Üçüncü Dünya Savaşının yoğunlaştığı Ortadoğu’nun en kanlı cephesi olan Suriye’de, savaş yedinci yılını doldurdu. Emperyalist ve bölgesel kapitalist güçlerin başlarda yönlendirdikleri örgütler ile sahada oldukları, sonrasında kendilerine bağlı askeri yapıları da bunlara ekleyerek doğrudan bulundukları Suriye’de, savaş, bitmeye yaklaşması bir yana daha karmaşık bir hal alarak doludizgin ilerliyor. Etki alanlarını genişletmek için birbirlerine karşı çok yönlü hamlelerde bulunan emperyalist güçlerin her müdahalesi, savaşın yeni boyutlar kazanmasına yol açıyor. Gelişmeler, bir yandan, şimdiye kadar dolaylı olarak karşı karşıya gelen büyük güçlerin doğrudan yüz yüze kalma ihtimallerini büyütürken aynı zamanda çatışmaların başka ülkelerin topraklarına sıçrayarak genişlemesinin de zeminini döşüyor.
Suriye, emperyalist savaşın bu aşamadaki merkez üssü haline gelmiş durumda. Dolayısıyla orada yürüyen savaşın gidişatı emperyalist güçlerin hesaplarını doğrudan etkilerken, emperyalistler arasındaki mücadelenin genel plandaki gelişmeleri de Suriye’de yansımalarını derhal buluyor. Mesela, başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’da kaydettiği ilerlemelerin ardından Rusya’yı uluslararası alanda sıkıştırmaya ve yalnız bırakmaya yönelik hamleler, ABD’nin başını çektiği cephe tarafından peş peşe geliyor. Bir casus krizinin ardından, İngiltere, Rusya’nın 23 diplomatik görevlisini ülkeden çıkartacağını açıkladıktan sonra, ABD’nin başını çektiği onlarca ülke daha, tarihin hiçbir döneminde rastlanmadık bir biçimde, rekor sayıda Rus diplomatını ortak bir tavırla sınır dışı etme kararını alıyor. Anlaşılıyor ki, ABD ve İngiltere, bir taraftan Rusya üzerinde daha yoğun bir baskıyı tesis etmeye çalışırken diğer taraftan da, tüm emperyalist ve kapitalist güçleri hangi tarafta, nasıl duracaklarına karar vermeye ve onları bu karar doğrultusunda pozisyon almaya zorluyor. Kutupları netleştirici bir politika izliyor.
Bu politikanın Suriye’ye yansıması ise, savaşta, İngiltere ve Fransa’nın ABD’nin yanında giderek daha fazla varlık göstermeye başlaması oluyor. Trump’ın müttefiki olan diğer büyük güçleri Suriye savaşında ellerini taşın altına koymaya davet etmesinin ardından önce Fransa ve İngiltere Menbiç’e asker gönderiyor, ardından rejimin Doğu Guta’da kimyasal silah kullandığı iddiası öne sürülerek Suriye üç ülke tarafından füzeler ile vuruluyor. Elbette bütün bunların sonucu olarak da emperyalist paylaşım savaşının kutup başları olarak sivrilen Rusya ile ABD arasındaki gerilim giderek artıyor. Vladimir Putin, “BM antlaşmasını ihlal eden bu tür eylemlerin devam etmesi durumunda bunun kaçınılmaz olarak uluslararası ilişkilerde kaosa yol açacağını, saldırının yıkıcı sonuçları olacağını” söylerken, ABD ise Suriye hükümetini destekleyen Rusya’ya karşı yeni yaptırımların gündeme getirileceğini ilan ediyor.
Bütün bu gelişmeler, ABD öncülüğündeki emperyalist ve bölgesel güçlerin İran’a karşı saldırı planlarının işaretlerini daha sık vermeye başlamaları ile birleşince, hem Suriye’de hem de bölgenin genelinde savaşın derinleşeceği ve yayılacağı kanaatini pekiştiriyor. Bu noktada bundan sonra yaşanacak gelişmeleri doğru değerlendirebilmek için yedi yılın sonunda Suriye’deki durumun ne hale geldiğini ve nasıl ilerlediğini ortaya koymak faydalı olacaktır.
