlikçi, paylaşımcı ve savaşsız bir dünya kurulana dek devam edeceğini dünyaya duyurmuş oluyordu.
Bonaparte gibi diktatörleri bekleyen “acı” sona dair Marx’ın yazdığı satırlar günümüz için de ibret vericidir. Tek adam rejimi kuran yeğen Bonaparte, hükümet mekanizmasının “kutsal” halesini çekip çıkartarak, onu hiçe sayarak ve onu aynı zamanda hem rezil ederek hem de gülünç duruma düşürerek bizzat düzen adına anarşi yaratmıştır. Ve “imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarından düştüğü gün, Napoleon’un tunçtan heykeli, Vendome dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrilecektir”. Nitekim amca Napoleon’un anısına vaktiyle Paris’e dikilmiş olan ve üzerinde Napoleon’un heykeli bulunan Vendome adlı dikilitaşın başına gelenler, Marx’ın bu kehanetini doğrular. Vendome, burjuva düzeni taştan sembolleriyle birlikte tarihin çöp sepetine göndermeye niyetli Paris Komünü’nün emriyle yıktırılır. Bonapartist düzenin son bulduğu süreçte patlak veren Paris ayaklanması, Komünarların burjuva düzeni yerle bir etme yolundaki cesaretlerini sergiler. İşçi sınıfı o dönemde zafere ulaşamasa bile, nelerin yapılması gerektiği konusunda gelecek kuşaklara pek çok ders vermiştir.
1864 ve Birinci Enternasyonal
Komünist Birlik örgütlenmesinin sona ermesinden Birinci Enternasyonal’in kuruluşuna ilerleyen süreci çok kısaca hatırlayalım. Avrupa’da devrimci fırtınanın karşı-devrim tarafından bastırılması ve gericilik döneminin etkisiyle Komünist Birlik içindeki tüketici tartışmalar ve sarsıntılar büyümüştü. Marx ve Engels bu örgütün görevini tamamladığına ve varlığını eski biçimde sürdürmesinin yararlı olmayacağına karar vermiştiler. Birlik 17 Kasım 1852 tarihli toplantısında yerel örgütlerin dağıtılması doğrultusunda karar aldı. Fakat Marx ve Engels açısından, bu karar asla örgütlü mücadelenin ve örgütlenme faaliyetinin son bulması anlamına gelmiyordu. Tam tersine, onlar gelecek dönemin görevlerini üstlenebilecek yeni bir örgütü yaratmak amacıyla eskiye nokta koymuşlardı. Devrimci parti faaliyeti, mücadelede önderlik edecek proleter devrimci kadroların yaratılması, işçi sınıfının örgütleri arasındaki bağların pekiştirilmesi ve bilimsel komünizme dayalı politik görüşlerin yayılması amacıyla yeni koşullara adapte edilmiş şekilde yürütülmeliydi.
Komünist Birlik, proleter devrimci bir çekirdeğin yaratılmasında büyük bir rol oynamıştı ve onun olumlu deneyim ve kadro birikimi yeni bir örgütlülüğe temel oluşturacaktı. Nitekim bu doğrultuda sarf edilen çabalar neticesinde, 1864 yılında Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal) kurulabildi. Engels’in de belirttiği gibi, Komünist Birlik devrimci mücadelenin kadrolarını yetiştirmek bakımından tarihsel önemde bir okul olmuştu. Mücadelenin sürekliliği açısından bir kadro örgütünün yaratılmış olması gereğini doğrular biçimde, Birinci Enternasyonal’in kurucularının büyük kısmı Komünist Birlik üyeleri arasından çıktı.
