Tüm dünya burjuvazisinin dikkatle takip ettiği ABD başkanlık seçimleri, beklendiği gibi Obama’nın ikinci kez başkan seçilmesiyle sonuçlandı. Demokrat Parti’nin adayı Barack Obama 62,1 milyon oyla geçerli oyların %50,7’sini alırken, Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney 58,8 milyon oyla %47,8’de kaldı. Dev şirketler Cumhuriyetçilerin ve Demokratların seçim kampanyalarına 3 milyar dolara yakın bağış yaptılar. Önceki seçimlerde olduğu gibi bu iki burjuva partisinin başkan adayları milyarlarca dolarlık dev reklâm kampanyalarıyla kitlelere pazarlandılar.
Dünyanın en önemli seçimi olarak gösterilmesine ve milyarlarca dolar harcanarak aylar boyu kampanyalar yürütülmesine rağmen, ABD başkanlık seçimlerine dünyanın gösterdiği ilgiyi Amerikan halkı göstermedi. ABD Seçmen Araştırma Merkezi verilerine göre bu seçimlerde, çoğu eyalette seçmenlerin sandığa gitme oranı %50’nin bile altında kaldı. 314 milyon nüfuslu ve 250 milyona yakın kayıtlı seçmen bulunan ABD’de sadece 122 milyon kişi sandık başına gitti. Obama’nın parlatıldığı ve umut olarak pazarlandığı 2008 seçimlerine göre katılım %10 azaldı. ABD’de seçimlerin hafta içi, yani iş günü yapılması da işçilerin seçime katılımını zorlaştırdı. Çoğu işçinin sandığa gitmek için işyerinden izin alması ve saatlerce kuyruk beklemesi gerekiyordu. Ancak işçilerin sandık başına gitmemelerinin asıl nedeni bu değil. Bu kitlelerin seçimlerle hiçbir şeyin değişmediği yönündeki kanaati, burjuvazinin seçim heyecanı yaratma çabalarını boşa çıkarıyor.
Yaşlıların seçime katılım oranı nispeten daha yüksek. Genç nüfusun seçimlere katılımı ise çok daha düşük oranlarda. Seçmen nüfusun %72’sini beyazlar, %13’ünü siyahlar, %10’unu Hispanikler, %3’ünü Asyalılar ve %2’sini diğer etnik gruplar oluşturuyor. Seçimlere işçiler ve genç nüfus çok düşük bir ilgi gösteriyor. Cumhuriyetçi Parti geleneksel olarak esasen orta sınıf yaşam standartlarına ulaşmış muhafazakâr beyazlardan destek görüyor. Cumhuriyetçiler son seçimlerde de beyaz oyların %59’unu aldı. 45 yaş üstü Amerikalıların da çoğunluğu Cumhuriyetçileri destekliyor. 45 yaş altında ise Demokratların ağırlığı var. Demokratlar siyah oyların %93’ünü, Hispaniklerin ve Asyalı göçmenlerin oylarının ise dörtte üçünü alıyor. Irkçı, yabancı düşmanı ve elitist çizgiler taşıyan muhafazakâr Cumhuriyetçiler, siyahların ve göçmenlerin çoğundan destek göremiyor. Obama ise renk avantajını kullanarak bu kesimlere daha sempatik görünmeyi başarıyor. Oy veren kadın seçmenlerin de %55’i bu seçimlerde Obama’yı destekledi. Ancak bu %55’in ilginç bir dağılımı var. Evli kadınların sadece %46’sı Obama’yı desteklerken, bekâr kadınların %67’si Obama’yı destekliyor. Bu farklılığın önemli sebeplerinden birisini kürtaj sorunu oluşturuyor. Cumhuriyetçiler kürtajın yasaklanmasını savunurken, Demokratlar kürtaj hakkından yana. Sağlık sigortasını en önemli sorun olarak gördüğünü söyleyenlerin %75’i Obama’yı desteklerken, “ülkenin en büyük sorunu bütçe açığıdır” diyenlerin %66’sı Romney’i destekledi.
