2018 Mayısı hem Marx’ın doğumunun 200. yıldönümüne, hem de 1968 devrimci dalgasının 50. yılına denk geldi. Hayatını kapitalizme karşı mücadeleye adayan Marx, kapitalizmin temel işleyiş yasalarını açıklayarak çelişkilerle yüklü olduğunu ve yıkılmaya yazgılı olduğunu ortaya koydu. Burjuva ideologlar kapitalist ekonominin yükseliş dönemlerinde Marx’ın görüşlerinin artık geçerli olmadığını daha bir kuvvetle iddia etseler de, Marx her seferinde karşılarına yeniden dikildi. İkinci Dünya Savaşından sonra yaşanan uzun süreli canlanma dönemi de bunlardan biriydi. Burjuva ideologları Marksizmin kapitalizmin krizleri hakkındaki değerlendirmelerinin boşa çıktığını ilan etmekte gecikmemişlerdi. Ancak tarih burjuva ideologlarını değil Marksistleri haklı çıkardı. Kapitalizm, 60’lı yılların sonuna doğru yeniden sancılı bir döneme girdi. Ekonomik büyümenin inişe geçtiği bu yıllarda, tüm dünyada kapitalizme karşı büyük bir mücadele dalgası yükseldi. Artık toplumsal değişimleri besleyen çelişkiler keskinleşiyor, yeni bir dönem açılıyordu. 1968 Mayısında Fransa’da patlak veren olaylar ‘68 dalgasının başlangıcı olarak kabul edilse de bu dönem 60’lı yılların ortalarından 70’li yılların başına kadar sürecek bir zaman dilimini kapsar. Bu zaman zarfında Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan ABD’ye dünyanın hemen hemen her yerinde kapitalistleri hop oturtup hop kaldıran ayaklanmalar, isyanlar, büyük gösteriler gerçekleşti. Bunlar proleter devrimlerle taçlanmasa da etkisi uzun süre devam etti. Ancak 1980’lerin sonunda Doğu Bloku’nun çökmesiyle burjuvazi bir kez daha zaferini ilan etti, üstelik nihai zaferini! Marx’ın yanıldığını büyük bir kibir ve özgüvenle dillendirdiler. Kapitalizme içkin olan savaş ve kriz milenyumla birlikte şiddetlenip yaygınlaşınca Marx yeniden göz kırptı: “Ben demiştim!” Finans kapitalin merkezinde, Wall Street’te kitleler Marx posterleri ile “Biz %99’uz” eylemlerini gerçekleştirdiler ve bu eylemler tüm dünyaya yayıldı.
Bugün, ‘68 devrimci dalgasının 50. yılında, kapitalizmin tarihsel krizinin içinden geçiyoruz. Burjuvazi krizden çıkışın yolunu, emekçi kitlelerin sırtındaki kamburu büyütmekte, savaşta ve buna paralel olarak otoriterleşmekte ararken; tüm bunların bedelini ödemek istemeyen emekçi kitlelerse daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için, barış için, demokrasi için, düzeyi ve etkisi çeşitlilik sergilemekle birlikte mücadele etmekten geri durmuyorlar. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde kadın işçilerin dünyanın dört bir yanında milyonlarla greve çıkmasını, Fransa’da Macron’un işçi düşmanı politikalarına karşı mücadele eden işçileri, ABD’de gençlerin kendilerine bir gelecek vaat etmeyen kapitalizme ve onun temsilcisi Trump’a karşı tepkilerini hep bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.
Dolayısıyla, 1968 devrimci dalgasının 50. yılı başta gençler olmak üzere emekçilerin eylemlerine sahne oldu, oluyor. 1968 ile karşılaştırmaların yapıldığı şu günlerde 68’in niteliğini ve bugün yaşananları yerli yerinde değerlendirmek önemli. Özellikle 68’in salt bir öğrenci hareketi veya gençlik zamanlarının aşırılığı olduğu yönündeki değerlendirmelerin karşısında bu daha da bir önem kazanıyor.
1968 nasıl başladı?