Savaşın yedinci yılında Suriye
Suriye’de savaşla geçen yedi yılda, 500 binden fazla insan hayatını kaybetti, milyonlarcası ülke dışına çıkmak ya da ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Hatırlanacağı gibi, Suriye’deki savaş “Arap baharı”nın etkisiyle 2011 Martında Baas diktatörlüğüne karşı ayaklanan muhaliflerin isyanının ardından yaşanan gelişmelerle başlamıştı. Kendini rejim muhalifi olarak ifade eden grupların çoğu, hızlı biçimde, ülke dışından getirilen cihatçı güçlerin etkisi altına girmiş ve bu isyan bir yıl içinde, emperyalist güçlerin ve bölge devletlerinin desteğindeki silahlı yapılarla Baas rejimi arasında yürüyen kanlı bir savaşa evrilmişti.
Bu aşamada çatışmalar artık emperyalist paylaşım ve hegemonya savaşının bir parçası haline gelmişti. Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Körfez ülkelerinin büyük bir bölümü ve Avrupa Birliği ülkeleri ABD’nin yanında; İran ve Rusya ise Esad rejiminin yanında saf tutuyorlardı. ABD ve onunla birlikte davranan bölge güçleri tarafından silahlandırılan, eğitilen cihatçı örgütler, dünya kamuoyuna “zalim Esad’a karşı mücadele eden özgürlük savaşçıları” olarak takdim ediliyordu.
Ne var ki, bu örgütler, Suriye’deki gerçek muhalefetin geniş kesimlerinin desteğini alamadıkları gibi, oradan kalan unsurları da büyük ölçüde tasfiye ettikleri için yerel tabandan yoksun kaldılar ve BAAS rejimini deviremediler. 2011-2014 arasında yaşanan gelişmeleri değerlendiren ve bu örgütlerin Esad’ı devirmeyi başaramayacağına kanaat getiren ABD yönetimi, taktik bir değişikliğe giderek, Suriye’deki varlığını IŞİD ile mücadele söylemine dayandırma yoluna girdi. 2014 yılından itibaren Obama tarafından uygulanmaya başlayan bu değişiklikle birlikte, ABD, sahada bu temelde ittifak kurabileceği yegâne güç olan Kürtlerle işbirliğini geliştirmeye yönelince, onun kutup başı olduğu saflardaki dengeler de değişti. ABD’nin bu yeni politikası Türkiye ile arasındaki ilişkilerin bozulmasına ve gerilmesine yol açtı.
Suriye savaşındaki esaslı değişiklik ise, 2015 yılının Eylül ayında, Rusya’nın savaşa doğrudan dâhil olması, askeri gücünü de sahaya sürmesi ile gerçekleşti. Rusya’nın, İran ve Hizbullah güçleri ile birlikte destek vermesiyle birlikte Esad rejimi, başta IŞİD olmak üzere, cihatçı örgütleri geriletmeye başladı. Diğer tarafta ise ABD desteğinde savaşan YPG de Fırat nehrinin doğusunda kalan bölgelerde IŞİD’i yenilgiye uğratıyor ve püskürtüyordu. AKP iktidarı ABD’ye bölgede IŞİD’e karşı YPG’yi dışarıda bırakacak biçimde birlikte savaşmayı önerse de, ABD kendi yönelimine uygun hareket etmeyen Türkiye ile askeri işbirliğine girmedi.
Bu durum NATO’da müttefik olan iki ülkenin arasının iyice açılmasına ve Türkiye’nin bölgede Rusya ile çeşitli konularda birlikte hareket etmeye yönelmesine yol açtı. Türkiye, 24 Ağustos 2016’da, Fırat Kalkanı adını verdiği bir operasyonla Kürtlerin kontrolü altındaki bölgelerin birleşmesini engellemek üzere Suriye topraklarına doğrudan kendi askeri gücü ile girdi. Yedi aydan fazla süren askeri operasyonun sonucunda Cerablus-Çobanbey-El Bab hattı Türkiye’nin kontrolüne geçti. Rusya’nın izni ile gerçekleşen bu müdahalenin ardından, Suriye savaşının kritik önemdeki bölgesi olan Halep’te bulunan cihatçı örgütlerin 2016 yılı sonunda buradan çekilip İdlib’e yerleştirilmesinde Türkiye etkin rol üstlendi. Böylece Esad rejimi Halep’in tümünün kontrolünü eline geçirmiş oldu.
