Geçtiğimiz ay billboardlarda, televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde belki de çoğu insanın daha önce hiç duymadığı bir Osmanlı “zaferi” bir hayli yer kapladı: Kut’ül Amare. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşında Çanakkale ile birlikte kazandığı iki muharebeden biri olan Kut’ül Amare, 100. yıldönümü vesilesiyle şişirilerek iktidar tarafından gündeme sokulmuş durumda. 1916 yılında Osmanlı ordusunun İngilizlere karşı kazandığı bir muharebe olan Kut’ül Amare’nin bu kadar çok parlatılmasının tek sebebi 100. yıldönümü olması değil elbette. Muharebenin yapıldığı coğrafya AKP’nin dış politikasıyla birlikte düşünüldüğünde, biraz elden geçirilmiş bir Kut’ül Amare AKP’nin emperyalist maceracılığını meşrulaştırmak için bulunmaz Hint kumaşı. Önce Kut’ül Amare’de ne olduğuna, sonra AKP’nin bu hadiseyi nasıl abarttığına ve kullandığına bakalım.
İttihat ve Terakki, Osmanlı’yı Almanların yanında Birinci Dünya Savaşına sokmuştu. Dağılma sürecinde olan Osmanlı’nın geçmişteki parlak günlerinden uzak ordusu geniş bir coğrafyada farklı cephelerde savaşmak durumundaydı. Örneğin, günümüzde Ortadoğu olarak adlandırılan topraklarda açılan cephelerde Fransız ve İngiliz ordularıyla savaşıyordu Osmanlı askerleri. Bu cepheler Osmanlı’nın kaderi ve savaşın gidişatı açısından önemliydi. Ancak henüz Balkan savaşlarının yaralarını sarmadan, asker sayısı, teçhizat, lojistik vb. bakımından zayıf bir orduyla savaşa giren Osmanlı için işler pek yolunda gitmiyordu. İngiliz birlikleri, Osmanlı’nın esareti altında olan Arapların da desteğini alarak Mezopotamya’daki önemli bölgeleri ele geçirmeye başlamıştı. 7 Kasım 1914’te İngiliz-Hint birlikleri Şattülarap’tan kuzeye doğru saldırıya geçmişti. Bir ay içerisinde Basra ve el-Kurna ele geçirilerek güney Irak’ın işgali tamamlanmıştı.
İngiltere’nin amacı Bağdat’ı ele geçirerek Mezopotamya cephesinde önemli bir üstünlük kazanmaktı. Çünkü Bağdat gibi bölgenin en önemli şehirlerinden birinin İngilizlerin denetimine girmesi, Afganistan’dan İran’a kadar birçok cephede muazzam bir etki yaratacaktı. Ancak İngiliz birliklerinin ilerleyişi Osmanlı ordusu tarafından 1915 yılının sonlarında durduruldu. İngiliz ordusu, etrafı Dicle nehri ile çevrili Kut kasabasında kuşatıldı. Hintliler ve İngilizlerden oluşan 12 bin kişilik ordu kuşatmanın uzamasıyla birlikte gıda ve sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. Kuşatmayı yarmak için taarruza geçen yüzlerce askerse öldü. Ancak ölümler daha çok açlıktan ve açlığın zayıflattığı bünyelerin hastalıklara dayanamamasından gerçekleşiyordu. Son çare olarak Halil Paşa’ya İngiliz birliklerinin serbest bırakılması karşılığında bir milyon sterlin teklif edildi. Bu da kabul edilmeyince sonunda 29 Nisan 1916’da kuşatmanın 146. gününde İngiliz ordusu teslim oldu. Kuşatma esnasında İngiliz ve Hintli askerlerin 1700’ü ölmüştü. Esir alınanların 4 binden fazlası ise yollarda ve esir kamplarında ölecekti.
Osmanlı ordusu Kut’ül Amare’de İngiltere’yi yenmişti ancak bu galibiyet savaşın sonucunu değiştiremeyecekti. İngilizler kısa sürede toparlanarak tekrar saldırıya geçtiler ve üstünlüğü yeniden ele geçirdiler. Buna karşılık Osmanlı ve Almanya’nın Arapları kendi taraflarına çekmek için yaptıkları cihad çağrısı ise karşılık bulmadı. Araplar, Fransız ve İngilizlerin kendi çıkarlarını düşündüklerini ve onlara güvenilmemesi gerektiğini bilseler de, bağımsızlık ve özgürlük taleplerine karşı Osmanlı’nın katı tutumu ve Arap liderlerinin cezalandırılması yüzünden Osmanlı karşısında İngilizleri destekliyorlardı. Araplardan oluşturduğu birliklerin de desteğini alan İngiliz ordusu kısa sürede Mezopotamya’yı ele geçirdi. Aralık 1916’da taarruza geçen İngiliz birlikleri önce Kut’ül Amare’deki mevzileri yardılar ve Osmanlı’nın nehir filosunu dağıttılar. Yaklaşık bir sene önce yarım kalan Bağdat seferi bu defa başarıyla sonuçlandı ve Mart ayında Bağdat’a girdiler. 1917’nin sonunda ise Mezopotamya’nın neredeyse tamamı İngiliz denetimine girmişti.
