Radi Genadiyeviç Fiş, Leningrad’da dünyaya geldiğinde Ekim Devriminin önderi Lenin’in ölümünün üzerinden 10 ay geçmiştir. Aynı günlerde genç şair Nâzım Hikmet, Moskova’da devam ettiği Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinden (KUTV) mezun olmuş, gizlice sınırdan geçerek yeni kurulan Türkiye’ye dönmektedir. O sıralar 22 yaşındadır. Bu iki insanın yolları 1950’de kesişecek ve aralarında Nâzım’ın 1963’te ölümüne dek sürecek bir dostluk gelişecektir. Bu sayede hem usta bir Doğu bilimcinin hem yetenekli bir gazetecinin hem de bir dostun kaleminden dökülen bir anlatı, Nâzım’ın Çilesi ortaya çıkacaktır.
Türkiyeli okurun hakkında çok az bilgiye sahip olduğu Radi Fiş, 1941’de gönüllü olarak savaşa katıldı, Finlandiya cephesinde savaştı. 1944’te yaralandı ve hastaneye yattı. Çin edebiyatına ilgi duyuyordu ve hastaneden çıktıktan sonra Doğu Dilleri Enstitüsünde Çince okumak istedi. Ancak bu bölüm doluydu, Türkçe bölümüne girmek zorunda kaldı ve 1949’da mezun oldu. Kendisi bu durumu şöyle değerlendiriyor: “İsabet olmuş... 1944’ten beri Türk edebiyatı ile uğraştım, Nâzım Hikmet’le dost oldum. Sabahattin Ali, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli’nin eserlerini Rusça’ya çevirdim.”[1] Dostu ve iki romanının çevirmeni olan Mazlum Beyhan ise onu şöyle anlatıyor:
“Nâzım Hikmet’in arkadaşlığını kazanabilmiş olmayı, hayatının en onur verici olayı sayan bir insan Radi Fiş. Türkiye’den kiminle karşı karşıya gelse, bir amentü gibi, önce Nâzım’a duyduğu gönül borcunu dile getiren bir insan. Radi Fiş, önce bir doğu bilimci, sonra çevirmen, sonra yazar, sonra gemici. Ona sorarsanız, kim bilir, belki bu sıralamayı sondan başa çevirir. Çünkü Fiş’in hayatında gemiciliğin apayrı bir yeri var. Dümen tuttuğu balıkçı gemileriyle, Manş’tan Mexico Körfezi’ne, Orkinos Adalarından Küba’ya kadar nice denizler aşmış, deniz eken, deniz biçen insanların yaşamlarına tanık olmuş, kutupların ürkütücü buz dağlarından okyanusların dağ gibi dalgalarına dek denizi hakkıyla yaşamış bir insan. Ve ne denli şaşırtıcı gelse de aynı insan, Nâzım Hikmet’ten Orhan Veli’ye, Fahri Erdinç ve Ataol Behramoğlu’ndan Özkan Mert’e kadar nice ozanımızı Rus diline kazandırmış bir Türkçe aşığı, Türkiye vurgunu... Altındağ gecekondularından Galata levantenlerine dek ülkemizin nice bin insanını yakından tanımış bir insan olarak Radi Fiş, bu tanışıklığın yarattığı birikimi çeviri dışında, özgün yapıtlarında da dile getirmiş.”[2]
Mazlum Beyhan, Radi Fiş için şöyle der: “Sovyetler Birliği ile aramızdaki siyasalkültürel ilişkilerin, yüz yıllarca yan yana yaşayan, –dolayısıyla da tarih ve kültürleri iç içe geçmiş– dünyanın başka hiçbir iki ülkesinde görülmeyecek sığlıkta oluşu nedeniyle pek çok yazar ve ozanımızla da tanışması ‘gıyabî’ olmuş.”[3] Bu sığlığın bir nebze olsun giderilmesinde hem Fiş’in hem de Beyhan’ın katkısı vardır. Radi Fiş, Nâzım’ın ölümünden sonra Türkiye’ye iki defa gelmiştir. 1960’lı yılların Türkiye’sinde bir Sovyet yazarı için bu hiç de kolay değildir. Polis takibine rağmen Fiş, Nâzım’ın bulunduğu Anadolu kentlerinde, İstanbul semtlerinde dolaşmış, yürüdüğü sokaklarda yürümüş, yaşadığı evleri ziyaret etmiştir. Bulunduğu hapishanelere gitmiştir. Fiş, Nâzım’ın dostlarıyla, yakınlarıyla iletişime geçmiş, onlardan Nâzım’ı dinlemiştir. Nâzım’dan ortak anılarını dinlediği insanlarla yüz yüze sohbet etmiştir. Bilgi ve belge toplamıştır. Fiş, Nâzım’la birlikte Türkiye’yi, insanını tanımaya, anlamaya çalışır. Nâzım’ın şiirleri ve o şiirlerine yansıyan Anadolu köylüsü, Türk aydını, Türk siyasetçisi üzerine düşünür. Önce Nâzım’ın Çilesi’ni ve ardından Bir Anadolu Hümanisti Mevlana ile Ben de Halimce Bedreddinem adlı romanlarını yazar. Beyhan ise Radi Fiş’in Mevlana ve Bedreddin üzerine romanlarını yetkin bir çeviriyle Türkiyeli okura ulaştırır.
