İran ile 5+1 ülkeleri (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi olan ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya) arasında, İran’ın nükleer programı üzerine uzun süredir devam eden görüşmelerde, taraflar, ön anlaşmaya varıldığını Nisan ayı başında açıkladılar. İran’ın nükleer programı 12 yıldır ABD ile İran arasındaki çekişmenin ana kaynağı durumundaydı. Ortadoğu’da devam eden hegemonya kavgasına dâhil olan tüm güçler, Batı ile İran arasındaki nükleer uzlaşmanın dengeleri nasıl etkileyeceğini hesaplamaya çalışıyor.
Nihai anlaşmanın Haziran ayı sonunda imzalanması bekleniyor. Kamuoyuna açıklanan ön anlaşmaya göre, önümüzdeki 15 yıl boyunca İran’ın nükleer programı kademeli olarak daraltılacak. ABD’nin İran’daki nükleer tesisleri izleme yetkisi olacak. Buna karşılık ABD’nin, BM’nin ve AB’nin İran’a yönelik yaptırımları kalkacak. Petrol başta olmak üzere malların ticareti, nakliye ve bankacılık önündeki engellerin kaldırılması İran’ın dünya ekonomisiyle yeniden entegre olmasını sağlayacak.
Uluslararası yaptırımlarla ekonomik çöküntü yaşayan, işçi ücretlerinin yıllık %100’e varan yüksek enflasyon karşısında her geçen gün eridiği, küçük-burjuvazinin iflasa sürüklendiği İran’da anlaşma haberi, ekonominin düzeleceğine dair yeni bir umut yarattı. İran’da asgari ücret 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının dörtte biri düzeyine gerilemiş durumda. Buna rağmen milyonlarca işçi asgari ücretin bile altında ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor. İşçi ücretleri düzenli ödenmiyor. Yüz binlerce işçi ücretlerini aylar boyu alamıyor.
İran rejimi içerisinde anlaşmaya dair tereddütler yaşansa da, genel olarak anlaşma olumlu karşılandı ve Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in başarısı olarak değerlendirildi. Aslında 2013 seçimlerinde İran rejimi, “reformcu” diye parlattığı Ruhani’yi cumhurbaşkanı seçtirterek Batı ile yaşanan krizi yumuşatmak istediğinin sinyalini vermişti.
ABD cephesinde ise İran’la anlaşmaya karşı çıkan lobilerin daha sert bir muhalefeti söz konusu. Obama ve John Kerry ABD Kongresinde “yaptırımlar sayesinde İran’ı anlaşma masasına oturmak zorunda bıraktık” diyerek anlaşmayı pazarlamaya çalıştılar. Anlaşmaya muhalefet eden lobilerin talebi ise İran’a tamamen boyun eğdirmek, İran’ın nükleer çalışmalarına tamamen son verdirmek ve kapitülasyonlar dayatmaktır. Bu anlaşmanın İran’ın nükleer silahlanma için gerekli altyapıyı edinmesini engellemediğine, hatta İran’ın nükleer silaha sahip ülkeler arasına kabul edilmesi anlamına geldiğine dair eleştiriler de dile getiriliyor.
İran’ın nükleer hikâyesinin ve bu konu üzerinden ABD ile kurulan ilişkilerin çok daha eskilere uzanan bir mazisi var. İran örneği, başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçlerin nükleer silahlanma konusundaki ikiyüzlü politikalarının tekrarından ibarettir.
İran, resmi açıklamalarında nükleer silah üretmeyeceğini, nükleer enerjiyi tamamen sivil ve barışçıl amaçlarla kullanacağını söylese de gerçek bu değildir. İran nükleer silah üretme tehdidini bir pazarlık kartı olarak kullanıyor. Nükleer silah üretecek tesislere ve teknolojiye sahip olabilen, üstelik de bölgesel güç ve etkinliğini arttırma iddiasındaki bir burjuva devletin nükleer silah üretmekten geri duracağını düşünmek için fazlasıyla naif olmak gerekir.