ABD demokrasisi: İki burjuva partiye mahkûm eden seçim sistemi
ABD’deki siyasi rejim geleneksel olarak iki burjuva partisinin tekelindedir. Seçim rekabeti tümüyle bu iki burjuva partisi arasında dönüyor. Sistem üçüncü bir siyasi gücün ortaya çıkmasına ve gelişmesine olabildiğince engel oluyor. Bazı eyaletlerde aday olarak oy pusulalarına girebilmek için milyonlarca dolar harcamak gerekiyor. Bazı eyaletlerde ise aday olarak kabul edilmek için on binlerce imza toplamak gerekiyor. Kimi eyaletlerde toplanması gereken imza sayısı 750 bine kadar çıkıyor. Bazı sosyalist partilerin adayları, başkanlık seçimlerine sadece sosyalist fikirlerini açıklama imkânı bulmak için katıldı. Ancak çoğu eyalette yasal ve parasal bariyerler yüzünden seçimlere giremediler.
Her ne kadar adına “başkanlık seçimleri” denilse de ABD’de aslında halk doğrudan başkanı seçmiyor. 50 eyaletteki seçmenler, dört yılda bir, başkanı ve başkan yardımcısını belirleyecek olan Seçiciler Kurulunun üyelerini seçiyor. Eyaletler, nüfus büyüklüğüyle orantılı sayıda kişiyi Seçiciler Kuruluna üye olarak seçiyor. Bir eyalette çoğunluğu hangi parti sağladıysa o eyaletin tüm Seçiciler Kurulu üyeleri o partiden belirleniyor. Tek bir ulusal oy pusulası yok. Her eyalette farklı yasalar var. Yani her eyalette oy pusulasına girebilmek için farklı şartları yerine getirmek gerekiyor. Bir parti herhangi bir eyalette %49 oranında oy almayı başarsa bile bu parti Seçiciler Kuruluna bir üye bile gönderemiyor. Böyle bir sistem üçüncü partilerin seçiciler kuruluna dahil olma şansını da tamamen yok ediyor.
Sönüp pörsüyen Obama balonu
2008 seçimlerinde Obama, Cumhuriyetçi rakibinden 7,5 milyon fazla oy almıştı. 6 Kasım seçimlerinde ise Obama, rakibi Romney’den 3 milyon 350 bin fazla oy alabildi. Üstelik Romney’in zengin işadamlarıyla yediği bir yemek sırasında emekçileri, yoksulları ve yardıma muhtaç insanları alenen aşağılayan sözlerinin kamuoyuna yansımasına rağmen. Romney seçimlere bir ay kala, kendisi gibi işadamlarıyla basına kapalı bir mekânda yemek yerken, ABD nüfusunun %47’lik kısmının kendisini hiç ilgilendirmediğini, bu kesimin devlet yardımına muhtaç acizlerden oluştuğunu söyledi. Bu sözler basına servis edildiğinde Mitt Romney gibi kibirli züppe işadamlarının yoksullara nasıl tepeden baktıklarını ve aşağıladıklarını herkes öğrenmiş oldu. Romney’in muazzam servetini geçmişte nasıl edindiği de şüpheli. Vergi levhasını kamuoyuna gösterememiş ve güven yitirmiş bir adaydı. Üstelik Romney muhafazakâr Hıristiyanların bile antipatiyle baktığı Mormon tarikatına mensup. Romney, jet-ski, kayak ve yatçılık gibi pahalı zevklere sahip, her açıdan halka itici görünen bir başkan adayıydı. Kürtajın yasaklanmasını isteyen, kadınlara ve eşcinsellere yönelik ayrımcı düşüncelerini gizlemeyen, jöleli saçları ve garip mimikleriyle züppe bir burjuva tiplemesi çiziyordu. Rakibinin tüm bu dezavantajlarına rağmen seçmenler Obama ile Romney arasında ciddi bir fark göremediler. Çünkü Obama’nın başkanlık koltuğuna oturduğu 2009 yılı başından bu yana geçen yaklaşık 4 yıl, 2008 yılındaki seçim kampanyası boyunca ABD’de ve tüm dünyada Obama üzerinden yaratılan umutların hiçbir gerçekçi yanı olmadığını ortaya koydu.