60’lı yıllarda, kapitalizmin 2. Dünya Savaşından sonra sağladığı büyüme döneminin sonlarına gelinmesi ile birlikte, bu dönem boyunca biriken ve keskinleşen çelişkiler, burjuvaziyi başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere tüm dünyada kapitalizm karşıtı mücadeleler ile karşı karşıya bıraktı. Bir yandan kapitalist dünya ekonomisi sarsılmaya başlarken, diğer yandan bu tabloya dünyanın farklı bölgelerinde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri de ekleniyordu. ABD’de Vietnam işgaline duyulan tepki, Siyahların ırkçılığa karşı yükselttiği mücadele ile birlikte toplumsal muhalefeti yükseltiyordu. Savaş ve ırkçılık karşıtı gösterilere yüz binlerce kişi katılıyor, üniversiteler işgal ediliyordu. İtalya’da ise öğrencilerin okul boykotları ve sokak direnişlerine, işçilerin giderek büyüyen grevleri eşlik ediyor; ülke işçilerin ve öğrencilerin eylemleriyle sarsılıyordu. Bu eylemler o kadar etkili oldu ki, dönemin ABD başkanı Nixon, protestolar nedeniyle, ziyarete geldiği İtalya’ya giremeden geri dönmek zorunda kaldı. Tüm dünyayı sarsan bu devrimci yükseliş fabrika, üniversite ve toprak işgalleri ile giderek radikalleşecekti.
Ancak burjuvaziyi asıl telaşlandıran olaylar Fransa’da yaşandı ve bu yüzden 1968 devrimci dalgasının başlangıcı olarak Fransa 1968 Mayısı kabul edilir. Aslında 1960’lı yılların ortalarından itibaren Fransa’da üniversite öğrencileri çeşitli konularda tepkilerini dile getirmeye başlamışlardı. Mesela 1966 Kasımında Strasbourg Üniversitesinde “Öğrenci Çevrelerinde Yoksulluk” adlı bir broşür epey ilgi çekmişti. Üniversite için yapısal bir reform ve üniversitenin toplumsal ve ekonomik alanda yer alması talep ediliyor, De Gaulle iktidarı eleştiriliyordu. 1967’de ise öğrenciler kampüslerde yasakların kaldırılması talebiyle gerçekleştirdikleri gösterilerde polisle çatıştılar. Üstelik öğrencilerin ilgi alanları eğitim ve üniversite ile sınırlı değildi. Vietnam savaşı politik gündemin merkezindeydi. Tüm dünyada olduğu gibi Fransa’da da ABD emperyalizminin Vietnam halkına yaptığı zulüm öfke yaratıyordu. 1968 başlarında televizyonlara yansıyan görüntüler ABD ve savaş karşıtlığını tırmandırdı. Özellikle gençler Vietnam işgali karşısında sessiz kalmıyor, işgali protesto ediyorlardı. Ancak Fransız polisi ABD’nin Vietnam işgalini protesto eden gençleri tutukladı. Nanterre Üniversitesi öğrencileri tutuklu arkadaşlarının serbest bırakılması için ertesi günü eylemlerle geçirdiler. 22 Martta bir bildiri yayınlayan Nanterre öğrencileri, kapitalizm ve işçi mücadeleleri, anti-emperyalist savaşlar gibi konuları da içeren 29 Nisan tarihli büyük bir öğrenci buluşmasının çağrısını yaptılar. Hazırlık toplantılarında üniversitenin kapitalizmdeki rolü eleştiriliyor, üniversitelerin bilim ve kültürle yetinen, siyaseti dışlayan kurumlar olarak kabul edilemeyeceği savunuluyor, öğrencilerin de yönetimde olması talep ediliyordu.
Mayıs başında olaylar diğer üniversitelere de yayılınca iktidar polisi kampüslere soktu. Başka bir deyişle üniversiteler polis tarafından işgal edildi. Üniversitelerin “özerkliğinin” kaldırılması öğrencilerin tepkisini daha da arttırdı ve polisle öğrenciler arasındaki çatışmalar şiddetlendi. Üniversite öğrencilerine işçiler ve liseliler de destek veriyordu. Polis Sorbonne ve Nanterre Üniversitesini kapatmıştı. Öğrencilerin üniversitelerin açılması talebi ise reddediliyordu. Polisin geri adım atmaması daha büyük kalabalıkların toplanmasına yol açıyor, sokaklarda barikatlar kuruluyor, polisle çatışmalar yoğunlaşıyordu. 11 Mayısta üç büyük sendika konfederasyonu genel grev kararı aldı. Bu, olayların seyrini değiştirecek önemli bir gelişmeydi. Son tahlilde, bütün aşırılıklarına rağmen, burjuvazi öğrencilerin eylemlerinin bir süre sonra sona ereceğini ve her şeyin kaldığı yerden devam edeceğini umuyordu. Ancak işçi sınıfının genel grevle olaylara müdahil olması Fransa’yı derinden sarsacaktı. Üretimin durması ve eylemlerin kapitalizmi temelden sarsacak bir mecraya akması burjuvaziyi endişelendiriyordu.