Bu üç roman, kahramanlarının, Şeyh Bedreddin’in, Mevlana’nın ve Nâzım’ın hayatına ilişkin pek çok şey anlatır ama tam manasıyla bir biyografi değildir. Yazar, üç romanında da kronolojik bir sıra izlemekten kaçınır, zaman içinde gidiş gelişler yapar. Kahramanlarının fikirlerinin ve duygu dünyalarının zaman içinde nasıl değiştiğini, zenginleştiğini, olgunlaştığını gösterebilmek için sık sık geçmişe gider, bu geçmişin etkisiyle şekillenecek geleceği gösterir ve şimdiki zamana geri dönerek kahramanın iç yolculuğunun ayrıntılarını aktarmaya kaldığı yerden devam eder. Zaman zaman konu dışına çıkarak tanıklıklara başvurur, kendi tanıklığını aktarır.
Fiş, Nâzım’la dost olduğu yıllar boyunca onunla her konuda uzun uzun sohbet etme, onunla yolculuklara çıkma, anılarını dinleme, düşüncelerini, duygularını öğrenme fırsatı bulmuştur. Bu nedenle romanda sık sık iç monologlara başvurur, büyük şairin duygularını, düşüncelerini onu konuşturarak, şiirlerinden, kitaplarından alıntılar yaparak kendi ağzından aktarır. Nâzım’ın dizelerinden önce o dizeleri ortaya çıkaran mekân ve anları tasavvur etmeye çalışır. Kısacası Nâzım’ın Çilesi, komünist bir şairi, o şairi var eden dönemi anlama çabasıdır. Unutmanın önüne geçmek için anıları deşmektir, Nâzım’ı Nâzım yapan yolda onun ayak izlerini takip ederek yürümek, olgunlaşma sancılarına ortak olmaktır.
Nâzım yıllar içinde insanın içinde bir ruhun öldüğünü ve yeni bir ruhun doğduğunu anlatır. En sancılı zamanlar bir ruhun öldüğü ve henüz yeni bir ruhun doğmadığı geçiş zamanlarıdır. Ama bu geçişler de atlatılır. Bir sonraki ruhun doğum vakti gelene kadar yola bu ruhu pişirerek devam edilir. Aslında Nâzım’ın anlatmak istediği insanın olgunlaşması, dönüşmesi ve geri kalan yıllar içinde yaşama, davaya daha farklı bir boyutta bağlanmasıdır. Nâzım’ın bu düşüncelerine karşılık şöyle diyor Radi Fiş: “İnsanın içinde zaman hiçbir yere gitmiyor, akmıyor; birikiyor sadece; insan yaşadıkça içinde hem geçmiş, yani edindiği tecrübeler ve hafızası; hem şimdiki zaman, yani düşünceler ve duygular; hem de gelecek, yani planlar, hayaller ve tasarılar, bir arada yaşamaktadır.”[4]
İçimde mis kokulu
Kızıl bir gül gibi duruyor zaman.