Halep’in Rusya’nın hamiliğinde yürütülen hamlelerle rejim tarafından ele geçirilmesi Suriye savaşında kritik bir dönemeci ifade ediyordu. Rejim ordusu böylece sahada moral üstünlüğü eline alıyor ve ilerlemesinin önü açılmış oluyordu. Bu süreçte, Türkiye’nin de dahil olduğu ve Suriye’nin batısında bir “çatışmasızlık bölgesi” öngören anlaşmanın kabul edilmesiyle rejim güçlerine büyük bir fırsat doğmuş, bir anlamda Esad’ın doğuya, Deyr ez Zor hattına ilerlemesinin önü açılmıştı. Esad’ın muhalif güçlere karşı bariz bir üstünlük kazanması ve uluslararası alanda elinin güçlenmesi ABD öncülüğündeki cepheyi kısa süre içinde karşı hareketi örgütlemeye sürükleyecekti. Bu aşamada, 2013 yılında Şam yakınlarındaki Guta’da yaşandığı gibi, Esad güçleri tarafından kimyasal silah kullanıldığına dair iddialarla yükseltilen bir provokasyon devreye sokuldu. 2013 yılındaki bu iddiaların ardından ABD öncülüğündeki güçler bir operasyon hazırlığına başlamış, Rusya’nın araya girmesiyle Baas rejimi, elindeki kimyasal silahları Birleşmiş Milletler’e teslim etmeyi kabul ettiği için bu operasyon gündemden düşmüştü. Bir süre sonra, katliama yol açan kimyasal saldırıyı Suriye ordusunun değil cihatçı çetelerin gerçekleştirdiği anlaşılmıştı. Ancak kimyasal silah iddiaları askeri saldırılara meşruluk yaratmak için kullanışlı gerekçelerdi ve kitlelerin algısını belirleyen gerçekte yaşananlar değil, güçlü ve yaygın bir biçimde propagandası yapılan kurgulanmış “gerçeklik”ti.
Nitekim benzer iddialar bir süre sonra daha büyük kampanyalarla devreye sokulacaktı. 4 Nisan 2017’de, İdlib’ten, rejim güçlerinin aralarında çocukların da olduğu onlarca kişiyi kimyasal silahlarla katlettiği haberleri, Londra merkezli “Suriye İnsan Hakları Gözlemevi” ve sivil toplum örgütü görünümlü El Kaide bağlantılı “Beyaz Baretliler” tarafından servis edildi. Rusya, İran ve Suriye hükümetlerinin bağımsız uzmanlar tarafından inceleme yapılması çağrısı, yükselen müdahale sesleri arasında duyulmadı bile. 7 Nisanda ABD, Suriye’nin Şayrat hava üssünü Akdeniz’deki gemilerinden gönderdiği füzelerle bombaladı. Böylelikle başkanlık seçimi kampanyası döneminde Rusya ile örtülü ilişkilere dair emarelerin ortaya dökülmesi nedeniyle köşeye sıkışan Başkan Trump’ı rahatlatan bir şov yaptı. Tam da Suriye ordusu Irak-Suriye sınırına ulaşmış ve Rakka ve Deyr ez Zor yönünde IŞİD’e karşı ilerlerken gerçekleşen bu bombardıman belli ki, ABD’nin kontrolü altında tutmayı hedeflediği bölgeler hususunda bir uyarıyı da güçlü biçimde yapmasını sağlamıştı. Nitekim ABD, Rakka kent merkezinin IŞİD’den alınmasına yönelik operasyonu, ağırlığını YPG’lilerin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile birlikte 6 Haziranda başlatacaktı.
ABD’nin askeri olarak Rusya ve İran ile doğrudan karşı karşıya kalacağı endişesini ayyuka çıkaran bu bombardımanın etkisi bu yönde olmadı. Ancak dosta düşmana gücünü gösteren ABD, hızla bölge güçleriyle İran karşıtı cepheyi tahkim eden görüşmelere başladı. Ardından Katar’ı hizaya getirip, kendi politikaları ile tam uyumlu çalışacak bir ekibin başa gelmesini sağlayacak biçimde Suudi Arabistan yönetimine müdahalelerde bulundu.
Rakka operasyonu henüz bitmemiş, kentin yüzde 70’i SDG tarafından kontrol altına alınmışken ABD’nin Suriye’deki hedeflerini aydınlatan bir durum meydana geldi. 5 Eylülde Suriye ordusunun Deyr ez Zor’da IŞİD’in direncini kırmasının hemen ardından SDG de Deyr ez Zor’un doğu kesimindeki IŞİD varlığına karşı operasyon başlattığını açıkladı ve bu bölgeye de 10.000 civarında askerini sevk etti. Kısa süre sonra da bölgeyi kontrolü altına aldı. Suriye’nin petrol rezervi en fazla olan bölgelerinden biri olan Deyr ez Zor’da oluşan bu tablo, ABD’nin Suriye’de Fırat nehrinin doğu kısmında kalan bölgeyi nüfuzu altına almaya odaklandığının, bu bölgeye ilişkin hamlelere izin vermeyeceğinin de açık bir işaretiydi. Bu arada Türkiye’nin içinde yer almak istediği fakat ABD’ye kabul ettiremediği Rakka operasyonu 134 günün ardından 17 Ekim 2017’de sona erecekti.