Grev 13 Mayısta öğrenci ve işçilerin ortak eylemleriyle başladı. Eylemlere katılanlar yüz binlerceydi. Birkaç gün içerisinde greve katılan işçi sayısı 10 milyonu buldu. Fransa böylesine büyük bir grev dalgası görmemişti. Polis göstericilere müdahale etmekten çekiniyordu. Tüm Fransa bu değişim rüzgârına kapılmıştı Mayıs ayı boyunca. Ancak KP kontrolündeki sendika konfederasyonu CGT’nin grevi baltalayıp sönümlendirmesi ve yine partinin öğrenci hareketi içindeki kollarının da frenleyici rolleri hareketin bir bütün olarak momentumunu yitirmesinde büyük rol oynadı. Mayıs sonunda De Gaulle düzenlediği bir karşı gösteri ile geri adım atmayacağının sinyalini verdi. Öğrencilerin işgal ettiği yerler boşaltıldı, eylemlere müdahale başladı ve Haziran ayında dalga geri çekildi. De Gaulle Meclisi feshetti ve 24 Haziranda erken seçimlere gidildi. De Gaulle’ün Meclis çoğunluğunu yeniden kazanmasıyla Fransa’nın ‘68 dalgası geri çekildi.
1968 denilince ilk akla gelen Fransa’da yaşananlar olsa da, bu devrimci dalga ne sadece Fransa’ya özgüydü ne de Avrupa’ya; sadece 1968 yılı ile de sınırlı değildi. Bu devrimci dalga tüm dünyaya yayıldı ve 20. yüzyılın ikinci yarısının en önemli olayları arasında kendisine yer buldu. Bütün ülkelerde işçiler, öğrenciler, gençler özgürlük, barış ve demokrasi talepleriyle sokaklara çıktılar, grevler yaptılar, fabrika ve okul işgalleri gerçekleştirdiler. Vietnam savaşı ABD de dâhil olmak üzere eylemleri fitilleyen önemli faktörlerden biriydi. ABD’nin yaptığı katliamların televizyon kanallarında yayınlanmasından sonra New York’ta 100 bin kişilik savaş karşıtı bir eylem gerçekleştirildi. 1968 Martında Vietnam’da 349 sivilin acımasızca öldürülmesi sadece ABD’de değil tüm dünyada ABD emperyalizmine karşı bir öfke doğurdu. Japonya’da Okinawa’da bulunan Amerikan üssünün kapatılması için gösteriler düzenlendi. Almanya’da, İtalya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde de benzer olaylar yaşandı. Latin Amerika’da da ölümüne çatışmalar gerçekleşti. Che’nin CIA tarafından öldürülmesi ABD emperyalizmine karşı öfkeyi iyice biledi. Meksika’da polis göstericilerin üzerine ateş açtı ve yüzlerce kişiyi öldürdü.
1968 devrimci dalgası Türkiye’yi de vurmuştu. Gelişen kapitalizm 60’lı yıllarla birlikte işçi sınıfını ve işçi sınıfının mücadelesini de geliştiriyordu. TİP ve DİSK bu dönemde hayata gözlerini açtı. Fransa’da yaşanan üniversite işgalleri Türkiye devrimci gençliğine de örnek oldu ve üniversite işgalleri ile boykotlar yaşandı. Ayrıca ABD’nin 6. Filosuna yönelik meşhur eylemler gerçekleştirildi.
Salt bir öğrenci hareketi miydi?
Bugüne kadar ‘68 hareketinin nasıl başladığı, hangi sosyolojik katmanların katıldığı, taleplerinin ne olduğu, neden başarılı olmadığı, siyasi, kültürel, sanatsal, ekonomik sonuçları vb. gibi konuları ele alan çok sayıda makale, araştırma ve kitap yayınlandı. Özellikle her 10 yılda bir ‘68 hareketinin yıldönümünde programlar, haberler, röportajlar yapılır. Burjuva ideologlarının amacı, 1960’lı yılların ortalarından 1970’li yılların başına kadar süren küresel çapta toplumsal muhalefet dalgasını gençlerin bireysel ve cinsel özgürlük mücadelesi olarak empoze etmeye çalışmaktır. Burjuvazinin, o günleri sonraki kuşakların genelinin zihninde “bireysel özgürlükler için başkaldırı” günleri olarak yerleştirmeyi başardığını söylemek yanlış olmaz.