Kut’ül Amare, her sene çeşitli törenlerle anılan Çanakkale Savaşı kadar Cumhuriyet’in takdirine mazhar olamadı. Bunun birkaç temel sebebi olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi ilk safhada Osmanlı ordusu İngiliz ordusunu yenmiş olsa da, sonuçta Osmanlı bu cephede yenilmiş ve İngilizler bölgeyi ele geçirmişlerdi. Ayrıca Dünya Savaşının sonucunu değiştirmeyen bu muharebenin gerçekleştiği bölge de Cumhuriyet sınırlarının dışında kalmıştı. En önemlisi ise Mustafa Kemal’in “Anafartalar komutanı” olarak Çanakkale cephesinde yer almasıydı. Resmi tarihe göre Mustafa Kemal’in üstün askeri dehası ve kahramanlığı sayesinde Çanakkale’de düşman askerlerine geçit verilmemiş ve böylece Birinci Dünya Savaşının kaderi değişmişti. Daha Çanakkale’den nasıl bir lider olacağı belli olan Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşını başlatacak ve vatanı düşmanlardan kurtaracaktı! Böylece bir “tek adam” kültü yaratılacak ve Milli Mücadele içinde yer alan önemli kişiler tasfiye edilecekti. (Detaylı okuma için bakınız; Selim Fuat, Çanakkale Muharebelerine Dair Yalanlar ve Gerçekler, MT, Mart 2014)
Resmi tarih yalanları
Her iktidar kendi politikalarına ve çıkarlarına uygun bir resmi tarih yazar. Bütün kapitalist ülkeler için geçerlidir bu. Osmanlı’nın Anadolu’da kalan toprakları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti de hemen kendi tarihini yazmaya girişti. Osmanlı’yı reddeden kurucu kadro, Türk milliyetçiliğiyle bezeli bir dil ve tarihe ihtiyaç duyuyordu. Bu anlayışa göre, her millet ve medeniyet Türk kökenli, bütün dillerin atası ise Türkçe idi. Kemalist ideolojiyi temellendirmek için kurulan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu safsatalara “bilimsel” kanıtlar üretiyordu. Özellikle uzak tarihe ilişkin, gerçek olması mümkün olmayan absürt tezler üretiliyordu. Konfüçyüs, Buda gibi ünlü isimlerin Türk olduğu iddia ediliyor, Kanuni’ye kadar Osmanlı padişahları övülürken, ondan sonra gelenlerin bozulduğu söyleniyordu.
İktidarın pekişmesi için yakın tarihin de revize edilmesi gerekiyordu. Bu revizyona bakılırsa, son padişah ülkeyi ve milleti satmış, devleti bu durumdan Atatürk kurtarmıştı. Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşını başlatan Mustafa Kemal yedi düveli dize getirerek Türk milletinin gücünü tüm dünyaya göstermişti. Özü itibariyle çok büyük değişikliğe uğramayan bu tarih, ilkokuldan üniversite sıralarına kadar halen okutuluyor. Kurtuluş Savaşının anti-emperyalist olduğu, kahraman Türk askerinin başarısı ve kahraman ve fedakâr Türk köylüsünün desteği sayesinde zaferle sonuçlandığı anlatılıyor. Oysa Kemalizmin bu resmi tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Ne Kurtuluş Savaşı anti-emperyalist özelliklere sahiptir ne de Anadolu halkı savaşı bu derece sahiplenmiştir. Tersine savaşlardan bıkmış olan halk yeniden asker olmak, savaşmak istemiyordu. Meselâ Kurtuluş Savaşı boyunca toplam kayıp sayısı 36.239’dur. Üstelik bunun 22.543’ü çeşitli hastalıklardan hastanelerde ölenlerdir. Çarpışarak ölenlerin 8505’i savaşta ölmüşken, geri kalan 2838’i askerden kaçarken vurulmuştur. Sabahattin Selek’in Anadolu İhtilali adlı kitabından bu rakamlar, Kurtuluş Savaşının resmi tarihin sunduğu gibi bir kahramanlık destanı olmadığını gözler önüne seriyor.