Hatırlanacağı üzere 2008 yılında dünya burjuvazisi Obama balonunu şişirmek için nefes tüketiyordu. 2008’de kapitalizmin küresel krizi patlak vermişti ve burjuvazi tüm insanlığa yeni umutlar pompalamanın peşindeydi. ABD emperyalizmi Irak ve Afganistan’da 1 milyondan fazla ceset bırakmış, Ortadoğu’yu kana boyamıştı. Obama sözde krize, yoksulluğa, işsizliğe, savaşlara ve ırkçılığa son verecek, sosyal güvenceleri yaygınlaştıracak, herkese sağlık güvencesi sunacaktı. Babası Müslüman olan Obama, medeniyetler çatışmasının değil uzlaşmanın sembolü olarak pazarlandı. Marksist Tutum’un 2008 Aralık sayısında İlkay Meriç, “Obama: Siyahla Aklamak” makalesinde Obama’nın neden parlatıldığını şöyle ortaya koymuştu:
“Obama, miadını çoktan doldurmuş olan Cumhuriyetçi Bush yönetiminin ardından, «değişimin» ve «umudun» simgesi olarak pazarlanmış ve albenili bir ürün olarak hedef kitleye ulaştırılmıştır. İşsizlikten, sosyal güvencesizlikten, uzun çalışma saatlerinden, düşük ücretlerden, ayrımcılıktan, yolsuzluklardan ve savaştan alabildiğine hoşnutsuz olan işçi ve emekçiler, bu kötü tabloyu değiştireceği umuduyla Obama’ya yönelmişlerdir. Ancak emperyalist egemenler Obama’yı sadece iç piyasaya pazarlamakla yetinmemişlerdir. O, tüm dünyada nefret edilen bir ülke haline gelen ABD’nin sarsılan imajını tazelemek için de ideal bir figür olmuştur. Bir milyondan fazla insanın katledildiği emperyalist savaşın, esmer tenli herkesin terörist muamelesi görmesinin, en vahşi işkencelerin mekânı haline getirilen Ebu Garib’in ve Guantanamo’nun baş müsebbibi olan ABD, yüz milyonlarca insan için bir nefret öğesine dönüşmüştür. İşte Obama, tüm bu insanlara da, ezilenlerin simgesi, köklü değişimden yana bir demokrat, hatta devrimci olarak sunulmuştur. Seçim öncesi anketlerde Obama’nın ABD’deki halk desteği %48’lerde gezinirken, Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya çok sayıda ülkede bu oranın %70-80’ler düzeyinde seyretmesi ve seçim galibiyetinin tüm dünyada büyük bir coşku ve heyecanla karşılanması, mali sermayenin dünya ölçeğinde de son derece başarılı bir pazarlama kampanyası yürüttüğünün açık bir kanıtıdır.”
Obama balonunun şişirilmesi, emperyalist kapitalizmin ezilen kitlelerin tepkisinin düzen dışı kanallara akmasını engelleme niyeti taşıyordu. Aynı makalede “Obama da, tıpkı Bush gibi, krizin faturasını işçi sınıfına yüklemeye devam edecek, emperyalist savaşı derinleştirip yayacak, «terörizmle mücadele» adı altında milliyetçiliği ve ırkçılığı tırmandıracak, ezilenlerin, sömürülenlerin ve ayrımcılığa uğrayanların acılarını katmerlendirecek” denilmişti. Geçen dört yıl boyunca, Marksist Tutum’un Obama’ya dair tüm söyledikleri harfiyen doğrulandı. On milyonlarca işçi, işsizlikle ve ücret kesintileriyle karşılaştı. Kredi borçlarını ödeyemeyen işçiler evlerinden atıldı. 2008’den bu yana işsizlik arttı, ortalama işsiz kalma süresi uzadı. Dünyanın en büyük ve en zengin ekonomisine sahip ABD’de 4 milyon insan günde 2 dolardan daha düşük bir gelirle; yani açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm durumda. 6 milyon insan ellerindeki yiyecek karneleriyle yardım kuruluşlarının dağıttığı yemeklerle karnını doyurabiliyor. ABD Nüfus Bürosu’nun verilerine göre 2008 yılında nüfusun %13,2’si yani 39 milyon 800 bin kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. 2009 yılında bu rakam 43 milyon 600 bine yani nüfusun %14,3’üne; 2010 yılında ise 46 milyon 200 bine yani nüfusun %15,1’ine yükseldi. Parlak siyah Obama liderliğinde ABD kapitalizmi, milyonlarca insana artan işsizlik ve yoksulluk bahşetti.