1840’lardan 1860’lara dek aradan geçen zaman içinde Avrupa’da modern proletarya biçimlenmiş ve 1860’ların başlarından itibaren de işçi hareketinde grevlerle kendini belli eden bir yükseliş yaşanmıştı. Bu durum, kadrolar arasında uzun süredir yaygınlaştırılan enternasyonal birlik düşüncesini artık somut bir mücadele hedefi haline getirmişti. Zaten yürütülen çalışmalar neticesinde işçiler arasında enternasyonal bağlar kurulması için istek de büyümüştü. Böylece, bir enternasyonal işçi örgütü kurulması düşüncesi iyice olgunlaşmıştı. Bu nedenle, Marx ve Engels 1864 yılında enerjilerini Londra’da Uluslararası İşçiler Birliği’nin (Birinci Enternasyonal) kuruluş çalışmalarına hasredeceklerdi. Marx Birinci Enternasyonal’in kuruluşunda öncü bir rol oynayacak ve böylece dünya proletaryasının enternasyonal devrimci mücadelesi için yolu açacaktı.
Birinci Enternasyonal çalışmalarına girişen Marx, ilk iş olarak birliğin tüzüğünü yeni baştan yazdı. Enternasyonal’in bileşenlerinden olan İtalyan Mazzini’nin işe yaramaz düzenlemelerini bir yana atarak örgütsel ilkeleri yeniden formüle etti ve birliğin ilk tebliğini kaleme aldı. Marx’ın hazırladığı belgeler Enternasyonal’in Genel Konseyinde oybirliğiyle kabul edildi. Bu başarı, örgüte burjuva demokratik bir programı dayatma girişimlerinin yenilgisi ve örgütün başlangıcına proleter sınıf karakterinin damgasını basması anlamına geliyordu. Enternasyonal’i gerçek bir proleter sınıf örgütü olarak yapılandırmak ve Konsey’i de militan ve merkezi bir organ haline getirmek için çok emek sarf etti Marx. Farklı siyasal düşüncelerin kucağında yetişmiş çeşitli ülkelerden devrimcileri bir araya getiren Enternasyonal, nice tartışmalara ve farklı eğilimlerin mücadelesine sahne oldu. Bunlar arasında demokrasi mücadelesine yaklaşım konusundaki farklılıkları hatırlamak önemlidir. İşçi sınıfının devrimci örgütüne bir burjuva demokratik programın yamanmasına azimle karşı çıkan Marx, diğer uçta işçi kitlesinin genel demokratik hareketten tecrit edilmesi anlayışını da kıyasıya eleştirdi. Kitle mücadelesinde gerektiğinde burjuva demokratlarıyla da eylem birliği yapılırdı, aksini savunmak sekterlik olurdu. Fakat bu tür eylem birlikleri, proleter devrimcilerin ve burjuva demokratların ayrı sınıfsal amaçlarının olduğunu asla unutturmamalıydı.
Marx, yoldaşlarının isteği üzerine, aslında Kapital için hazırladığı notlardan derlediği Ücret, Fiyat ve Kâr adlı makalesini 1865 yılında yayımladı. Marx’ın bu çalışması, Birinci Enternasyonal’in Haziran 1865 tarihindeki Genel Konsey toplantısına sunduğu rapordu. Sendika karşıtı sosyalist yaklaşımı çürüttüğü bu makalesinde Marx, kendi artı-değer teorisinin temellerini de ilk kez kamuoyuna açıklamış oluyordu. Örneğin kapitalizm altında adil bir ücret talep etmek, kölelik sistemi altında özgürlük olabileceğini ummakla aynı mahiyetteydi. Aslında kapitalizm var oldukça artı-değer sömürüsü devam edecek ve en iyi görünen ücret bile neticede adil bir ücret olamayacaktı. Fakat öte yandan, sermayenin saldırılarına karşı ekonomik mücadelenin ve kitlesel direniş merkezleri olarak işçi sendikalarının kuşkusuz yararlı işlevleri vardı. Ne var ki, işçi sendikaları örgütlü güçlerini kapitalizmi ortadan kaldırmaya seferber edecek yerde, kendilerini yalnızca kapitalist düzenin yarattığı olumsuz sonuçlara karşı gündelik mücadeleyle sınırlarlarsa asla kalıcı bir başarı elde edemezlerdi. O nedenle işçiler mücadele bayraklarının üzerine “Adil bir işgünü için adil bir ücret!” şeklindeki tutucu bir slogan yerine, “Ücret sisteminin kaldırılması!” devrimci sloganını yazmalıydılar.