Ama bugün cumaymış, yarın cumartesiymiş,
çoğum gitmiş de azım kalmış, umurumda değil[5]
Radi Fiş’in amacı kahramanını yüceltmek, ulaşılmaz kılmak değildir. O, romanlarında yıllar, yüzyıllar önce yaşamış, yıllar, yüzyıllar boyunca insanları derinden etkilemiş kahramanlarının içinde zamanı “mis kokulu kızıl bir gül” gibi biriktiren özle ilgilenir. Bu öz, zaman içinde eskiyip köhneyen değil, olgunlaşan, zenginleşen bir özdür. Onun kahramanlarının tutkuyla bağlandıkları bir düşleri vardır. Onlar içlerinde insan nesli kadar eski olan kardeşlik ümidini, gelecekte bütün insanlığın birleşeceğine dair duyguyu taşırlar. “Yüzyıllardan beri dönüp durmakta olan zulüm tekerleğinin dönüşünün yavaşlatılması, baskının hafifletilmesi bir şeyi değiştirmezdi; baskı ve zulüm tümden yok edilmeliydi.”[6] İşte bu düşe hizmet eden, dünyanın tüm insanlarının eşit, özgür ve mutlu olması için çabalayan kahramanlar büyük bedeller öderler, çile çekerler ama tam da bu nedenle çağlarının çok ötesine geçerler. Tam da bu nedenle geçmişi değil, geleceği temsil ederler. Onların çileleri doğum sancısı gibidir.
Nâzım’ın Çilesi
Radi Fiş’in romanına Nâzım’ın Çilesi’nden daha uygun bir isim düşünmek zordur. Nâzım Hikmet, bir şair olarak olağanüstü yeteneğine ve üretkenliğine rağmen yaşamını örgütlü bir komünist olarak geçirmiştir. Örgütlü mücadeleyi yaratıcılığının, özgürlüğünün, bireysel varoluşunun önünde bir engel olarak görenlerden olmamıştır asla. Bilâkis, partili olmakla, komünist olmakla, bulunduğu safta olmakla, burjuvaziye karşı amansız bir savaşın içinde olmakla, şiirini, yeteneklerini davasının hizmetine sunmakla her daim gurur duymuştur. İşçi sınıfının ve devrimin şairi Nâzım Hikmet, nice gencin komünizm davasına kazanılmasına, nice yeteneğin açığa çıkıp mücadeleye kan taşımasına vesile olmuştur. Hapislikler, ayrılıklar, hastalıklar, acılar, hasretler, ihanetler, karalamalar bitmemiştir. Ancak asıl olan şu ki Nâzım’ın “çilesinin” temelinde bireysel acıları değil yaşadığı çağın büyük çalkantıları, yenilmiş devrimleri vardır.
“Her yeni nesil dünyaya, kendisinden önceki hayat esaslı bir değişikliğe muhtaçtır hissi ile gelir: Onlar, yani gençler, hayatı bildikleri için, daha iyi ve daha adil bir şekilde yeniden kurmak tasarımındadırlar. Bu başka türlü olsaydı, dünyanın istikbaline hiç bir ümit bağlanılamazdı. Genç Nâzım’ın başkalarından çok fazla talihi varmış: Onun çağında dünya tarihinin gelişmesi ile kalplerin içgüdüsü aynı yöndeydi. Bu ise, nadiren görülen çok büyük bir mutluluktur!”[7]
Nâzım’ın doğup büyüdüğü yıllar kendi memleketinde ve bütün dünyada büyük çalkantıların yaşandığı, kapitalizmin emperyalizm aşamasına girdiği, çürüdüğü, daha önce eşi görülmedik büyüklükte savaşlar ve yıkımlar yarattığı yıllardı. Yıkımların ve acıların içinden büyük isyanlar ve en önemlisi Ekim Devrimi doğdu. Elbette bu devrimle beraber daha önce eşi benzeri görülmemiş büyük umutlar da… Genç Nâzım da umutluydu, bahtiyardı. O yalnızca kendisi için değil, içinde bulunduğu toplum için de iyiyi ve güzeli istiyordu. Osmanlı İmparatorluğu yıkılır ve Milli Mücadele sürerken bu arayış içinde Anadolu’ya gitti ve orada kendisini sosyalizm düşüncesiyle tanıştıracak insanlarla karşılaştı. Artık sınıfların, sömürünün, savaşların ortadan kalktığı bir dünyanın kurulması için yürütülen mücadelenin bir parçasıydı. Ama henüz çok gençti ve kabına sığamıyordu.