Obama, işsizliği azaltacak hükümet programlarını elinin tersiyle bir kenara iterken, banka kurtarma operasyonlarına trilyonlarca dolar ayırdı. Dev otomobil tekellerinin kârlarını yükseltmek için işe yeni girenlerin ücretlerinin yarıya indirilmesini destekledi. Otomotiv sanayicilerine on milyarlarca dolarlık destek sunan Obama, emekli işçilerin maaşlarının kesilmesini de destekledi. Obama sermayeye sunulan bu desteklerin faturasını emekçilere yükledi. ABD para basarak bütçe açığını kapatırken doların değerini düşürdü. Böylelikle dış ticaret açığını azaltırken işçilerin satın alma gücünü de aşağıya çekti.
Obama Guantanamo ile ilgili vaadini de yerine getirmedi. CIA’nın işkence merkezi olan Guantanamo üssü kapatılmadı; işkenceciler halen korunuyor. ABD askerleri Irak ve Afganistan’dan tamamen çekilmek yerine bu ülkelerde kurulan Amerikan üslerine çekildi. Böylelikle kayıp verme riskinden de kurtarıldı. Yemen ve Pakistan’da askeri operasyonlar düzenleyen Obama yönetimi, insansız hava araçlarıyla, seçtiği hedefleri imha etmek ya da suikast amaçlı saldırılar düzenlemek gibi faaliyetlerde bulundu. Obama, ABD’nin başka ülkelerde uçaklarla nokta hedefleri bombalayarak hedef seçtiği kişileri suikastla öldürmesini “ulusal güvenlik” diyerek savunuyor.
Obama döneminde ABD emperyalizmi, Arap halklarının isyanını kontrol altına almak ve kendi çıkarları için kullanmak üzere olağanüstü çaba gösterdi. Sadece Mısır örneği bile ABD politikasının emekçileri ve yoksulları her daim düşman, egemen güçleri ise dost bellediğinin tipik bir göstergesidir. Mısır’daki yoksul kitlelerin isyanı karşısında Mübarek’in ayakta kalamayacağını kısa sürede anlayan ABD emperyalizmi önce generallere ardından da kitleleri yatıştıracağına inandığı Müslüman Kardeşler’e destek sundu. Arap halklarının isyanlarına destek verir göründü ama asla ayağa kalkan işçilerin ve ezilenlerin yanında olmadı. Her kim onları bastıracak ve kontrol edecek karşı-devrimci bir irade olarak ortaya çıktıysa derhal onunla işbirliği geliştirmeye çalıştı.
Libya’da kitle hareketi kısa sürede yozlaşarak egemenler arası bir iç savaşa dönüşürken, ABD bu fırsatı da kaçırmadı ve NATO güçleriyle Libya’ya müdahale etti. Suriye’ye müdahale planları yaptı ancak Rusya, Çin ve İran’ın koyduğu engelleri aşamadı. Arap kitlelerin isyanlarından yanaymış gibi görünüp, istikrarsızlığı kendi çıkarları için kullanmaya çalışan ABD, Türkiye’deki Kürt isyanının ezilmesi konusunda TC’ye askeri ve siyasi destek vermeye devam ediyor.
Kısacası Bush döneminde 11 Eylül bahanesiyle hız kazanan militarizm ve saldırgan dış politika Obama döneminde de sürdürüldü. Yeni dönemde de Obama’nın son dört yılın zalimliğini aratmayacağı şimdiden açığa çıkmıştır. Obama’nın, ikinci kez seçilmesinin hemen ardından İsrail, Gazze halkının tepesine bombalar yağdırdı. İsrail siyonizmi yüzlerce Filistinli’yi hunharca katlederken Obama, burjuva politikacılara özgü yüzsüzlükle “İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu” ileriye sürerek Filistin’deki acımasız katliamı destekledi.