“M. Kemal’in önderliğindeki düzenli ordu, sanılanın aksine emperyalist güçlerle doğrudan bir askeri çatışmaya girmemiştir. Çünkü 1921 Londra Konferansından sonra Batılı işgalci güçler askeri birliklerini Anadolu’dan çekmeye başlamışlardır. Sonuç olarak, Kurtuluş Savaşı denilen şey, gerçekte doğuda Ermenilere ve en çok da batıda Yunan işgaline karşı yürütülen bir savaş olmuştur. Ne İstanbul ve çevresini işgal eden İngilizlere karşı, ne Ege ve Akdeniz bölgelerini işgal eden İtalyanlara karşı, ne de Anadolu’nun güney ve güneydoğusunu işgal eden Fransızlara karşı bir savaş yürütülmüştür. Fransız kuvvetlerine karşı küçük çaplı bir silahlı direniş olmuşsa da, buradaki Fransız kuvvetlerinin gerçekte Ermenilerden oluşturulmuş birlikler olduğu unutulmamalıdır.” (Türkiye’de Kapitalist Gelişme Sürecinin ve İşçi Hareketinin Kısa Tarihi, marksist.com)
“Kurtuluş Savaşı”nın çapı, Cumhuriyeti kuranların egemenliklerini güçlendirmeleri ve kalıcı hale getirmeleri için yeterli değildi. Bu yüzden Türkiye burjuvazisinin resmi ideolojisi olan Kemalizm, bu tarihi çarpıtarak, tahrifatlar, abartılar yaparak “Kurtuluş Savaşı”nı bir destana çevirdi. Bugün iktidarda olan AKP ise Kemalist resmi tarih yerine kendi tarihini yazıyor. Kemalist resmi tarihin mihenk taşlarından Çanakkale Savaşı AKP’nin tarih yazımının en önemli bölümlerinden birisi oldu. 18 Mart, AKP iktidarı ile birlikte Şehitler Günü olarak anılmaya başlandı. “Anafartalar komutanı” mitinin yıkılması için çalışmalar başladı. AKP’nin ideologları Mustafa Kemal’in aslında Çanakkale Savaşında önemli bir rolü olmadığını, tersine askeri açıdan yetersiz bulunduğunu, ondan daha üst düzey komutanların olduğunu fakat Kemalistlerin bu gerçekleri yıllarca sakladıklarını ve bir mit yarattıklarını yazıp çizmeye başladılar. Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolüne dair bu söylenenler doğru olmakla birlikte AKP’nin niyeti tarihi efsanelerden arındırıp gerçekte ne olduğunu anlatmak değildi kuşkusuz. AKP de, tabanını sağlamlaştırmak için kendi resmi tarihini yazmak istiyordu. Erdoğan bu yüzden bu seneki törenlerde “Çanakkale ruhunu” kavramanın ne kadar önemli olduğundan dem vurarak ilgili bakanlıklara bu konuyu öncelikli olarak görmeleri talimatını verdi.
Şimdi, AKP’li ideologlar, Kut’ül Amare muharebesini de tıpkı Çanakkale Savaşı gibi ideolojik bir araç haline getirmeye çalışıyorlar. Bunun ilk adımı olarak 29 Nisan 2016’da 100. yıl kutlamaları yapıldı. Törende yaptığı konuşmada Erdoğan “Biz ne yapmışız, kendi tarihimizi gömmeye çalışmışız. Kut’ül Amare zaferi bunun en çarpıcı örneğidir. Bizim okullarda okutulan tarih kitaplarında Çanakkale Savaşı biraz işlenir. Ama bunun dışındaki olaylar görmezden gelinmiştir… Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini neredeyse 1919 yılından başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa biliniz ki o kişi milletimizin de devletimizin de hasmıdır.”