1866 yılında Cenevre’de toplanan Enternasyonal Kongresinde Fransız heyeti, Proudhon’un ekonomik düşüncelerini sergileyen bir rapor sundu. Fransız delegeler grevlere ve sendikalara karşı olduklarını bildiriyor ve malların değişiminin kurulacak kooperatifler aracılığıyla karşılıklı yardımlaşma temeli üzerinde örgütlenmesini savunuyordular. Proudhoncular işgünü süresinin sendikal mücadelenin baskısıyla yasal olarak düzenlenmesi fikrine, kadının çalışma yaşamına girmesine ve işçilerin enternasyonal mücadelesi düşüncesine de karşı çıkmışlardı. Marx’ın kongreye sunduğu rapor bu saçma küçük-burjuva yaklaşımları eleştirmekte, işçi sınıfının çeşitli alanlardaki çabalarının birleştirilmesi ve eş güdümlü kılınması gerekliliğini gözler önüne sermekteydi. Öyle uluslararası bağlar kurulmalıydı ki, farklı ülkelerin işçileri artık kendilerini yalnızca mücadele arkadaşları olarak hissetmekle kalmamalı, fakat tek bir kurtuluş ordusunun üyeleri olarak eylem yürütmeliydiler. Grevlerde uluslararası yardım ve desteği örgütlemek ve grev kırıcıların bir ülkeden diğerine geçişini engellemek, Enternasyonal bileşenlerinin görevi olmalıydı. Fransız delegeler bu görüşlere karşı çıkıp, işçilerin kurtuluşlarını yalnızca kooperatiflerde araması gerektiği saçmalığında ısrar ettiler ama kongre Marx’ın önerilerini benimsedi.
Marx’ın Paris Komünü derslerini ele aldığı “Fransa’da İç Savaş” kitabının değerlendirmesine geçmeden önce, Birinci Enternasyonal konusunu kesintiye uğratmamak için zaman çizelgesinde biraz ileriye atlayalım ve bu enternasyonal örgütün nasıl sona erdiğine de kısaca değinelim. Komün yönetimi yenilgiye uğratıldıktan sonra Enternasyonal içinde cereyan eden iç tartışmalar bu örgütü alabildiğine delik deşik etmişti. İşçi sınıfının enternasyonal mücadele hedefine zarar gelmemesi için, Marx ve Engels artık işlevini yitiren bu yapıya bir nokta koymanın zamanının geldiğini düşünmeye başladılar. Marx Cenevre Kongresi için hazırlandığı sırada, Enternasyonal’in artık tarihsel görevini tamamlamış olduğu ve 1871 sonrası gelişmelerin işçi sınıfı hareketinin örgütlenme şeklinde bir değişikliği gerektirdiği sonucuna çıktı. Şimdi başlıca görev, proletarya güçlerini tek tek ülkeler çerçevesi içinde birleştirmek ve Enternasyonal program temeli üzerinde çeşitli ülkelerde sosyalist işçi partileri kurmaktı. Nitekim ilerleyen tarihlerde bu görev temelinde, Avrupa ülkelerinde en önde gelen örneği Alman Sosyal Demokrat Partisi olmak üzere, o dönem sosyal-demokrat diye adlandırılan sosyalist partiler kurulacaktı.
Görülüyor ki, örgütlü mücadeleyi ateşli biçimde savunan Marx, bir örgütün tarihsel işlevini ve ömrünü tamamlayıp bir yenisinin gerekli olduğu noktada asla tutucu değildi. Marx 1875 yılında “Gotha Programının Eleştirisi” bağlamında Birinci Enternasyonal deneyimini değerlendirecekti. Birinci Enternasyonal, sınıfın enternasyonal faaliyetine merkezi bir organ yaratılması yolunda yapılmış güçlü bir girişim niteliğiyle, tarihe ölümsüz bir başarı olarak kazınmıştı. Fakat Paris Komünü’nün düşüşünden sonra enternasyonal örgüt artık ilk tarihsel şekli içinde kalamazdı. Nitekim neticede Birinci Enternasyonal 1876 yılında kendini feshedecekti.