Suriye’de uzun zamandan bu yana ABD ile uyumlu olmayan bir pozisyonda hareket eden Türkiye, kendine alan açmak için bir yandan Rusya ile anlaşmalı işler ortaya koyarken diğer taraftan da ABD’nin Esad’a yaptığı her operasyonu derhal destekleyen ülkeler arasında yer aldı. Zikzaklarla dolu politikası, diplomatik esneklikten değil “mecburiyet”lerden kaynaklandı ve son dönemlerde, esas olarak Rusya, bu “mecburiyet”leri sonuna kadar kullandı.
Suriye’deki savaşın yedinci yılında yaşanan en önemli gelişmelerden birisi de Türkiye’nin Afrin’e düzenlediği askeri harekât oldu. Rusya’nın onayı, ABD’nin sessiz kalmasıyla gerçekleşen Afrin harekâtı El Bab operasyonunu aşan boyutlara sahipti ve bölgede gücü bulunan devletlerle doğrudan karşı karşıya kalmasına yol açabilecek biçimde Türkiye ordusunun savaşa dâhil olması anlamına geliyordu. Bu da şüphesiz hem Türkiye’nin durumu hem de Suriye savaşı açısından yeni bir düzeyi ifade ediyordu. Türkiye 59 günde Afrin’de hâkimiyeti sağladı. YPG ilk dönemde, kırsalda bir direniş gösterse de şehir merkezinde savaşmayı tercih etmedi ve geri çekildi. Böylelikle Cerablus-Azez-El Bab hattıyla Afrin’in de birleşmesiyle Suriye’nin kuzey kısmının batısında kontrolü Türkiye eline almış oldu.
Rusya’nın Türkiye’nin Afrin harekâtına verdiği onayın Suriye alanındaki karşılığı ise, daha önce Halep’te oynadığına benzer bir rolü bu kez İdlib’te sergilemesi olacakmış gibi görünüyor. Türkiye’den, Afrin’in kefareti olarak, rejimin İdlib’i kontrol altına almasına yardımcı olması, bunun için de cihatçı örgütlerin burada direnme gücünü azaltacak hamleler yapması bekleniyor.
Emperyalist savaş bitmiyor, büyüyor!
Doğu Guta’nın Esad rejiminin eline geçmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler ise, emperyalist güçlerin “kimyasal silah” gibi artık inandırıcılığı kalmamış gerekçelerle provokasyonlar yaparak savaşı tırmandırabileceklerini bir kez daha gösterdi. Çok açık ki ABD ve Batı, Esad rejiminin tam anlamıyla düzlüğe çıkmasını, her alanda mutlak bir kontrol sağlamasını, askeri gücünü pekiştirmesini istemiyor. Bu yönde gelişmeler olduğunda ise çeşitli gerekçelerle müdahale etmekten kaçınmıyor. Rusya ve İran’ın bölgede güç kazanmasını istemeyen ABD ve müttefiklerinin, önümüzdeki dönemde de bu güçleri hedefleyen saldırılar düzenlemesini beklemek gerekiyor.
Suriye savaşının geldiği noktada, Esad rejimi Rusya’nın hamiliğinde IŞİD’i ve başka cihatçı örgütleri geriletmiş, inisiyatifi eline almış durumda. Doğu Guta’da hâkimiyeti sağlamasıyla birlikte sıra İdlib’e ve İsrail sınırında cihatçı örgütlerin elinde bulunan bölgelerin temizlenmesine geldi. Şüphesiz iki bölgede de önemli zorluklar var. Özellikle İsrail sınırındaki bölgelere yönelik müdahalelerin, İsrail’in Hizbullah ve İran gerekçesiyle ortalığı ayağa kaldırmasına neden olacağı açık. Bu durum savaşın buradan yayılması ve boyutlanması için önemli bir potansiyel yaratıyor.