Erdoğan’ın tarihe dair bu sözleri elbette doğrudan bugünle alâkalıdır. AKP/Erdoğan iktidarı geçmişte Osmanlı’nın egemenlik sürdüğü Ortadoğu üzerinde kendilerini hak sahibi olarak görüyor. Erdoğan/Davutoğlu ikilisinin projesi olarak başlayan “komşularla sıfır sorun” politikası Türkiye’nin Ortadoğu’nun ağabeyi olmasını sağlayamadı. Adeta Türkiye’nin dış politikası bu “stratejik derinlikte” boğuldu. Fakat bir ölüm-kalım savaşımına giren Erdoğan iktidarının emperyal heveslerinden vazgeçmesi mümkün değildi. Rus uçağının düşürülmesine kadar ilerledi bu maceracılık. İşte AKP bu emperyalist maceracılığını kitleler nezdinde meşrulaştırmak için Kut’ül Amare’ye referans yapıyor. AKP’nin önemli ideologlarından İbrahim Karagül, Erdoğan’ın Kut’ül Amare’den bahsetmesini “tarihin kendi akışını bulması” olarak değerlendirerek “Kut’ül Amare’yi niye şimdi hatırladık?” sorusunun cevabını açık açık yazdı: “Katar’daki üs yetmez. Türkiye, bir an önce S. Arabistan’da, Lübnan’da, Yemen’de ve Suriye’nin her bölgesinde askeri olarak varolma yoluna gitmelidir. Bölgesel savaş hazırlığı varsa, bölgesel savunma hazırlığı da hızlandırılmalıdır.” (İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 29/04/2016)
Hem Erdoğan hem de Davutoğlu 100. yıl kutlamalarında yaptıkları konuşmalarda Türk tarihinin bugüne kadar yeterince anlatılmamış olmasından, Kut’ül Amare’nin sistemli bir şekilde unutturulmaya çalışılmasından şikâyet ettiler. Ders kitaplarında 1919’dan başlatılan tarih anlayışını reddettiğini söyleyen Erdoğan aslında AKP’nin emperyal hedeflerine uygun olarak Osmanlı tarihinin ön planda olduğu bir resmi tarih istiyor. Tıpkı Kemalist rejimin resmi tarihi gibi Erdoğan rejiminin tarihi de menkıbelere ve yalanlara dayalıdır. Tarihi gerçekleri dile getirenler veya Erdoğan’ın istediği Osmanlı tahayyülünü bozacak girişimlerde bulunanlar Erdoğan’ın hışmına uğruyorlar. Çünkü tarihi gerçekler Erdoğan rejiminin bölgesel politikaları için ihtiyaç duyduğu ideolojik tarih anlayışına zarar veriyor. Mehmet Sinan 2012 yılında kaleme aldığı makalesinde, Erdoğan’ın Osmanlı hakkındaki gerçek dışı iddialarına dair şunları yazmıştı:
“Tarih konusunda devirdiği çamların yüzüne vurulması umurunda bile olmadı Erdoğan’ın. Çünkü onun amacı, tarih bilimine sadık kalmak falan değil, kendi tarih algısını, hitap ettiği kitleye gerçekmiş gibi yutturabilmekti. Evet, Erdoğan’ın yaptığı aslında bir ideoloji oluşturma gayretiydi sonuç olarak. Yüksek bir kürsünün üzerine çıkıp, oradan «ecdadımız» hakkında nutuk serdeden Erdoğan, tarihçilerin ve tarihle ilgilenen aydınların başlarının üzerinden arka sıralara bakarak, orada toplaşmış olan ahaliye hitap ediyordu aslında. Gerçek bir tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun olan bu ahaliye Erdoğan kendi ideolojik tarih anlayışını, yani fetihçi bir büyük devletin ideolojisini benimsetmeye çalışıyordu. Kemalizm, misak-ı milli sınırları içerisinde inşa edilmeye çalışılan bir ulus-devletin ideolojisiydi. Bugün Erdoğan ve ekibinin yapmaya çalıştığı ise, bölgesinde büyük güç olmayı amaçlayan ve yayılmacı emeller taşıyan bir devlete ideoloji oluşturmaktır. Birincisinde içe kapanmacı, korunmacı, güvenlikçi politikalar («yurtta sulh cihanda sulh» söylemi) belirleyici olurken, ikincisinde dışa açılmayı, bölgesinde emperyal bir güç olmayı hedefleyen politikalar belirleyici olmaktadır. Nitekim Erdoğan’ın bu son dönemdeki Osmanlı sevdası ve «ecdadımız» söylemi de işte bu yayılmacı politikaların bir gereği olarak anlaşılmalıdır.” (Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP/3, 27 Kasım 2012, marksist.com)
2012’den bu yana çok şey değişti. AKP’nin yayılmacı politikasının kılıfı olan “komşularla sıfır sorun” politikası çöktü. Türkiye dış politikada attığı maceracı adımlarla giderek yalnızlaştı. Fakat AKP iktidarı ve Erdoğan yayılmacı emellerinden vazgeçmedi. Osmanlı’nın geçmişte hüküm sürdüğü Müslüman coğrafya iktidarın iştahını kabartmaya devam ediyor. Bu yüzden tarihin tozlu sayfalarından yeni destanlar çıkartılıyor veya eski destanlar yeni politikalara uygun biçimde revize ediliyor. Fakat unutulmasın ki ne Kut’ül Amare, ne Sarıkamış, ne de Çanakkale Osmanlı’yı ve o dönemin maceracıları olan İttihat ve Terakkicileri kurtarabildi.
link: Suphi Koray, Kut’ül Amare: AKP’nin Yeni Menkıbesi, 23 Mayıs 2016, https://marksist.net/node/5116
2023’e Doğru Gelir Eşitsizliği Giderek Artıyor
Gerçeğin Işığını Taşıyanlara