‘68 hareketi öğrenci ve gençlik eylemleriyle başlasa da ve bu kesimlerin bu mücadele dalgasında önemli bir yer tutsa da, onu salt öğrenci hareketi olarak değerlendirmek doğru değildir. Farklı ülkelerin farklı toplumsal koşulları olmakla birlikte, gelişen öğrenci hareketleri işçilerin sınıf mücadelesi üzerinden yükselmiştir. Kapitalizmin yarattığı sınıfsal çelişkilerin üniversitelerde uç verdiğini söylemek yanlış olmaz. 60’lı yıllar, kapitalizmin savaş sonrası canlanma döneminin son demleriydi ve artık başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinde hoşnutsuzluk giderek artıyordu. Fransa ve İtalya’da işçilerin çok büyük bir grev dalgasıyla harekete katılmaları ve belirleyici olmaları işçi sınıfının mücadelesinin ‘68 dalgasındaki başat rolünün en bariz kanıtıdır.
Yaşadığımız topraklarda 1968 Haziranında başlayan üniversite işgalleri ve boykotlar 68 hareketinin Türkiye’de başlangıcı kabul edilir. Fabrika işgalleri, işçi eylemleri ise bu dönemin tâli olayları olarak değerlendirilir çoğunlukla. Oysa gençlik hareketinin arkasında, gelişen kapitalizmin geliştirdiği işçi sınıfının sahneye çıkması vardı. Sendikal hakların tanınması için yapılan Saraçhane mitingi, sendikacılar tarafından TİP’in kurulması, inşaat işçilerinin TBMM’ye yürüdüğü “Açların yürüyüşü”, Kavel grevi, Paşabahçe grevi bu dönemin öne çıkan olaylarıydı. Daha sonra DİSK’in kurulmasıyla birlikte mücadeleci bir sendikal anlayış güç kazanacak ve işçi sınıfının mücadelesini ivmelendirecekti. İşte 60’lı yılların sonunda giderek radikalleşen gençlik hareketleri bu temel üzerinden yükselmiştir.
Burjuvazinin, 1968 başkaldırısını gençlerin bireysel özgürlük isyanı olarak empoze etmesinde, sonradan o günleri gençlik günlerinin eseri olarak gören bu kuşağın bazı unsurlarının değerlendirmeleri de katkıda bulunmuştur. Filmlerde, anı kitaplarında veya ‘68 kuşağından olanlarla yapılan röportajlarda bireysellik vurgusunun öne çıkartılması boşuna değildir. Burjuvazi elinden geldiğince o dönemin işçi mücadelelerini ve anti-kapitalist öğelerini görünmez kılmaya çalışmıştır.
50. yıl
2018 Mayısına, yani ‘68 hareketinin 50. yılına gelindiğinde ise, özellikle Fransa’da ve ABD’de öğrencilerin gerçekleştirdiği kitlesel gösterilerin aynasında değerlendirmeler yapıldı. ABD’de milyonu bulan öğrenci eylemleri ve Fransa’da Macron’un saldırılarına karşı militan bir duruş sergileyen gençlerin mücadelesi ile ‘68 arasında benzerlikler kuruldu. Her iki ülkede gençlerin mücadelesi son zamanların en kitlesel ve güçlü eylem örneklerinden olsa da bunlar süreklilik arz eden ve tüm dünyayı etkileyecek bir düzeye ulaşamadılar.
Aslında 1960’lı yıllarla bugünü kıyasladığımızda, tüm dünyada emekçilere ve özellikle de gençlere kapitalizmin bugün daha iyi bir yaşam sunmadığını görüyoruz. Mesela 1968 Fransa’sında işsizlik %2 düzeyindeydi. Bugünse bu rakam %10 civarında. Üstelik genç nüfus arasında işsizlik oranı %20’ye çıkıyor.