Marx ve Engels dönemin sosyalist çevreleri arasında “enternasyonalciler” olarak anılıyorlardı. Onların bu önemli vasfı, örgütsel açıdan son derece ciddi ve ayakları yere basan enternasyonalist komünist bir anlayışa dayanıyordu. Onlar çeşitli ülkelerden sosyalistlerin birbirleriyle enternasyonal bağlar kurmasının çok önemli olduğunu her daim düşündüler, ama buna rağmen 1870’lerin ikinci yarısı boyunca ve 1880’lerin başlarında Enternasyonal’in yeniden canlandırılması teşebbüsüne karşı çıktılar. Çünkü verili siyasi koşullarda böylesi girişimlerin yarardan çok zararı dokunacaktı. Yeni bir Enternasyonal ancak sınıfa dayanan anlamlı çabaların ve yükselen bir işçi hareketinin üzerine inşa edilebilirdi. Marx 22 Şubat 1881 tarihli bir mektubunda bu düşüncelerini açıklayacaktı. Paris Komünü yenilgisi sonrasında yaşanan dağınıklık koşullarında ve henüz çeşitli ülkelerde sosyalist harekette anlamlı bir toparlanmanın olmadığı bir dönemde, yeni bir Enternasyonal’in salt birtakım kongrelere dayanılarak kurulması yaklaşımı yanlıştı. Koşullar olgunlaşmadan yeni bir Enternasyonal kurma girişimi yalnızca yararsız değil, fiilen zararlı olacaktı. Marx’ın ifadesiyle, “bunlar, sayısız bayat ve yaygın yavanlıklar içerisinde kaybolup gideceklerdi”. Marx’ın yaklaşımı, doğru dürüst bir örgütü olmayan sosyalistlerin bir araya gelerek birtakım toplantı ve kongreler temelinde bir enternasyonal kurma girişimlerine yıllar öncesinden verilmiş sert bir yanıt gibiydi.
Paris Komünü ve Fransa’da İç Savaş
Yıllarını insanlık tarihinin materyalist temellerde kavranmasına ve kapitalist işleyişin sırlarının çözümlenmesine adayan Marx, bu çalışmaları boyunca sayısız not defteri doldurmuştu. Bu hummalı çalışmalarının yanı sıra, dönemin politik gelişmelerinin zorunlu kıldığı çeşitli belge, makale ve çağrıyı da kaleme almıştı. Nitekim Paris Komünü’nün tarihsel deneyiminden süzdüğü derslerle bezeli Fransa’da İç Savaş (Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyinin Çağrısı) bunun bir örneğiydi.
18 Mart 1871’de Paris’te bir işçi devrimi patlak vermiş ve tarihte ilk kez Paris Komünü şeklinde bir işçi iktidarı kurulmuştu. Bu olay, işçi sınıfının gelecekteki mücadeleleri açısından çok önemli bir deney niteliği taşıyordu. Komün’ün tarihini yazan ve yaşananlardan gerekli dersleri çıkartan Marx oldu. Devrimci isyan patlak vermezden önce, Paris işçilerinin elverişsiz koşullarda zamansız bir eyleme girişmelerinden duyduğu endişeyi açıkça belirtmişti Marx. Fakat devrim patlak verip gerçekliğe dönüştüğünde ise tüm gücüyle Komünarları desteklemişti. Bu konuda Marx yakın dostu Kugelmann’a mektubunda, “eğer mücadele yalnızca hatadan arınmış elverişli koşullarda yürütülecek olsaydı, dünya tarihinin yapılması gerçekten çok kolay olurdu” diye yazacaktı.