Batılı emperyalistlerden gelen basınç ve yaptırımlar İran egemenleri açısından caydırıcı olamadı. Burjuva iktidarlar açısından, iç politikadaki sıkışıklıkları aşmak için dış tehdidi kullanmanın ve içerideki çatlak sesleri susturmanın da genellikle işlevsel olduğunu, İran’daki gibi baskıcı rejimlerin dışarıdan gelecek basınçlara karşı son derece dirençli olabildiğini unutmamak gerekiyor. Kendi bölgelerinde hegemonya alanı oluşturmaya çalışan kapitalist devletlerin nükleer silah elde etme çabalarının da işçi sınıfı nezdinde “masum” görülmesi ya da bu tür kapitalist devletlerin “ezilen” kategorisinde değerlendirilmesinin ve nükleer silah üretme çabalarının “öz savunma” çerçevesinden değerlendirilip hoş görülmesinin mümkün olmadığı ortadadır. Öte yandan ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, İsrail, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerin ellerindeki nükleer bombaların daha az tehlikeli olduğunu söylemek de aklı başında insanın harcı değildir.[*]
İran’ın nükleer programı
Şah rejimi altındaki İran, ABD ile sıkı işbirliği içerisindeydi. Şah rejiminin yıkıldığı 1979’a kadar ABD ve Batılı devletler İran’ın nükleer programını desteklemişlerdi. İran’ın nükleer programı, 1950’li yıllarda ABD’nin yardımlarıyla “Barış için Atomlar” programı çerçevesi içerisinde başlatılmıştı. Türkiye ve İran’ın da dahil olduğu çeşitli ülkeleri içine alan bu program, ABD tarafından, dünyada kontrol dışı yeni nükleer güçlerin çıkmaması için daha baştan bu ülkeleri denetim altına almak üzere oluşturulmuştu. Bir yandan bu ülkelere belli ölçüde nükleer teknoloji veriliyordu, ama aynı zamanda bunlar belli kontrol ve düzenlemelere tâbi kılınarak nükleer teknolojinin sivil amaçlar dışında kullanılmaması sağlanıyordu. Bu programın bir hedefi de, bu ülkelerin SSCB’nin nüfuz alanına girmemesini sağlamaktı.
1957’de ABD ile İran arasında “Nükleer İşbirliği Anlaşması” imzalandı. 1967’de İran Atom Enerjisi Kurumu tarafından işletilen Tahran Nükleer Araştırmalar Merkezi kuruldu. Aynı yıl ABD, İran’a 5,5 kg zenginleştirilmiş uranyum ve 112 gr plutonyum verdi. 1970’de Rıza Şah Pehlevi, ABD desteğiyle ülke çapında 20 nükleer enerji santrali inşa etme planını açıklamış ve Batılı şirketlerle anlaşmalar imzalamaya başlamıştı. 1974’de İran, Atom Enerjisi Eylem Planı’nı açıkladı. Bu plan, atom enerjisinin ve radyasyonun, sanayide, tarımda ve hizmet sektörlerinde kullanım planlarını, santralleri ve arındırma tesislerini ve nükleer endüstrilere hammadde üretimini içeriyordu. Şah, Fransız Atom Enerjisi Komisyonu’na Avrupa’da bir uranyum işleme şirketi kurmaları için 1 milyar dolar ödedi. Karşılığında İran, üretilen zenginleştirilmiş uranyumun %10’unu alacaktı. Ancak İran bu hakkını asla kullanamayacaktı. 1975 yılında ABD’li MIT (Massachusettes Institude of Technology) Üniversitesi ile İran Atom Enerjisi Kurumu arasında İranlı nükleer mühendislerin eğitimi konusunda anlaşma yapıldı. Aynı yıl İran, Namibya’daki uranyum madeninin %15’lik hissesini satın aldı. Ne var ki ilerleyen yıllarda İran, uluslararası baskılar yüzünden Namibya’dan tek gram uranyum getirtemeyecekti.