“1922 yazında, ilk defa Kiyef garının peronuna ayağını basarken, Anadolu kalpaklı bu Paşa torununun, yoldaş Lenin’e bir sorusu vardı: Yurdu Türkiye’de sömürülen ve sömüren, fakir ve zengin farkının olmaması için acaba neler yapmalıdır? Bu sorunun cevabı, onun o gün zannettiğinden çok daha karışıkmış meğer! Nazım henüz on dokuzunda idi o zaman. Anlaşıldığına göre, cevap alabilmek için bir ömür de az gelecekti. Gizli faaliyetin ilk tecrübesi, ilk yenilmeler, apaçık ortaya koyuyordu ki ne hayatta, ne politikada, ne bilimde, ne de sanatta hazır cevaplar yoktur.”[8]
Karışık cevapları arayıp bulmak emek ister, kahırlıdır, acı vericidir, çilelidir. Ancak Nâzım buna hazırdı. Çünkü şimdi sömürünün ve “sevda, hastalık, ayrılık ve kocalmak kederinden başka kederin” olmadığı bir dünyayı yaratmak için el ele vererek mücadele etme vaktiydi. Zamanın ruhu onu ve onun gibi gençleri etkisi altına almıştı. Sovyetler Birliği’nde dünyanın dört bir yanından gelmiş gençler vardı ve o gençler Nâzım’la ortak bir düşü paylaşıyorlardı. Onlar dünya devriminin hizmetindeydiler. Kendilerini bu yolda eğitmeye, yeni bir kimliğe bürünmeye, gerçek bir devrimci olmaya çalışıyorlardı.
Ama bu tablo kısa zaman içinde değişecek, “dünya tarihinin gelişmesi ile kalplerin içgüdüsü” artık aynı yönde olmayacaktı. Alman devriminin yenilgisinin ardından dünya devrimi dalgası geri çekildi, önce İtalya’da, sonra Almanya’da faşizm işbaşına geldi. Alman faşizmi dünyayı kanlı bir savaşa sürükledi. Türkiye egemenleri de muhaliflere, komünistlere yönelik baskıları alabildiğine arttırdılar. Üstelik Rus işçi sınıfının görkemli devrimi ihanete uğramış, bürokratik karşı-devrim ve Stalinizm nice acılar pahasına egemenliğini kurmuştu. “Tek ülkede sosyalizm” gerici ideolojisi nedeniyle devrimler engellenmiş, örgütlenmeler yok edilmiş ve Nâzım gibi nice komünist, Stalinist bürokrasinin cenderesine sıkıştırılmıştı.