Komünarlara yardımcı olmak amacıyla her fırsatı değerlendiren Marx, Komün önderleriyle ilişki kurmaya ve onların doğru siyasi kararlar almalarını sağlamaya çalıştı. Devrimci iktidarı korumak için gizlilik kurallarına riayet etmek gerekiyordu ve o nedenle de Marx, Komün yönetimine öğütlerini ya bizzat sözlü olarak ya da güvenebildiği kişiler aracılığıyla iletiyordu. Devrimci Paris’in düşmesinden on gün kadar önce, düzen güçlerinin Komün iktidarını yıkmak amacıyla imzaladığı gizli bir anlaşma hakkında Komünarları uyarmıştı. Düzene son bir vurucu darbe denemesi olarak, Marx, Komün’ün Fransız bankasının fonlarına el koymasını ve düzen güçlerinin gizli belgelerinin ele geçirilip işçilere açıklanmasını öğütledi. Ne yazık ki böyle bir darbe indirilemeden, devrim düzen güçleri tarafından kanla bastırıldı ve yetmiş iki günlük işçi iktidarı yıkıldı.
Komün derslerini gelecek işçi kuşaklarının mücadelesine aktaracak bir teorik incelemenin Enternasyonal çalışmaları kapsamında yapılması görüşünü gündeme getirdi Marx. Enternasyonal Konseyi böyle bir tebliğ yazılmasını kararlaştırdı ve bu görevi o dönemde hastalığıyla boğuşan Marx’a verdi. Marx bir yandan Komün tarihi ve dersleri için gerekli belgeleri toparlarken, diğer yandan da taslak metin üzerinde çalışmaya başlamıştı. 28 Mayıs 1871’de, Komün’ün son savaşçılarının Belleville yamaçları üzerinde üstün düşman güçlerine yenik düşmesinden iki gün sonra, Marx, Paris Komünü’nün tarihsel anlamına dair eşsiz çalışmasını Genel Konseye sunuyordu. İç ve dış düşmanlara karşı Paris’i bir işçi iktidarı kurarak kahramanca savunan Komünarları, “tarihte böyle bir büyüklüğün örneği yoktur” sözleriyle selamlıyordu. Genel Konsey Marx’ın “Çağrı” metnini oybirliğiyle kabul etti. Böylece, yıllar öncesinde yaşanmış ilk işçi devriminin dersleri bir enternasyonal belgesi olarak ve Marx’ın o eşsiz kaleminden çıkmış kapsamlı yönleriyle bizlere kadar ulaştırılabilmiş oldu.
Marx’ın Komün deneyiminden çıkardığı en önemli derslerden birisi, bu şanlı mücadelenin temel eksikliğine işaret etmekteydi. Komün’ün yenilgisinin başlıca nedeni, Komünarların başında görevlerinin ne olduğunu bilen ve yıllar içinde mücadeleler temelinde sınanmış kadrolarını yetiştirmiş bir devrimci proleter partinin olmamasıydı. Komün yönetiminin olumlu yönü ise, Marx’ın daha 1852 yılında (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i) ortaya koyduğu bir düşüncenin pratikte gözle görülür kanıtını sunmasıydı. Bu, proletaryanın kurtuluşunun olmazsa olmaz koşuluyla ilgiliydi. İşçi sınıfı iktidarı fethettiğinde mevcut devlet makinesini kendi amaçları için kullanamazdı; Komünarların yaptığı gibi onu parçalamak zorundaydı. “Fransa’da İç Savaş”, burjuva devletini sosyalist amaçlarla kullanmanın mümkün olduğunu vaaz eden reformistlerin suratına çarpılmış tarihsel bir tokat oldu. Marx, burjuva devletin hangi biçim altında olursa olsun –ister Bonapartist rejim, isterse de parlamenter demokrasi– özünde burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey olmadığını gözler önüne seriyordu. Fakat bu gerçeklik, diğer uca savrulmayı ve kitlelerin genel demokratik haklarının küçümsenmesini ya da reddedilmesini asla haklı çıkartamazdı. Aslında işçi sınıfının devrimci mücadelesi demokrasi mücadelesini içeriyordu ve zaten proletarya diktatörlüğü, Komün tipi yönetimde somutlanacak işçi demokrasisinden başka bir şey olamazdı.