1979’da Şah’ın devrilmesi ve mollaların iktidara gelmesiyle nükleer program donduruldu. Batılı şirketlerle yapılan anlaşmalar iptal oldu. Yeni rejimin ABD ve Batı karşıtı bir pozisyon alması, daha önce İran’ın nükleer programını destekleyen başta ABD olmak üzere tüm Batı’nın tutumunu değiştirecekti.
1982’de İran, kendi uranyumu ile çalıştıracağı bir reaktörü İsfahan’da kuracağını açıkladı. 1983’de Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu müfettişleri İran’daki tesisleri incelemelerinin ardından yazdıkları raporda, zenginleştirilmiş uranyum üretimi ve yakıt dönüşüm teknolojileri için İran’la yardım anlaşması imzalanmasını öneriyorlardı. Bu yardım önerisi ABD’nin baskısı altında ortadan kalkacaktı. 1985 yılında İran, Suriye ve Libya, İsrail’in nükleer tehdidine karşılık olarak nükleer silah geliştireceklerini açıkladılar.
1990 yılında İran, inşası yarım kalan nükleer tesislerin yeniden inşası için Sovyetler Birliği ile görüşüyordu. SSCB’nin dağılmasıyla görüşmeler sonuçsuz kaldı. 1992 yılında İran, Çin ile 950 megawattlık 2 reaktörün inşası için anlaşma imzaladı. Ancak bu reaktörlerin inşası hiç başlamadı. 1996’da da İran ile Rusya ve Çin arasında anlaşmalar imzalanacak, ABD’nin baskısıyla Çin anlaşmadan çekilecekti.
2002 yılı sonunda ABD, İran’ı nükleer silah geliştirmekle suçladı. O dönemde, “terörizme karşı küresel savaş” ilan ettiğini söyleyerek emperyalist savaşın fitilini yakan Bush ekibinin yönetimindeki ABD, Afganistan’ı işgal etmişti, Irak’ı işgal etmenin ise arifesindeydi. Büyük Ortadoğu Projesi yürürlüğe sokulmuştu. ABD tüm ülkelere tehditkâr bir biçimde “ya yanımızda ya karşımızdasınız” diyordu.
20 Mart 2003’de ABD’nin Irak işgali başladı. Aynı günlerde İran, kendisini de tehdit eden ABD saldırganlığını savuşturmak için, bir görüşme taslağı önerdi. Taslağa göre İran, tam şeffaflık, nükleer silahlanma çabalarından vazgeçme, Irak’ta istikrar için işbirliği, İsrail işgaline direnen Filistinli gruplara desteği durdurma ve ilişkileri normalleştirme teklif ediyordu. Bush ve Cheney yönetimi böyle bir taslak çerçevesinde görüşmeyi reddettiği gibi teklife aracılık eden İsveç büyükelçisine de kızgınlıklarını ifade ettiler.
2003 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu raporunda İran’ın atom bombası yapmaya çalıştığına dair hiçbir delil olmadığı açıklandı. Buna karşın Bush yönetimi “delil yok” sonucuna inanmanın mümkün olmadığını iddia ediyordu. ABD kamuoyuna sürekli “tehdit altındayız” mesajı verilmeli, Ortadoğu’da çıkılan emperyalist seferler haklı gösterilmeliydi.
İran nükleer silahların yayılmasını önleme anlaşmasını ve ek protokolleri imzalamıştı. 2004 yılında ise İran Dışişleri Bakanlığı, yüksek teknik kapasiteye sahip olan İran’ın uluslararası toplum tarafından nükleer kulübün bir üyesi sayılması gerektiğini, bunun geri döndürülemez bir süreç olduğunu ilan ediyordu. Aynı yıl uranyum zenginleştirmek için tesislerin inşasına kalındığı yerden devam edildiği açıklandı. ABD, İran’ın amacının nükleer silah üretmek olduğunu söylüyordu.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu İran’dan alınan bazı uranyum numunelerinin Pakistan ve Rusya kaynaklı olduğunu açıklamıştı. İsrail, nükleer silah yapmasını önlemek üzere İran’ı vurmakla tehdit ediyor; İran ise nükleer programına saldırıda bulunacak İsrail ya da başka bir devlete şiddetle misilleme yapacağını ilan ediyordu. İran’daki egemenler uranyum zenginleştirmenin hakları olduğunu söylüyordu. AB ise İran’a uranyum zenginleştirmekten vazgeçmesi karşılığında nükleer enerjinin sivil kullanımı için teknik destek vaat ediyordu.