Elbette tarihte hiçbir şey birdenbire olmaz, tarihin akışı içinde alttan alta büyük değişimler mayalanır. Bu değişimlerin ne anlama geldiği genellikle ancak iyice olgunlaştıklarında açığa çıkar ve insanlık bir yere doğru taşınmış olur. Faşizmin yükselişi ve dünyadaki atmosferi belirlemesi de birdenbire olmadı, sancılı dönüşümlerin ürünüydü. “1928 senesi idi. İtalya’da faşistler iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Fakat normal insan mantığının ve kanuniyetin insafsızca çiğnenmesi Avrupa’da henüz normlaşmamıştı. … O senelerde, Hitlercilerin usul ihdas ettikleri gibi, idama mahkûm olanların ağızlarına, bir şey söylemesinler diye alçı doldurulmuyordu. Hatta on sene sonra böyle bir şeyin mümkün olacağına kimse o devirde inanmak da istemeyecekti.”[9]
Ama insanların inanmak istemedikleri şeyler ve hatta daha da fecileri gerçekleşiyordu. Nâzım, 1938’de, türlü bahanelerle yeniden cezaevine atıldığında Avrupa’da faşizm daha da yükselmişti. İnsanlığa idam edileceklerin ağzına alçı doldurulmasından daha da dehşet verici şeyler yaşattı faşizm. İnsanlar gaz odalarında öldürüldü, fırınlarda yakıldı, uçurumlardan atıldı, çukurlarda kurşuna dizildi. Nâzım, faşizmin ilerleyişini, İkinci Dünya Savaşını, Stalingrad’ın kuşatılmasını ve ardından Sovyet ordularının Berlin işgalini, Hitler’in ve faşizmin çöküşünü hapishaneden takip etti. Fiş, Nâzım için faşizmin ne olduğunu şöyle anlatıyordu:
“Nâzım ve kahramanları için faşizm, insana şahsiyetini sonuna dek kaybettirme eğilimi, şahsiyeti sadece bir fonksiyon, bir tüfeğin namlusu haline getirme teşebbüsüdür. Mussolini’nin yazdığına göre, «Faşizm barış içinde olan hayata hor bakar. Faşizm için her şey devlet içindedir. Devletin dışında manevi veya insani hiç bir şey yoktur. Her şey değersizdir». Bunun için faşizm, özü bakımından insanlık dışı, aşka, sanata, hayatın ta kendisine düşman olan bir kuvvettir. (…) Faşizm için insanın kendisi de, ruhunun en yüksek hislerinin ifadesi de, sadece bir delik tıkamaya yarayan bir nesnedir.”[10]
İnsanın ve insan ruhunun en yüksek hislerinin düşmanı olan faşizm, tüm yolların çıktığı Roma’yı baştan başa değiştirdi, iyi ve güzel olan ne varsa yok etti. Almanya’nın meydanlarında büyük ateşler yakıldı ve o ateşlerde en güzel kitaplar yakıldı. Kitaplar yakılınca insanların yakılması daha kolay oldu! Alman faşizminin tetiklediği İkinci Dünya Savaşı, milyonlarca insanın canını aldı. Nâzım, faşizmin gerçekte ne olduğunu anlatabilmek için şiirler yazdı. Umudunu diri tuttu, inancını sağlamlaştırdı ve çok çalıştı. En güzel eserlerini bu yıllarda verdi. En iyi öğrencilerini bu yıllarda yetiştirdi.
Nâzım, hapishaneyi kendisi ve etrafındakiler için bir üniversite olarak gördü. “Aydın olmak, şuurlu çalışmak, hele sanatta şuurlu çalışmak demek; hazır kitap bilgisi ile tecrübe sayesinde elde edilen hakiki ve canlı bilgi arasında dikilen ebedi duvarı aşmak demektir. Senden önce elde edilmiş hazır bilgiyi kendine mal etmek demektir. Bu ise ancak tecrübe ile, hayata uygulamayla, çaba göstermekle mümkün olabilir.”[11] Nâzım, bu konuda sonuna kadar çaba gösteriyor, bu çabası hem şiirlerine hem de öğrencilerinin eserlerine yansıyordu. Nâzım’ın 1928 ile 1951 arasındaki 22 yılın 17 yılını hapishanelerde bu şekilde geçirdiğini bilen Radi Fiş, işte tam da bu nedenlerle, gelecekte tarihçilerin 20. yüzyılın ortalarında hapishanelerin Türk edebiyatında oynadığı rol üzerine muhakkak eğileceklerini düşünür.