İdlib’te de, ülkenin diğer taraflarındaki yenilgilerden sökün edip burada toplanan cihatçı militanların kolay kolay teslim olmayacakları ve ciddi çatışmaların yaşanacağı tahmin edilebilir. Türkiye’nin kontrol ettiği ve İdlib’le sınırı olan bölgelerde de çok sayıda cihatçı örgüt ve militan bulunuyor. ABD’nin müttefikleri ile yaptığı son saldırıya Türkiye’nin de destek vermesinin ardından, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Türkiye’nin Afrin’i Suriye hükümetine devretmesi gerektiğini söyleyerek yeni ve ciddi bir sorunun ufukta gözükmekte olduğunu gösterdi.
Rusya’nın rejimin ilerlemesiyle birlikte Suriye savaşının kazananı olduğu, ABD’nin ise gerilediğini ifade eden pek çok değerlendirme yapılıyor. Oysa ABD Suriye’de hâlâ çok etkili bir aktör ve elinde düşünülenden daha fazlası var. Örneğin ABD’nin desteklediği PYD, şu anda Suriye topraklarının yaklaşık yüzde 25’ini kontrol ediyor. Üstelik bu bölgeler Suriye petrollerinin en çok bulunduğu yerler. Ayrıca ABD desteğindeki cihatçı gruplar, ülkenin güneyinde Ürdün ve Irak sınır bölgesini ellerinde tutuyorlar. Yani Suriye’nin hem Ürdün hem de Irak’a çıkışı büyük ölçüde ABD’nin kontrolünde. Bütün bunlar ileride kurulacak masada pazarlık unsuru olarak kullanılacak önemli kartlar.
Suriye’de savaşın başlamasından bu yana pek çok önemli gelişme yaşandı. Emperyalistler ve bölge güçleri kozlarını defalarca paylaştılar, ilerlediler, gerilediler. Ancak hem Suriye’de hem de onun bir parçası olduğu emperyalist paylaşım savaşında geçilecek daha çok kavşak var. Emperyalist savaşın birbirine eklemlenerek ilerleyen gelişmeleri, hem Suriye’de hem de Ortadoğu’nun bütününde ateşin közünü yeniden ve yeniden harlayacak rüzgârları estirme potansiyeline her zaman sahip olacaktır. Geçici ve taktik uzlaşmalar söz konusu olsa da, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımını kesinleştirecek biçimde bir emperyalist gücün diğerine üstünlüğü gerçekleşmeksizin savaşın sona ermesi mümkün değildir. Savaşı sonlandıracak bunun dışındaki tek yolsa, bu yangın alevlerinin içerisinde sureti henüz pek görünmese de, işçi devrimleridir.
Özetle, emperyalist savaşın bir parçası olarak Suriye’de savaşın sonuna gelinmiş değildir. Suriye savaşının gidişatı sadece bu ülke sınırlarında yaşanacak gelişmelerle belirlenebilecek durumda değildir. Rusya’nın, Amerika’nın, İran’ın ve Türkiye’nin sahada askeri varken ve bu güçler arasında yoğun çelişkiler mevcutken küçük bir kıvılcımın daha büyük yangınlara neden olması, daha geniş bölgeleri içine alması hiç de ihtimal dışı değildir.
Suriye’de yürüyen savaşın emekçilere nasıl büyük yıkımlar yaşattığı ortadadır. Emperyalistler birbirlerine üstün gelmek ve nüfuz alanlarının paylaşımını yeniden düzenlemek için birbirine girmiş, ama enkazların altında yüz binlerce emekçi kalmıştır. Yeni silahlarını denedikleri saldırıları aynı zamanda bir pazarlama şovuna dönüştürürken emekçilerin yaşadığı şehirleri yerle bir etmişlerdir. Halkları birbirine düşürmüş, onların bölünmüşlüğü üzerinden kanlı hesaplar yapmışlardır. Emperyalist güçlerin yoğunlaşan egemenlik ve paylaşım mücadelesi, bundan sonra da Ortadoğu halklarına daha büyük yıkımlardan başka bir şey getirmeyecektir. Suriye savaşı, kapitalistlerin dayatmalarının toplumları felâkete sürüklemekten başka bir işe yaramadığını gösterdi. Kapitalist zorbaların karşısına emekçilerin örgütlü mücadelesiyle dikilmedikçe de, açık ki, bu cehennem düzeni felâketler yaratmaya devam edecek.
link: Selim Fuat, Emperyalist Savaş Suriye’de Doludizgin İlerliyor, 18 Nisan 2018, https://marksist.net/node/6303
Faşizme Karşı Direniş Çiçekleri: Beyaz Gül
Ermenistan’da Sarkisyan’ın Oyunu Bozuldu