İran’ın İsrail, AB ve ABD ile uranyum zenginleştirme konusundaki çekişmesi yıllarca devam etti. Karşılıklı açıklamaların, tehditlerin, restleşmelerin, yapılan ya da kısmen engellenen uluslararası denetimlerin, yazılan raporların, yapılan görüşmelerin ve gerilimlerin ardı arkası kesilmedi. İran’ın uranyum zenginleştirerek nükleer silah imal edebilir hale gelme arzusu, İran egemenlerinin bölgesel emperyalist güç haline gelmek ve bu durumu Batılı emperyalistlere de kabul ettirmek istemesinden kaynaklanıyordu. Batılı güçler ve İsrail başta olmak üzere bölgedeki diğer ülkeler ise İran’ın böyle bir pozisyona gelmesini engellemeye çalışıyordu.
Yaşanan gerilimler bazı dönemler İran’a askeri operasyon düzenlenmesini hatta savaşı gündeme getirdi. Ancak ABD’nin Afganistan ve Irak seferlerinden istediği sonucu elde edememiş olması, Rusya tarafından da desteklenen İran’ın Irak ve Afganistan’a göre çok daha büyük lokma olması, savaş tehdidi ciddileştiği anlarda İran’ın uzlaşmacı mesajlarla diplomatik manevralara girişmesi, her defasında savaş planlarının rafa kaldırılmasına yol açtı. Uranyum zenginleştirmeyi belli bir ölçüde başaran İran’ın nükleer silah üretip üretemediği ya da ne miktarda üretebildiği kesin olarak bilinmiyor.
2013’den bugüne
ABD 2013 Mart ayında İran’la başlattığı görüşmeleri bir süre gizli tuttu. Kasım 2013’de 5+1 ülkeleriyle İran arasında geçici bir mutabakata varıldı. İsviçre’de imzalanan bu geçici anlaşma, İran’ın nükleer programının yeni aşamalarını dondurması karşılığında ekonomik yaptırımların zayıflatılmasını içeriyordu.
2013’de başlayan süreç bugüne kadar ilerledi. Bu arada Ortadoğu’da dengeler sürekli değişim gösterdi. Suriye’deki iç savaş Irak’a da yayıldı. Esad rejimini yıkmak ve bölgeyi istikrarsızlaştırmak için kullanılan cihatçı gruplar fazlasıyla güçlendi. Bölge halkları Şii-Sünni ekseninde ayrıştırıldı ve iç çatışmalar bölgeyi sardı. Hizbullah üzerinden Lübnan’da güçlü bir etkiye sahip olan İran; Irak ve Suriye’de yürüyen çatışmalarda da önemli pozisyon elde etti. Bugün IŞİD’e karşı savaşın başını çeken güçlerin önemli bir kısmı İran’ın kontrolünde. İran’ın desteklediği Husiler Yemen’de iktidarı ele aldı. Bölgenin Şii-Sünni ekseninde kamplaşmasına paralel olarak İran, bölge ülkelerindeki Şii nüfus üzerinde etkisini arttırdı.
Suudi Arabistan’ın başını çektiği 10 ülkenin Yemen’e saldırısı, İran’la yürüyen nükleer müzakerelerin ön anlaşmaya varmasının hemen öncesine denk getirildi. ABD, Suudi koalisyonun Yemen saldırısına destek verdi. Öte yandan İran’la nükleer silahlanma sorununda uzlaşma görüşmelerine de devam etti.