“Bu paradoksal olay üzerine ileride yapılacak tartışmaları sezerek, aynı yüzyılda yaşamış başka insanların nam ve hesabına hatırlatmak isterim ki, XX. yüzyılın otuz ve kırk senelerinde, Türkiye dışında da birçok yazar, ressam ve benzeri sosyal faaliyetlerde bulunan kimseler en iyi yıllarını hapishanelerde geçirmişlerdir. Memleketin en çeşitli insanları ile temas fırsatı, sosyal tezatları ve bu tezatların insanların mukadderatındaki tecelli şekillerini inceleme imkânı, Türk yazarları için, herhalde hapishaneden başka bir yerde mevcut değildi. Serbest hayatta hiç bir Türk yazarı yalnız bu sanatla geçinemediğinden eserlerini meydana getirebilecek kadar bol serbest zamanı ancak hapishanede bulabilmiştir.”[12]
Ancak tüm bunlar hapiste olmanın hem bedenen hem de ruhen ne denli yıpratıcı olduğu gerçeğini değiştirmez. Özgürlüğüne kavuşmayı beklemek, görüşçü beklemek, mektup beklemek, haber beklemek, fanila don beklemek, af beklemek, yılların dolmasını beklemek; açlık çekmek, duvarların soğuğunu çekmek, ciğerlere sigara dumanı çekmek, hasretlik çekmek, çile çekmek… Bunların hepsi gerçekti, hepsi dibine kadar yaşanıyordu. Zaten “şairlik «en kanlı» meslekti, şair kalbini yemeli ve başkalarına da tatmak için ikram etmeliydi”. Üstelik Nâzım, mücadelesi uğruna neleri feda edebileceğine daha 1921’de, Batum’da karar vermişti. En yakın yol arkadaşları davayı terk ettiğinde, düşmanları üzerine yürüdüğünde kendini sürekli sınamıştı. O güne kadar o sınavlardan alnı ak çıkmıştı. Ne olursa olsun yolundan dönmeyecekti!
Dışarıda olmayı en fazla istediği, bunun için ölümü göze aldığı günlerde bile taviz vermedi Nâzım. 12 yıllık son hapisliğinin ardından serbest bırakılması için başlatılan kampanya sırasında fikirlerinden vazgeçtiğini ve bedbaht olduğunu yazıp çizenlere bu uğurda anasının ağlaya ağlaya nuru kaybolan gözlerinin bile vız geldiğini söyledi. Fiş ise, Nâzım’ı itibarsızlaştırmak, etkisizleştirmek isteyenlerin bu tutumunu şöyle açıklıyordu: “Dünyada er geç açığa çıkmayacak hiçbir gizli şey olamaz. Bu basit dirayeti arada sırada –hangi mevkide olursa olsunlar– cürüm işleyenlere hatırlatmak iyi olur. Fakat suçlular, yeryüzünde bütün suçlular gibi, bir suçu örtbas etmeye çalışırken, başka bir suç işliyorlar.”[13] Nâzım, evlerinde ağlayanların gözyaşlarını boyunlarında bir zincir gibi taşıyanlardan, bahçesinde ebruli hanımeli açan minik evlerde rahat bir yaşam sürmek isteyenlerden değildi. Bir haksızlığa karşı mücadele ediyordu, gasp edilen hürriyetini istiyordu, hepsi bu!
Nâzım bir şiirinde Alman faşizmine karşı mücadele ederken Naziler tarafından asılarak katledilen Tanya’nın, işkencede asla söylemediği gerçek adıyla Zoya Kosmodemyanskaya’nın hikâyesini anlatır. Zoya’nın annesi, Nâzım’ın annesine, açlık grevindeki oğlunun serbest bırakılması için mücadele eden Celile Hanıma, bir mektup yazar. Ona ümit dolu sözler söyler, “oğlunuz yaşayacak” der. Nâzım, gerçekten de serbest kalır ve dünyanın dört bir yanından gelen mektuplarla, telgraflarla kurtuluşu kutlanır. Yaklaşık bir yıl boyunca dışarıda olmanın, sevdiği kadınla sokaklarda dolaşabilmenin, çalışıp ekmek parası kazanmanın, şiir yazmanın, çocuk sahibi olmanın tadını çıkarır.