Komün deneyiminin dersleri bağlamında son derece önemli olan bir başka hususu da vurgulamıştı Marx. İşçi sınıfı elde etmiş olduğu kendi öz egemenliğini yeniden yitirmemek için, yıktığının yerine sönümlenmeye yazgılı bir yarı-devlet koymakla yükümlüydü. Komün kendi öz vekil ve memurlarını her zaman ve istisnasız görevden alınabilir ilân ederek, onlara karşı da güvenlik önlemleri almalıydı. Başlangıçta toplumun hizmetkârları olan devlet görevlilerinin toplumun efendileri durumuna dönüşümünü önlemek şarttı. Bunun için devrimci işçi iktidarının ne yapması gerektiğini Komün deneyimi gözler önüne seriyordu. Enternasyonal’in devrimci proleter kanadı “Fransa’da İç Savaş”ı kendi program belgesi olarak kabul etti ve geniş biçimde yayılması için elinden geleni yaptı. Burjuva basını buna karşı bir saldırı kampanyası yürütse de, Marx’ın başka hiçbir yapıtı bu kadar kısa sürede çeşitli dillere çevrilip geniş ölçüde dağıtılmamıştı. Komün deneyiminin Avrupa üzerinde yarattığı devrimci ruh halinin etkisi öylesine büyüktü ki, “Fransa’da İç Savaş”ın art arda üçer bin basılan iki baskısı 15 gün gibi kısa bir süre içinde tamamen tükenmişti. O dönemde Fransa dışişleri bakanlığına getirilen Jules Favre, bir yandan tüm Avrupa ülkelerinden Enternasyonal’i yasadışı ilan etmelerini istiyor, diğer yandan Marx’ı tüm komplocuların “büyük şef”i ilan ediyordu. Favre’nin tepkileri, günümüzde de burjuva düzen savunucularının, başları sıkıştığında devrimci mücadelenin önderlerini “terörist” ilan etmelerini örneklemekteydi.
Burjuvazinin Komün’den duyduğu büyük korku nedeniyle, devrimci Komünarlara karşı giriştiği katliam da çok büyük oldu. Bu katliamdan kaçmayı başarabilen Komünarlar Almanya, İngiltere gibi çeşitli Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kalmış ve bu siyasi göçmenlere yardım işinin örgütlenmesi Enternasyonal’in zorunlu görevlerinden biri olmuştu. Marx bu görevin yerine getirilmesi için başı çekmiş ve pek çok ülkede siyasi mültecilere destek amacıyla kampanyalar başlatılmasını sağlamıştı. Londra’da yaşayan Marx, Haziran ayının ilk günlerinden itibaren İngiltere’ye gelmeye başlayan mültecilere sunulması gereken desteği örgütlemek üzere kolları sıvamıştı. Mültecilere kalacak yer ve geçimlerini sağlayacak iş bulmak, ailelerine gıda ve sağlık yardımı temin etmek için ciddi miktarda parasal desteğe ihtiyaç vardı ve Marx’ın uzun bir zaman boyunca adeta mültecilere yardım komitesi gibi çalıştığı gözden kaçmadı.
Bu yardım işinde kuşkusuz Marx ailesinin bireyleri de canla başla koşturdular ve Paris’teki şanlı devrimci mücadeleye katılmış olan Komünarlar Marx’ların evinde büyük bir konukseverlik ve yüce gönüllülükle ağırlandılar. Komün’ün önde gelen kahramanlarından olan Polonyalı devrimci Walery Wroblevski, Marx’ın ve Engels’in gösterdiği yoldaşlığı minnetle anarak, Engels’e “Londra’da sürgünde olduğum sırada sizin ve Marx’ın evleriniz bana dostluk ve inceliğin azamisinin gösterildiği tek ve gerçekten kardeşlikle dolu bir sığınak oldu” diye yazacaktı.
(devam edecek)
link: Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi! /3, 2 Temmuz 2018, https://marksist.net/node/6432