Başta Suudi Arabistan olmak üzere Sünni koalisyona katılan ülkeler İran’la nükleer uzlaşmaya varılmasından hiç hoşnut değiller. İran ile yürütülen nükleer görüşmelerin her aşamasını sabote etmeye çalışan İsrail başbakanı Netanyahu, varılan ön anlaşmayı da “tarihi hata” olarak niteliyor. ABD’yi ziyaret eden ve Obama ile görüşmeyen Netanyahu, ABD Kongre’sini ve Senato’yu Obama’ya karşı harekete geçirmeye, İran’la varılan uzlaşmayı geçersiz hale getirmeye çalıştı.
ABD’nin İran’la nükleer konusunda geçici bir uzlaşmaya varması ve İran’a yönelik yaptırımların zayıflatılması İran’ın elini güçlendirecektir. ABD, bu anlaşmanın orta vadede asıl kazananı olmayı hesaplıyor. Batı’yla ve dünya ekonomisiyle daha fazla entegre olacak bir İran’ın ABD ve Batı etkisine daha açık hale gelmesi bekleniyor. Üstelik ABD bu uzlaşma sayesinde İsrail’in, Suudi Arabistan’ın ve Türkiye’nin kendisiyle daha uyumlu hareket etmek zorunda kalacağını hesaplıyor. ABD, İsrail’in her istediğini dayatmasından, Suudi Arabistan’ın petrol piyasasını yönlendirmesinden, cihatçı grupları finanse etmesinden, Selefiliği kontrolsüzce yaymasından; Türkiye’nin Suriye’de IŞİD ve El Kaide’nin başını çektiği cepheyi silahlandırmasından, Müslüman Kardeşler’le girdiği ortaklıktan ve diğer emperyalist hesaplarından nicedir rahatsızlık duyuyor. Kısaca bölgedeki ABD müttefiklerinin başlarına buyruk davranışlarını İran tehdidi ile sınırlandırmak, ABD açısından işlevsel olabilir. Söz konusu müttefikler ABD ve Batı’nın İran’la yakınlaşmasına tepki gösterseler de, sonuçta İran tehdidi karşısında ABD’ye daha yakın durmak zorunda kalacaklardır.
Elbette emperyalist hegemonya savaşının devam ettiği koşullarda, hangi anlaşmaların ne kadar geçerli olacağını, dengelerin nasıl değişeceğini, ittifakların nasıl şekilleneceğini, yapılan hesapların ne kadarının tutacağını önceden bilmek mümkün değildir.
[*] Nükleer silahlar halen insanlık için büyük tehdittir. 1945’de ABD, 1949’da Rusya, 1951’de İngiltere, 1960’da Fransa, 1965’de Çin, 1974’de Hindistan, 1988’de Pakistan nükleer silah edindi. İsrail, Kuzey Kore ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin de nükleer silah ürettiği ya da edindiği biliniyor. “Soğuk savaş” yılları boyunca ABD, NATO üyesi Avrupa ülkelerindeki ve Türkiye’deki üslerine 1400 nükleer bomba konuşlandırmıştı. Amerikan Bilimadamları Federasyonu, bugün bu sayının 6 askeri üs ve 240 adet ile sınırlandırıldığını, 90’ar nükleer bomba ile ABD’nin en fazla nükleer bombasını bulunduran ülkelerin İtalya ve Türkiye olduğunu açıklamıştır. “The Atomic Scientists” dergisinde yayınlanan bir makalede ise altı Avrupa ülkesinde halen 480 nükleer bomba olduğu ileri sürülüyor. İncirlik üssündeki 90 atom bombasının 50’sinin ABD’ye ait olduğu, 40’nın ise ABD denetim ve iznine bağlı olmak kaydıyla Türkiye’ye bırakıldığı iddia edilmektedir. 2005 yılında İncirlik’teki atom bombaları ile ilgili TBMM’ye verilen soru önergesi Savunma Bakanlığı tarafından gizlilik gerekçesiyle yanıtsız bırakılmıştır.
link: Serhat Koldaş, İran’la Batı Arasındaki Nükleer Görüşmeler, 26 Nisan 2015, https://marksist.net/node/4159
İşçiye Kara Delik, Patronlara Cömertlik
Ermeni Soykırımı 100. Yılında