Ancak ilerleyen yaşına ve ağır hastalığına rağmen Nâzım askere çağrılır ve yurt dışına kaçmak dışında bir seçeneği kalmaz. 29 Temmuz 1951’de Moskova’ya gittiği zaman binlerce insan onu çiçeklerle karşılar. Kalabalığın arasında Tanya’nın annesi de vardır ve Nâzım’a kızını unutmadığı için, o harikulade şiiri için teşekkür eder. Nâzım kendi annesinin elini öptüğü gibi bu acılı annenin de elini öper, o eli alnına götürür. Oradaki insanlara mutlulukla gülümser. O günden sonra hiç gitmediği yerlere gider, dünyanın dört bir yanından devrimci sanatçılarla tanışır, dost olur. İnsanlarla, kendi memleketindekilere benzeyen köylülerle, işçilerle bir araya gelir. Faşizmi yenen İtalyan işçilerine şiirlerini okur. Yeni şiirler yazar…
Ancak ne yazık ki henüz çilesi bitmemiştir, karısını, çocuğunu 10 sene boyunca göremeyecektir. “Mendebur yüreği” durmadan tekleyecek, ona oyunlar oynayacaktır. Memleket hasreti çekecek, orada bıraktığı oğlu Memet gibi, Kore’ye ölüme gönderilen 16 bin Memet’i ve daha pek çok şeyi düşünüp efkârlanacaktır. “Suların ışıması gecikirse” kendi çocuğunun da dövüşmek ve hatta ölmek zorunda kalacağını düşünecektir. Ancak son yıllarında Nâzım’ın çilesini derinleştiren temel sebep Sovyet bürokrasisi ve Türkiye’deki uzantılarının tutumları olmuştur. Nâzım, Sovyet yönetimini ve Stalin’i eleştirmesi nedeniyle dışlanmış, TKP şefleri ona iftiralar atmış, onu partiden uzaklaştırmaya yeltenmiştir.
Ancak tıpkı otobiyografisinde söylediği gibi tüm bunlar Nâzım’a sökmemiştir. O “gölgeleri yok etmeli, onların yeri parklarda, ağaçlar altında…” diye düşünüyordu. Bir yandan gücü yettiğince “gölgelerle savaşırken” bir yandan da yeni nesillerin komünizm mücadelesine kazanılmasını sağlayacak şiirlerini yazmaya devam ediyordu. Sol memenin altındaki cevahirden kopup gelen bir sesle şöyle soruyordu:
Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin,
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte.
Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran?
Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar [14]
1930’da “güzel günler göreceğiz çocuklar” diye seslenen, 1945’te “en güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız” diyen Nâzım’ın kararmamış yüreği, 1962’de yine aynı şeyi söylemektedir: “Günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların, çocukların avuçlarında yeşerecekler. Yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim!”[15] İşçi sınıfının ne Nâzım gibi ozanlarının ne Lenin gibi önderlerinin ne de sıra neferlerinin çilesi boşa çekilmiş olmayacak. “Önümüzdeki yollar bir cehennem çıkmazında” değil, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyada sona erecek. Nâzım’ın o capcanlı şiirleri o yollarda yürüyenlere güç vermeye devam edecek. Yolun sonunda zafere varılacak. Biz buna inanıyor, bunun için çalışıyoruz, gerisini ise tarihin durdurulamaz akışına bırakıyoruz.
[1] Radi Fiş, Bir Anadolu Hümanisti Mevlana, Yazarın özgeçmişi, Evrensel Basım Yayın
[2] Mazlum Beyhan, Ben de Halimce Bedreddinem, Çevirenin Önsözü, Evrensel Basım Yayın
[3] Mazlum Beyhan, age
[4] Radi Fiş, Nazım’ın Çilesi, İleri Yay., s.401
[5] Nâzım Hikmet, “Vera’ya” (1960)
[6] Radi Fiş, Ben de Halimce Bedreddinem, s.21
[7] Radi Fiş, Nâzım’ın Çilesi, İleri Yay., s.247
[8] Radi Fiş, age, s.139
[9] Radi Fiş, age, s.260
[10] Radi Fiş, age, s.329
[11] Radi Fiş, age, s.213
[12] Radi Fiş, age, s.262
[13] Radi Fiş, age, s.377
[14] Nâzım Hikmet, “Nerden Gelip Nereye Gidiyoruz?” (1962)
[15] Nâzım Hikmet, aynı şiirden
link: Ezgi Şanlı, “Nâzım’ın Çilesi”, 7 Eylül 2018, https://marksist.net/node/6482
Ruhi Su İle Türküler Söylemeye Devam Ediyoruz
Devrimci Mücadele Kaçkınlarının Safsataları