1968’in üzerinden tam 50 yıl geçti. Kapitalizm üretici güçlerin geliştirilmesine muazzam bir katkıda bulunsa da, uzun bir süredir toplumsal kurtuluşun önündeki engel olarak duruyor. Teknolojinin ve biliminin çok ileri bir seviyeye gelmesine karşın, halen dünya nüfusunun önemli bir bölümü açlık ve yoksulluk çekiyor, salgın hastalıklarla boğuşuyor. En zengin %1’lik kesim dünya zenginliğinin %82’sini elinde tutuyor. En zengin 42 kişinin sahip olduğu servet dünya nüfusunun yarısının zenginliğine eşit. Ancak sermaye için bu da yeterli değil. O sürekli büyümek istiyor. Ama krizlerle bu büyüme sekteye uğruyor. Üstelik günümüz kapitalizmi eskisi kadar dinç değil, dolayısıyla krizlerinden kolayına kurtulamıyor. Kapitalizmin tarihsel sistem krizi buna işaret ediyor. Yeni pazar ve nüfuz alanları arayışları devam ediyor, hegemonya savaşı günden güne kızışıyor. Üçüncü paylaşım savaşı çeşitli biçimler altında devam ediyor ve dünyanın hemen tamamı bundan etkileniyor.
Burjuvazi sadece dışarıda yeni pazar alanları aramıyor; mevcut pazarları da daha derin bir sömürü cenderesine sokuyor. Dünyanın bütün ülkelerinde işçi sınıfı kapitalizmin bu sistem krizinin sonuçlarını doğrudan yaşıyor. Sermaye zaten giderek yoksullaşan işçi sınıfını daha fazla sömürerek, kazanılmış haklarını elinden alarak büyümeye çalışıyor. İçeride ve dışarıda işçi sınıfı daha fazla sömürülmeden sermayenin kârını arttırması mümkün değil zaten. Yani korkunç eşitsizlik daha da büyüyecek. Belki de en zengin %1’in serveti bu sene tüm zenginliğin %90’ına kadar çıkacak. Bu korkunç eşitsizliğin derinleşerek sürdürebilmesi için burjuvazi daha fazla baskıya başvuruyor. Dünyanın her yerinde anti-demokratik uygulamalar, yolsuzluklar, yalan imparatorlukları söz konusu. Son 20 yıla dönüp baktığımızda, bu tablonun, aşağıdaki satırlarda önemli bir kısmı sayılan çok sayıda kitle isyanlarına, büyük protestolara ve devrimci durumlara yol açtığını görüyoruz.
“2000’li yılların başından itibaren, bir kolda anti-kapitalizm temalı küresel ölçekli protestolar üzerinden, bir kolda da Latin Amerika ülkelerinde birbiri ardına patlak veren kitle isyanları üzerinden bu hareketlilik birkaç yıl boyunca sürmüştü. Kısa bir aradan sonra, 2008’de patlak veren ekonomik krizle birlikte, başta güney Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok gelişmiş kapitalist ülkede yine yaygın protestolar başladı ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi bazı ülkelerde bu protestolar bugüne kadar sürdü. Ardından 2011 yılıyla birlikte Kuzey Afrika/Arap halklarını saran bir kitle isyan dalgası daha ortaya çıktı ve bu iki süreç çeşitli biçimleri itibariyle yer yer birbirinden de esin alarak bugüne kadar geldi. (…) 2000’lerin başından beri yaşanan sürece bakacak olursak, yukarıda andıklarımızın yanı sıra, belirli aralıklarla ABD’de, Fransa’da, İngiltere’de, İsveç’te vb. göçmen emekçilerin kitlesel patlamalarına tanık oluyoruz. Yine son yıllarda, çeşitli Avrupa ülkeleri ile Latin Amerika ülkelerinde yer yer ülke hayatını felç edici nitelikte kitlesel ve radikal öğrenci gösterileri yaşandı. Bu gösteriler bazı durumlarda işçi hareketiyle de birleşti.” (Levent Toprak, Dünyanın Çivisi Çıktı, Ağustos 2013, marksist.com)