“Wall Street’i İşgal Et” eylemcilerine polis defalarca acımasızca saldırdı. Binlerce eylemci göz yaşartıcı gaz, kaba dayak, gözaltı ve hapis terörüyle sindirilmeye çalışıldı. “Biz %99’uz” diyen eylemciler işadamlarını, egemen elitleri “%1” olarak tarif ediyorlardı. Obama’nın da tıpkı Romney gibi %1’in içerisinde olduğu kitleler tarafından giderek daha fazla anlaşılmaktadır.
İşçi sınıfının tarihsel sorunu
Sendikalar, liberal çevreler ve orta sınıf aydınların faaliyet yürüttüğü sivil toplum örgütleri geçen seçimlerde olduğu gibi bu seçim kampanyasında da Demokrat Parti’yi destekledi. Amerikan işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız sınıf siyasetine ve bağımsız örgütlenmelere ihtiyacı var. Amerika’daki büyük sendika konfederasyonlarının tepesine kurulan sendika bürokratları ABD kapitalizminin en önemli destekçileridir. Bu bürokratlar başkanla ve üst düzey devlet bürokratlarıyla golf oynamaya giderler. Grev mücadelelerine ihanet edenlerin, Demokrat Parti’yi ve Obama gibi liderleri parlatıp işçilere pazarlayanların başında bu sendika üst bürokrasisi gelmektedir.
Orta sınıf aydınların faaliyet yürüttüğü sivil toplum örgütleri de Cumhuriyetçi muhafazakârların olağanüstü gerici tutumları yüzünden Demokrat Parti’ye yedeklenmektedir. Amerikan orta sınıfının ve ayrıcalıklı kesimlerin sözde solcuları Demokrat Parti’yi sol bir seçenek olarak pazarlayabilmek için kırk takla atıyor. Liberaller de demokratik hak ve özgürlükler için Demokrat Parti’yi desteklediğini ileri sürüyor. Cumhuriyetçiler karşısında Demokrat Parti’yi ehven-i şer görerek destekleyenlerin sayısı da oldukça fazla. “Wall Street’i İşgal Et” hareketinin bazı ileri gelenleri de seçim döneminde Demokrat Parti’nin kuyruğuna takıldı. Bazı sosyalist etiketli gruplar bile beyaz ırkçılığına karşı olmak gibi gerekçeler ileri sürerek ABD burjuvazisinin siyahi lideri Obama’yı desteklediler. Demokrat Parti’nin sol bir politika izlemesini sağlamanın yollarını teorize etmeye bile çalıştılar. Seçimlerin sonucunda Obama’nın seçilmesini memnuniyetle karşıladılar. Bu utanç verici durum, sınıf eksenini yitirmiş bir sosyalist anlayışın irtifa kaybının sınır tanımayacağının ibretlik bir misalidir.
Burjuvazinin Amerikan rüyasından bahsettiği dönemler geride kaldı. Bugün kapitalizm, emperyalizmin en güçlü ülkesinde bile kitlelere işsizlik ve yoksulluktan başka bir şey sunmuyor; işçi sınıfının yaşam koşullarını geriletiyor. Wall Street demokrasisi kitlelere sahici bir seçenek sunamıyor. Emperyalist savaş konjonktürü, demokratik özgürlüklerin sınırlandırılmasına ve sivil hakların budanmasına yol açıyor. Yeni bir umutmuş gibi parlatılıp şişirilen Obama balonunun bile havası kısa bir süre içerisinde sönüveriyor.
Ancak bu koşullar Amerikan işçi sınıfını kendi kurtuluşu yolunda otomatik olarak ilerletmiyor. Amerikan işçi sınıfının giriştiği grev mücadeleleri ve “Wall Street’i İşgal Et” gibi kitle hareketleri, işçi sınıfının devrimci bir partiden yoksun oluşunun bedelini ödüyor. İşçi sınıfı kendi bağımsız sınıf siyasetini izlemediği koşullarda kaçınılmaz olarak burjuvazinin şu ya da bu kesiminin oyuncağı haline gelecektir. İşçi sınıfının devrimci örgütlülüğü olmadan burjuvaziden bağımsız bir siyaset izleyemeyeceği de açıktır.
link: Serhat Koldaş, ABD Başkanlık Seçimlerinin Gösterdikleri, Aralık 2012, https://marksist.net/node/3157
Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /2
Avusturya’da İşçilerin Çalışma Koşulları Ağırlaşıyor!