Bundan beş sene önce yazılmış olan bu satırların tarif ettiği tabloda bir değişiklik yok. Kapitalizm tarihsel krizinden kurtulmadığı gibi emekçilerin boynundaki zinciri daha da sıkmak zorunda kalıyor. Emeklilik yaşı, çalışma koşulları, kesintiler işçi sınıfının büyük tepkisini çekiyor. Ortadoğu’da yoğunlaşan dünya savaşı Avrupa ve ABD’yi de vuruyor. Bu durum Batılı emekçilerin, özellikle de gençlerin tepkisini arttırdı. Bir tarafta aşırı sağın, faşizmin güç kazanmasına karşın, diğer tarafta yerleşik siyasi kodlar değişmeye, hatta yıkılmaya başladı ve anti-kapitalist söylemler güç toplamaya başladı. Özellikle ABD gibi komünizm karşıtlığının baskın olduğu topraklarda gençlerin komünizm ve sosyalizme sempati duymaya başlaması manidardır:
“Harvard Üniversitesi’nin 2016’da yürüttüğü bir çalışma sosyal bilinçteki dönüşüm eğilimine ve kırılmalara dair dikkate değer veriler sunuyor. Çalışmaya göre 18 ile 29 yaş arası Amerikalıların yüzde 51’i kapitalizmi reddediyor, üçte biri de sosyalizmi desteklediğini söylüyor. Bunu takip eden ve tüm yaş gruplarını içeren daha geniş bir araştırmada da, aslında daha yaşlı Amerikalıların da kapitalizme eskisine nazaran daha fazla şüpheyle yaklaştıkları ortaya çıktı. Buna göre kapitalizm taraftarlığının yüzde 50’nin üzerinde olduğu tek yaş grubunu 50 yaşın üzerindeki Amerikalılar oluşturuyor.” (Levent Toprak, Tarihsel İyimserlik, Gençlik ve Alâmetler, 29 Eylül 2017, marksist.com)
Geçtiğimiz yılın sonunda ABD’de komünizm karşıtı bir derneğin yaptığı araştırmanın sonuçları da dikkat çekiciydi. Ankete katılan gençlerin %44’ü sosyalist, %42’si kapitalist, %10’u ise komünist bir ülkede yaşamak istediklerini belirttiler. Gençlerin sosyalizme giderek daha fazla ilgi duymalarının bir göstergesi başkanlık seçimlerinde Demokrat Partinin adaylarından biri olan Bernie Sanders’ın sosyalist söyleminin büyük bir destek bulmasıydı. 2018’e girildiğinde ABD’de gençlerin tepkileri devam etti. Bir lise katliamının sonucunda 17 gencin öldürülmesi çok büyük tepki toplamıştı. “Yaşamlarımız için yürüyelim” diyen gençler ABD genelinde 1 milyondan fazla insanın katıldığı gösteriler düzenlediler. Eylemlere katılan gençler ve aileleri Kongrenin “çocuklar ve aileleri”ni bir öncelik haline getirmesini, hükümetin savaşa ve orduya para akıtmaktan, tekellerin çıkarlarını düşünmekten önce kendilerinin ve ailelerinin yaşamlarını daha iyi hale getirmeyi önüne koymasını talep ettiler. (bkz Kerem Dağlı, Amerikan Gençliği “Yaşam Hakkı” İçin Ayakta,10 Nisan 2018, marksist.com )
Çok açık ki, dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan emekçiler için sosyal ve ekonomik koşullar hiç de parlak değil. Kapitalizm gençlere bir gelecek vaat edemiyor. Kapitalizmin tek sunduğu umutsuzluk, hayal kırıklığı, öfke! ’68 kuşağı gibi, burjuva ideolojisiyle zihinleri dumura uğramamış bugünün gençleri de, azgın sömürü ve saldırganlık hırsıyla dünyayı cehenneme çeviren emperyalist kapitalist sisteme karşı giderek daha büyük öfke duyuyorlar. ABD, Fransa gibi ülkelerde gençlerin hoşnutsuzluklarının giderek artması ve tepkilerini büyük gösterilerle ortaya koymaları bunun somut göstergesidir. Ancak gençlerin ve tüm insanlığın sorunlarının çözümü için, bu sorunları yaratan emperyalist kapitalist sistemden kurtulmak gerekiyor. Bunun için de 1968 devrimci dalgasını da aşan bir siyasal anlayışa ve örgütlenmeye ihtiyaç var. Bu ihtiyacı karşılayacak kılavuz bellidir: Marksizm.
link: Suphi Koray, 50. Yılında 1968 Devrimci Dalgası, 1 Temmuz 2018, https://marksist.net/node/6430
Kapitalizm, Savaş ve Devrim
Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi /3