Kapitalizmin tarihsel sistem krizi dönemindeki iktisadi krizler zincirinin sonuncusu tüm yalanlara rağmen ağırlaşarak devam ediyor. Yaşanan krizi pandemi krizi olarak adlandıran yaklaşımlar tümüyle bir çarpıtmadır. Bu burjuva adlandırma sanki pandemi olmasa her şey çok daha farklı ve olumlu olacakmış düşüncesini empoze ediyor. Sürecin başında bu büyük krizin nedeninin pandemi olmadığını, zaten dünya ekonomisinin 2018 yılından itibaren tekrar bir daralma evresine girdiğini çeşitli verilerle ortaya koymuştuk (Çöküşün Bahanesi: Pandemi başlıklı yazımıza bakılabilir). Pandemi, başından bu yana, krizin üstünü örtmek, onu gerekçelendirmek, acı reçeteleri işçi sınıfına yutturabilmek, devasa kaynakların burjuvaziye transferini meşrulaştırmak için bir örtü ve bahane olarak kullanılmıştır. Tüm bunları çok çeşitli boyutlarıyla daha sürecin başında kaleme aldığımız yazılarda ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğumuz (bu yazılara Covid-19 mu, Kapitalizmin Krizi mi? başlıklı köşeden ulaşılabilir) ve tüm bu saptamalar yaşananlarla doğrulandığı için burada tekrar aynı detaylara girmeyip, bu süreçte ortaya çıkan ya da daha da belirginleşen olgulara odaklanalım.[1]
2020 Şubatının sonunda alabildiğine görünür hale gelen devasa iktisadi kriz, pandemi gerekçesiyle getirilen yasaklama ve sınırlamaların yaz başından itibaren her yerde kaldırılmasına ya da minimuma indirilmesine yani gündelik hayatın normalleşmesine rağmen devam ediyor. Neredeyse tüm büyük kapitalist ekonomiler, çeyreklik dönemler itibarıyla bir önceki yılla karşılaştırıldığında devasa küçülmeler yaşadılar. Örneğin, bu yılın ikinci çeyreğinde (Nisan-Mayıs-Haziran ayları), ABD ekonomisi %9, Japon ekonomisi %10, Hindistan %24, İngiltere %22, AB %12 kadar küçüldü, Çin ekonomisi de ilk çeyrekte %10 küçülmüştü. Dünya ekonomisi tarihinde bu denli kısa süre zarfında ve bu denli küreselleşmiş bir başka ekonomik çöküş bulunmuyor.
Dahası, aylar boyunca propaganda edilmesine rağmen, yaz ayları boyunca V tipi toparlanma olacağı iddiaları da tümüyle fos çıkmıştır. Kuşkusuz yasak ve sınırlamaların kaldırılmasıyla, bu denli daralan ekonomilerin bir parça büyüme göstermesi kaçınılmazdı. Ama burjuva kurumların yayınladığı Temmuz ve Ağustos aylarına ait verilerin de gösterdiği üzere, “kapatılma”nın sona erdirilmesinin ardından yaz aylarında başlayan ekonomik toparlanma hiç de burjuvazinin umduğu ölçüde değildir. Pandemi halen sona ermiş değildir, ama buna rağmen burjuva liderler ardı ardına “bir kez daha kapatmaya gitmeyeceklerini” açıklıyorlar. Demek ki, krizin kapatmalardan ve salgın kaynaklı tedbirlerden kaynaklandığı tezi apaçık bir yalandır. Ama kitleleri uyutmak ve atılan adımlara rıza göstermelerini sağlamak için bu yalanı tekrarlamaya da devam edecekler.
Birçok ülkede işten çıkarmaların yasaklanmasına ya da işten çıkarmama teşvik edilmesine rağmen, bu süreçte on milyonlarca insan işini kaybetti, geri kalanların bir kısmı gerçekte işsiz hale gelmesine rağmen kâğıt üzerinde halen istihdam ediliyormuş gibi gösterildi. Son bir kısım ise sıranın kendisine gelmesi endişesiyle yaşıyor. Dünyanın her köşesinde emekçilerin yaşam standartları hızla kötüleşti ve önemlice bir bölümü burjuvazinin sunduğu sadakalarla hayatta kalmaya çalıştı.
Gerçek hayatta ve reel ekonomi denen kesimde durum budur. Ama borsalar adeta başka bir gezegendeler! Reel ekonominin durma noktasına gelmesine paralel olarak Mart ayı boyunca borsalar da büyük çöküş yaşamışlardı. Sonra bir “mucize” gerçekleştirdiler ve borsalar (özellikle de teknoloji şirketi ağırlıklı olanlar) bahar aylarından başlayarak Mart ayındaki çöküşü geride bırakıp, Eylül başına kadar yani beş ay boyunca rekor üstüne rekor kırdılar. Peki devasa bir çelişkiyi dışa vuran bu mucize nasıl sağlandı? Elbette basılıp dağıtılan trilyonlarca dolarla daha da yükseltilen borç dağları ve köpürtülen boş beklentiler sayesinde!
Devlet burjuvaziye para saçıyor
Emperyalist metropollerdeki Merkez Bankaları, faiz oranlarını sıfırlıyor ya da negatife çekiyor, bolca para basıyor ve bu paralarla şirketlerin çıkarttıkları borçlanma senetlerini satın alıyor ve böylelikle kapitalistlere bol keseden çok ucuza ya da sıfır maliyetli borçlanma imkânı sunuyorlar. Japonya gibi kimi ülkelerde ise doğrudan şirketlerin borsadaki hisselerini satın alıp onlara kredi sunmuş oluyorlar. Çöküşü kontrol altında tutabilmek için Mart ilâ Temmuz başı arasında G20 ülkeleri toplamda 10 trilyon dolarlık “destek paketleri” açıkladılar ki, bu dünya ekonomisinin yüzde 12’sine denk geliyor. Toplamda ise tüm dünyada Marttan bu yana çeşitli yöntemlerle ekonomilere 20 trilyon dolar enjekte edildiği söyleniyor. Ama bu inanılmaz meblağ bile egemenlerin dertlerine çare olamıyor. Yasak ve sınırlamaların kaldırılmasıyla hızla normalleşeceği söylenen ekonomilerin hiç de söylendiği hızla toparlanmaması üzerine, AB 850 milyar avroluk yeni bir paket açıklarken, ABD’de de 2,5 trilyon dolarlık ek bir paket tartışılmaktadır. Bu arada bir sosyal patlamayı önlemek amacıyla işten çıkarılmaya getirilen kısıtlamalar ve çalışanlara doğrudan yardımlar ya uzatılmış ya da uzatılması gündemdedir.
Yapay yöntemlerle krizi atlatma ve büyük çöküşü öteleme çabaları her seferinde daha büyük krizleri beslemektedir. Örneğin, ABD Merkez Bankası (FED) 2008 krizini kontrol altında tutmak için o tarihten itibaren yedi yıl içerisinde 3,5 trilyon dolarlık varlık alımına gitmiş, yani bu meblağı şirketlere aktarmıştı. Bu o güne kadar görülmemiş bir yöntem ve meblağdı. 2020 krizinde ise yalnızca üç ay içerisinde 3 trilyonluk bir meblağ şirketlere aktarılmıştır. Yalnızca FED değil, diğer büyük emperyalist merkezlerden de aynı açıklamalar geliyor: “Merak etmeyin, sınırsız kaynağımız var ve piyasalara ne kadar ihtiyaç varsa o kadar para sağlayacağız.” Oysa sınırsız kaynakları falan yok, açıkça karşılıksız para basıyorlar. Sıraladığımız tipte işlemler için basılan karşılıksız paraların önemlice bir kısmı da hükümetler eliyle teşvik ya da destekleme paketleri adı altında doğrudan kapitalistlere aktarılıyor. Pandemi sürecinde sosyal yardımlar başlığı altında doğrudan emekçilere dağıtılan paralar ise bu paketlerin en küçük kalemini oluşturuyor.
ABD, AB, İngiltere, Japonya ve bir ölçüde de Çin paraları dünyada rezerv para olarak görüldüğünden bu ülkelerin karşılıksız para basmaları kısa vadede bir hiper enflasyon yaratmasa bile, bunun sınırları olduğu çok iyi biliniyor. Basılıp dağıtılan trilyonlarca dolar nedeniyle, doların diğer para birimleri karşısında Marttan bu yana ortalama yüzde 10 değer kaybetmesi bu sonuçlardan biridir. Son aylarda ABD’de enflasyonun artmaya başlaması ve FED’in enflasyon politikasında ciddi değişikliğe[2] gitmesinin ardında da bu gerçek yatmaktadır. FED’in bastığı dolarların yalnızca ABD’de değil tüm dünyada en itibarlı para olarak dolaşıyor oluşu, bu para basma işleminin içeride yaratabileceği enflasyonist etkiyi sınırlandırıyor. Ama burada da aynı sınırlarla karşılaşıyoruz; doların diğer para birimleri karşısında aşırı değer kaybetmesi, onun zaten sorgulanmakta olan itibarını daha da sarsar. Böylesi bir durum ise dünyanın en büyük bütçe açığını veren ve en borçlu konumda olan ABD ekonomisini ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakır.
Çok ciddi sonuçlar doğuracak bir diğer sınır daha bulunuyor. Merkez Bankaları ucuz kredi olarak dağıttıkları bu paraları eninde sonunda geri toplamak, yani şirketler aldıkları borçları ödemek zorundadırlar. Peki ödeyebilecekler mi? Zurnanın zırt dediği nokta da burasıdır. Zira günümüzde kapitalizmin yaşadığı tarihsel krizin en önemli nedenlerinden birinin kredi sisteminin tıkanmışlığı olduğunu düşündüğümüzde, attıkları her adımla bu tıkanmışlığı daha da arttırmaktan başka bir şey yapmadıklarını görmüş oluruz. Dolayısıyla ortaya çıkacak sonuç daha da yükselen devasa bir borç dağı, katlanarak artan bütçe açıkları ve tırmanışa geçen enflasyon olacaktır. Aslında kapitalist mantık gereğince çoktan iflas etmesi gereken şirketleri kısa vadeli adımlarla kurtarmak, onları yaşar gözüken ölü şirketler (zombi şirketler) haline getiriyor. Bu durum ekonominin bütününü zehirliyor; kapitalizme has dengesizlikler, orantısızlıklar ve çelişkiler daha da artıyor. Sonuçta tüm sorunlar daha da ağırlaşarak bir parça daha geleceğe ötelenmiş oluyor. Bununsa tek bir anlamı bulunuyor: Çok daha derinleşip ağırlaşan çöküşler. Merkez Bankalarının ve kapitalist hükümetlerin tek umudu, işler bu patlama noktasına gelmeden balonun havasını kontrollü şekilde boşaltabilecekleri imkânları sunan bir mucizenin gerçekleşmesidir. Ama gerçek hayatta mucizelere yer yoktur!
Borsalardaki muazzam balonun bir diğer nedeni de teknoloji şirketlerinin atılım yapacağına dönük beklentilerin köpürtülmesidir. Burada bütünüyle yalandan ibaret bir durum değil, daha ziyade bir gerçekliğin muazzam abartılı şekilde kullanılıp insanların kandırılması durumu sözkonusudur. Zira gerçekten de salgınla birlikte ilan edilen karantina ve sokağa çıkma yasakları, okulların kapatılarak uzaktan eğitime geçilmesi gibi gelişmeler, evlerine kapanan insanların teknoloji ürünlerine olan taleplerini arttırmış, bu şirketlerin ciroları ve kârları artmıştır. Ancak bu artış ile hisselerindeki artışlar arasında muazzam bir farklılık vardır ve balon da budur zaten. Marttaki çöküşün ardından ağırlıklı olarak teknoloji şirketlerinden oluşan Amerikan NASDAQ endeksi hızla yukarı çıkan ve adeta durdurulamaz görünen bir yükseliş izledi. Diğer borsalar da onun yükselişinden nasiplenerek yükseldiler ve nihayet Ağustos ayının son haftasında dünyanın en büyük borsası olan Amerikan S&P500, Şubat ayındaki çöküş öncesi seviyeye ulaşıp yükselmeye devam etti. Bu istisnai yükselişler Amerikan Merkez Bankasının (FED) karşılıksız basıp şirketlere hediye ettiği trilyonlarca dolar sayesinde sürdükçe sürdü. Yaşanan tüm negatif gelişmelere, dramatik şekilde daralan reel ekonomiye rağmen gerek pompalanan beklentiler gerekse de dağıtılan trilyonlar nedeniyle borsalardaki balon şiştikçe şişti. İşin ilginç yanı hemen herkes bunun koca bir balon olduğunun farkında ve bu gerçekliği açıkça dile de getiriyor. Manzara Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki durumu andırıyor, herkes yaklaşan cinayetin, kimin öldürüleceğinin, ne zaman öldürüleceğinin farkındadır ama kimse bunu durdurmak üzere harekete geçmemektedir. Tersine bugün de borsa balonunun patlayacağı bilinmesine rağmen, devletin şirketlere para saçmaya devam ettiği bir ortamda bu balonun şişmeyi sürdüreceği düşüncesiyle trenin son vagonuna atlamaya çalışmaya da devam ettiler.
Peki nereye kadar? Balon eninde sonunda muazzam bir gürültüyle patlayacak. Aslında tam da bu yüzden onu patlama noktasına gelmeden hafifçe söndürme çağrısında bulunanlara da rastlıyoruz. Geçtiğimiz üç hafta boyunca yaşanan borsa düşüşleri, eğer beklenen patlamanın ayak sesleri değilse, en azından onun ilk sinyalleridir. Keza balon öyle büyük ki, yüzde 8’e varan bir haftalık düşüşe rağmen, daha gerçekçi görünen finans uzmanları “bu daha ne ki” deyip çok daha derinleşecek bir gerileme konusunda uyarıda bulunuyorlar. Balonu biraz daha somutlayabilmek için birkaç veri sunalım: Altı büyük teknoloji şirketinin (Apple, Microsoft, Amazon, Alphabet [Google], Tesla ve Facebook) bu yılın başında toplam piyasa değeri yaklaşık 5 trilyon dolarken, Eylül başındaki çöküşten hemen önce bu meblağ 8,2 trilyon dolara kadar çıkmıştı. Eylül başındaki çöküşten hemen önce Apple’ın piyasa değeri 2 trilyon doları geçmiş ve bunu başaran dünya çapında ilk şirket olmuştu. Bir karşılaştırma yapmak bakımından, dünyanın en büyük petrol üreticisi Suudi Aramco’nun borsada işlem gören hisse senetlerinin toplam değeri bunun yarısından biraz fazladır. Eylül ayındaysa Apple’ın hisseleri iki hafta içinde 532 milyar dolar değer kaybetti, bu devasa miktar, Apple’ın gelecek yıl için öngördüğü satış cirosunun 1,5 katına eşittir (bu arada sözkonusu miktar, Türkiye’nin yıllık milli hasılasının da %70’i kadardır). Bir yıl içinde yapılacak tüm ürün satışlarından yarı yarıya fazla iki haftalık bir borsa düşüşü! İşin ilginç yanı, kimileri virüs salgını bittikten sonra ekonominin hızla toparlanacağı konusunda çok iyimser yorumlarda bulunurken, kimileri de salgının bitmesi ya da aşı veya tedavi bulunması durumunda teknoloji şirketlerindeki yükselişin sona ereceğini ve bunun da çok daha büyük bir gerilemenin başlangıcı olabileceğini savunuyorlar. İşte borsa balonu, işte asalak ve çürüyen kapitalizm!
Çöküşü yumuşatmak noktasında emperyalist merkezlerin izlediği para politikalarının dertlerine orta ve uzun vadede çare olamayacak olmasının bir diğer nedeni de orta ve az gelişmiş kapitalist ülke ekonomilerinin böyle bir imkândan mahrum olmasıdır. Parası rezerv para olarak görülen ülkelerin hükümetleri belli sınırlar dâhilinde bile olsa göreli kolayca para basıp dağıtabilirken, diğer ülkelerin hükümetlerinin bu tür adımları atabilmeleri enflasyon patlaması riski nedeniyle çok daha zordur. Bu ülkeler ortaya çıkan finansal sorunları çözmek için gerekli kaynağı (dışarıdan gelecek vurguncu sıcak parayı bir tarafa bırakırsak) IMF’den ya da uluslararası finans tekellerinden borç olarak almak dışında bir alternatife pek sahip değildirler. Ama bu da zaten kabarık dış borç sorununu daha da azdırdığı gibi o ülkelerin emekçi sınıflarının ümüklerinin daha fazla sıkılmasını beraberinde getirir. Bu tarz ülkelerde çöküşlerin ilk etapta daha yıkıcı gerçekleşmesi kaçınılmaz gözükmektedir ki, dünya ekonomisinin organik karakteri düşünüldüğünde bunun da dönüp emperyalist metropolleri etkilememesi düşünülemez. Zira bu ülkeler emperyalist metropoller açısından hem ürünlerini satacakları pazarlardır hem de hammadde, ara malı ve ucuz tarımsal ürün tedarikçisi konumundadırlar.
Kriz, salgın ve burjuvazi içi kapışma büyüyor
En başta kapitalizmin kalesi durumundaki ABD olmak üzere tüm emperyalist ülkelerde, adını öyle koymasalar bile, tarihsel sistem krizinden nasıl çıkılacağına dair tartışmalar ve ayrışmalar yoğunlaşmış durumdadır. Hepsi de sömürü sistemlerinin yarattığı durumun sürdürülemez olduğunun farkında ve kaygı içerisindeler. Bir tarafta “Büyük Reset”çilerin, diğer tarafta kendilerini globalizm karşıtı olarak adlandıran kesimlerin bulunduğu bu saflaşmayı, “Büyük Reset” başlıklı yazımızda ele almıştık. “Küreselleşmenin sonuna mı geldik” tartışmasına katılan Almanya merkezli Deutsche Bank yayınladığı bir raporda şu tespiti yapıyor: “Küreselleşme çağı yerini karışıklık çağına bırakmıştır.” Finans kapitalin zirvelerinden gelen bu “karışıklık” uyarıları mevcut durumu anlatmaktadır aslında.
Muazzam bir karışıklık ve belirsizlik döneminden geçiyoruz. Öylesine derin ve dünya-tarihsel önemde bir sistem krizi yaşanıyor ki, her büyük sorun, bu krizden bir çıkış yolu bulma umuduyla burjuva kesimler arasında yaşanan kapışmanın bir argümanı haline geliyor. Burjuva kanatlar her sorunu kendi önerilerinin ve projelerinin kabul görmesi için kullanmaya çalışıyorlar. Aslında pandemiden önce de durum buydu. Böylesi bir ortamda pandemiye yaklaşım ve bunu nasıl kullanmak gerektiği hususunun da bu çatışmanın argümanlarından birisi olması kaçınılmazdı, öyle de oldu.
Koronavirüs pandemisi hususunda burjuvazinin farklı kesimleri izlenmesi gereken yöntem konusunda farklılıklar sergileseler de, ortak noktaları hepsinin de salgını bahane ederek kendi sermaye fraksiyonlarının çıkarlarını hâkim kılacak adımlar atılması gayreti göstermesidir. Bir uçta, köpürtülen panikten her şekilde yararlanmasına rağmen salgını küçümseyen bir söylem tutturan, özde ve fiilen sürü bağışıklığı taktiğini savunan ve “ekonominin kapatılmasına” direnç gösteren daha geleneksel burjuva kesimler vardır. Diğer uçta ise paniği daha da köpürten, karantinaları ve ekonominin kapatılmasını ve bunun büyük bir dönüşüm için fırsata çevrilmesini savunan kesimler sözkonusudur. Sonuçta güç dengelerine göre kimi ülkelerde bir uca kimilerinde diğer uca daha yakın olmak üzere bir yol tutturuldu. Ama aradan geçen aylar sonrasında geldiğimiz noktada görünen manzara şudur: Kimi hesaplamalara göre yaklaşık 20 trilyon dolar burjuvaziye aktarılırken, hastalığa karşı mücadele sorumluluğu tek tek kişilerin sırtına yüklenmiştir, tüm emekçiler hastalık karşısında “saldım çayıra mevlam kayıra” denilerek kendi talihleriyle baş başa bırakılmıştır. Zira egemenlerin derdi insanların sağlık, refah ve mutluluğu değildir.
Salgın bahanesiyle hayata geçirilen karantina ve kapatma uygulamalarının krizin yıkıcı etkilerini kimi sektörlerde daha da ağırlaştırdığı ortadadır. Ekonomiyi adeta uyutarak yoğun bakıma alan burjuvazi, sistemin bütününü korumak adına bu bedeli ödemek zorunda kalmıştır. Bu önlemlerin bir boyutunu da krizin yaratacağı toplumsal huzursuzluğu kontrol altına almayı kolaylaştıracak baskı ve denetim araçlarını meşrulaştırma, zaman kazanma çabası oluşturuyordu. Bu önlemler kimi sektörleri çok ağır şekilde vururken, kimi sektörler adeta ihya olmuştur. Örneğin, hizmet sektöründe bilhassa küçük işletmeler düzeyinde tarihsel bir tasfiye yaşandığını söylemek mümkündür, zira kapanan küçük işyerlerinin çoğunun tekrar açılması sözkonusu değildir. Kapanan küçük işletmelerin yerine hızla yenilerinin aynı mekânlarda aynı işi yapmak için açılması, küçük-burjuvazinin körlüğünün dışavurumu olarak bilinen bir olgu olsa da, mevcut koşullarda, insanların gelirleri alabildiğine düşmüşken kısa ve orta vadede bu olguya tekrar şahit olacağımız şüphelidir. Ama ağır darbe yiyen çok daha büyük işletmeler de vardır. Başta havacılık olmak üzere dev ulaşım ve seyahat tekelleri, otel ve lokanta zincirleri, dev eğlence merkezleri bunların başında gelmektedir. Petrol sanayiini de bunlara eklemek gerekiyor, zira düşen petrol talebi yalnızca genel maddi üretimin gerilemesinden değil, hizmet sektöründeki durmadan da kaynaklanıyor. ABD’de bu sektörlerdeki istihdam kaybı yalnızca geçen ay yüzde 21’i aşmıştır. Oysa bu oran bankalar, sigorta şirketleri ve diğer finans şirketlerinde yüzde 4 civarıyla ortalama işsizlik seviyesindedir. Aynı dönemde, bilgisayar ve cep telefonları yazılım ve donanımıyla iştigal eden ya da internet tabanlı faaliyet yürüten ve kısaca teknoloji şirketleri olarak anılan dev şirketlerin cirolarındaysa büyük sıçramalar yaşanmıştır. Sektörel bu farklılaşmayı, Amerikan borsa endeksleri olan NASDAQ (teknoloji şirketleri) ve Dow Jones’daki (sanayi şirketleri) toparlanma arasındaki kategorik farkta da görmek mümkündür.
Krizin farklı sektörleri farklı ölçülerde vurması ve bunun doğurduğu sonuçlar, burjuvazi içindeki kapışmanın boyutlarından birini oluşturuyor. Şurası açık ki, tüm bu kesimler, krizin esas faturasının işçi sınıfına kesilmesi konusunda hemfikirdirler. Ama krizler yalnızca işçi sınıfını değil, sermayenin bazı kesimlerini (en zayıf olanlarını) de diğerlerine nazaran çok daha ağır şekilde vurur. Bu nedenle kriz dönemleri aynı zamanda burjuvazi içindeki kapışmanın da şiddetlendiği dönemlerdir. Zira krizi fırsata çevirip rekabette bir adım ileri atan ülkeler olduğu gibi (ki bunun anlamı emperyalist rekabetin daha da kızışmasıdır), büyük ve güçlü şirketler zayıfları yutup daha da güçlenirler, sermaye el değiştirir, tekelleşme hızlanır. Dahası etkileri itibarıyla olağan periyodik krizlerden çok daha ağır olan büyük krizlerde faaliyet alanları arasındaki dengelerde de kaymalar olur, kimi sektörlerin ekonomideki ağırlığı azalırken kimilerininki artar. Bunu da hem ulusal ekonomiler bazında hem de dünya ekonomisi bağlamında düşünmek gerekir; yani bu tür gelişmeler hem emperyalist rekabeti hem de iç rekabeti körükler. Özetle, gerek ülkeler, gerek şirketler gerekse de sektörler bazında krizin yıkıcı etkileri ve ardından gelen toparlanma süreci farklılıklar gösterir. Yaşanmakta olan derin kriz sürecinde bu durumu tüm boyutlarıyla görmekteyiz.
Aslında egemen sınıf içerisindeki yarılma ve kapışma büyük krizlerin doğrudan sonuçlarından biridir, bu saptamaya şunu da eklemekte fayda var: Böylesi bölünmeler beraberinde bir yönetememe krizini de doğurduğu ölçüde devrimlerin nesnel önkoşullarından biridir. Burjuvazi içindeki kapışma ve arayışlar, siyasal gerginliği arttırarak devlet aygıtı içerisindeki dengeleri de bozucu bir işlev görebilir. Bu durum toplumun diğer sınıflarına da sirayet ederek onları da harekete geçmeye teşvik edebilir; düzenin zor aygıtlarının oluşturduğu setlerdeki delik ve çatlaklar kitle hareketinin basıncıyla hem daha da genişler hem de dönüp bu hareketin daha da büyümesine sebep olabilir.
Köklü dönüşümün yolu devrimden geçiyor
Krizlerin sermayenin el değiştirmesini beraberinde getirdiğini, sermayenin merkezileşip yoğunlaşma sürecini hızlandırdığını biliyoruz. Her krizde sermayenin bir kısmı da değersizleşip ıskartaya çıkarılmış olur. Sıradan periyodik krizlerin çok ötesine geçen ve hayatın her alanında derin bir bunalımla karakterize olan krizlerden çıkışta, bu saydıklarımızın yanı sıra bariz şekilde hissedilir dönüşümler de yaşanır. Daha doğrusu ancak bu dönüşümler sayesinde bu tarz büyük krizlerden çıkılabilir. Bu tarz krizlerden çıkışta, kapitalist üretim faaliyeti ve dolaşım alanında çarpıcı ve belirgin dönüşümlere şahit oluruz: Ekonominin iç yapısında, sermayenin çeşitli sektörlere dağılımında ciddi değişimler sözkonusu olur, bazı işkolları büyük ölçüde tasfiye edilir ve önemsiz hale gelirken mevcut işkollarından bazılarının ağırlığı çok daha fazla artar ve dahası yeni işkolları ortaya çıkar. Teknolojik yenilenme tedrici bir şekilde değil, bir sıçrayış şeklinde kendisini gösterir.
Kimi işkollarının gerilemesi, işletmelerin kapanması ve yeni teknolojiye dayalı işyerlerinin faaliyete geçmesi… Hepsi de işsizlikte nispi ya da mutlak bir artış anlamına gelmektedir. Teknolojik yenilenme, beraberinde işin reorganizasyonunu da getirir ki, kapitalist çerçevede bunun anlamı göreli daha az işçiyle daha fazla iş yapılmasıdır. Burada krizle birlikte daralan ya da kapanan işyerleri nedeniyle değil, faaliyetin yeni bir temelde büyütülmesinden kaynaklı bir işsizlik artışından bahsediyoruz. Örneğin dünyanın en büyük nakliye şirketi olan Maersk yeni teknoloji temelinde planladığı revizyon nedeniyle binlerce işçi çıkaracağını; Ford benzer nedenlerle çalışan sayısının yüzde 5 azalacağını, Amerikan uçak şirketi United Airlines 16 bin kişiyi işten çıkartacağını açıkladı. Bir örnek daha verelim, çoktandır, dünyanın en büyük üçüncü limanı olan Rotterdam limanında (Hollanda) neredeyse tüm yükleme, boşaltma ve depolama işleri bilgisayar destekli yapay zekâlı vinçler ve sürücüsüz taşıyıcı araçlar tarafından yapılmaktadır. Bu örneklere rağmen, böylesi bir durumun genelleşemeyeceğini, kapitalistlerin “üretim alanında robotlar, büroda yapay zekâ sistemleri” hayallerinin bir fantezi olarak kalacağını vurgulayalım. Böyle bir adımla doğacak işsizlik ve toplumsal sorunlarla baş etmek için her yurttaşa bir “vatandaşlık geliri”nin bağlanması da konuşulup tartışılıyor. Aslında tüm bunlar kapitalizmin kendini inkârı anlamına gelecektir.
Bugün yaşanmakta olan kriz köklü bir dönüşümü dayatsa bile, geçmişteki örneklerinden farklı olarak kapitalist sistemin böylesi bir dönüşümü gerçekleştirebilecek takati artık kalmamıştır. Bu dönüşümü arzulayan ve onun için çaba gösteren burjuva kesimlerin ve onların entelektüel sözcülerinin savları birer hayal olarak kalmaya mahkûmdur. Zira bu doğrultuda attıkları her adım zaten can çekişmekte olan sistemin çelişkilerini çok daha keskinleştirmekte, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan düzenin saçmalığı her geçen gün daha çok açığa çıkmaktadır. Kapitalist düzenin has kurumlarından IMF başkanı Kristalina Georgieva da dünya ekonomisinin “büyük bir dönüşüm” gerçekleştirmekte olduğunu, bu yıl ve gelecek yıl yapılacakların “nasıl bir dünyanın ortaya çıkacağını belirleyeceğini”, “gelecekte pek çok fırsatın yeşil ekonomide olduğunu” söylüyor. “Bu yıl ve gelecek yıl yapılacakların nasıl bir dünyanın ortaya çıkacağını belirleyeceği” saptaması, Georgieva’nın bahsettiği bağlamda değil de işçi sınıfının devrimci mücadelesi bağlamında kesinkes doğrudur! Yeşil ekonomideki fırsatlar meselesine gelince. Burjuvazinin bu kesimleri ne kadar arzu ediyor olursa olsun, yeşil bir kapitalizm olmayacak! Dahası eğer kızıl bir devrimle yıkılmazsa, burjuvazinin insanlığı daha da koyu bir karanlığa sürükleyeceği kesindir.
Üretici güçler isyan ediyor!
Endüstri 4.0 olarak kodlanan nano-teknoloji, yapay zekâ ve robotların üretimde kullanımı, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimi üzerindeki cenderesine rağmen yavaşça da olsa ilerliyor. Sürecin daha da hızlandırılmasının önünde hiçbir teknik engel bulunmuyor, esas engeli kapitalizmin iktisadi işleyiş kuralları ve doğurduğu sonuçlar oluşturuyor. Her şeyden önce üretim alanının bu temelde yaygın bir dönüşümü muazzam bir sermaye yatırımını gerektiriyor. Bunun için gerekli fonlar burjuvazinin elinde kuşkusuz birikmiş durumdadır, hem de fazlasıyla. Sorun, zaten düşmüş olan kâr oranları, birikmiş olan borç dağları, ağırlaşan işsizlik ve kitlelerin tüketim olanaklarının daha da daralmasıdır. Yeni teknolojiyi ilk hayata geçiren kapitalistler bir süreliğine daha yüksek kâr oranlarına ulaşabilir olsalar da sonuçta bunun yaygınlaşması, saydığımız tüm sorunların daha da kangrenleşmesi anlamına gelmektedir.
Aslında neresinden bakarsak bakalım, üretici güçler kapitalist üretim ilişkilerine adeta isyan etmektedir. Kapitalizmin tarihsel krizi kendini daha da ağır şekilde hissettirdikçe, burjuvazinin zirveleri çaresizce bir çözüm arıyorlar. Üretim alanında kendini dayatan bu teknolojik dönüşümü, kapitalist mülkiyete dokunmaksızın ve kitlelerin düzene karşı isyan etmesine yol açmaksızın nasıl gerçekleştirebilecekleri üzerine kafa patlatıyorlar. Boşa çaba! Kapitalizm çerçevesinde kalındığı sürece bir çözüm bulmaları mümkün değildir.
Bir toplumsal sistem tarihsel miadını doldurduğunda, egemen sınıfın aydın ve ideologları arasında da geleceğe dair kafa patlatanların sayısı artar. Yeni bir toplumun nasıl olacağına dair tartışmalar alevlenir. Hatta işler o noktaya gelebilir ki, sayıları çok az da olsa kimileri kendi sınıflarına ihanet ederek geleceği temsil eden sınıfın saflarında mücadeleye katılırlar. Henüz bu sonuncusu belirgin bir şekilde olmasa bile alevlenen tartışma olgusu bariz bir şekilde ortadadır. Kimileri insanlıktan umudunu kesip kapkara bir gelecek tahayyülünde bulunurken, kimileri de çok daha iyi bir dünya arayışını sergiliyorlar. Ama bu sonuncuların önemlice bir kısmı, zihinlerini mevcut toplumsal kalıpların cenderesinden kurtarabilmiş değildir. SSCB’nin çöküşünün ardından yanlış bir şekilde onunla özdeşleştirilen sosyalizm düşüncesinin büyük prestij kaybetmesi bunda başat bir rol oynuyor. Bu nedenle de bilhassa akademi dünyasında, yeni bir toplumun nasıl olması gerektiğine dair kafa patlatan solcuların ileri sürdükleri düşünceler, sanki toplumları birbirinden ayırt eden üretim tarzları değilmiş ve sanki her bir üretim tarzının temelinde belirli tipten mülkiyet ilişkileri yokmuşçasına, çeşitli teknolojik, idari, siyasal ve kültürel yenilik önerileriyle sınırlı kalıyor. Ekonominin, üretim sürecinin ve yaşam biçiminin dönüştürülmesine dönük önerilerde, kapitalist mülkiyetin ortadan kaldırılması gerekliliğine hiç değinilmiyor, tersine, üretim araçlarının özel mülkiyeti “insan hakları”ndan biri olarak kutsanmaya devam ediyor. Solcu geçinen akademisyenlerden, sosyal-demokrat burjuva politikacılardan, yeşil hareketin temsilcilerinden duyduklarımız bu dar çerçeveye hapsolmuştur.[3]
İçinden geçtiğimiz dönemin insanlık tarihinin en çalkantılı dönemi olduğu kesindir. Kuşkusuz geçmişte de toplumlar büyük sarsıntılar geçirmişlerdi, ama şimdiye kadar hiçbir zaman tüm dünyayı, tüm ülkeleri, tüm insanlığı kendi içine çeken böylesi büyüklükte bir çalkantı, bu denli büyümüş belirsizlikler, bu kadar ölümcül tehditler sözkonusu olmamıştı. Yarattığı ve artık hiçbir şekilde içinden çıkamayacağı kadar büyüttüğü sorunlar karşısında kapitalist sistemin üretebileceği hiçbir kalıcı çözüm yoktur. Kapitalist sistemin ulaşabileceği olası bir yeni denge, istikrarsız dengeden (tıpkı bir tepenin zirvesinde duran topun dengesi gibi) başka bir şey olamaz, yeni bir küçük sarsıntıda her şeyin bir kez daha allak bullak olması kaçınılmazdır.
Kapitalizm tüm insanlığın kaderini çoktan ortaklaştırmıştır ve artık o, insanlığın önüne ya kendisini bilinçli bir eylemle ortadan kaldırmayı ya da bu çürümüşlük içerisinde sonu gelmez acılara katlanıp yok oluşa sürüklenmeyi koymaktadır. Dolayısıyla yukarıda sıraladıklarımıza şunu da eklemeliyiz: Bu karanlık günlerde insanlık daha önce hiç olmadığı kadar kurtuluşa yakındır; zira kapitalizmi yarattığı tüm pislikle birlikte ortadan kaldırmak için maddi olanaklar hiç bu kadar olgunlaşmamıştı.
[1] Yalnızca şunu ekleyelim: Yaşanan krizi pandemiye bağlayan burjuva açıklamalar, alınan önlemlerin tedarik zincirlerini bozarak üretim alanında sıkıntıya yol açtığını söylüyorlar. Bu durum bazı sektörlerde üretimin durmasının önemli bir nedeni olsa bile, meselenin genelde bir “arz şoku” olarak sunulması burjuva iktisatçılarının çarpıtmasıdır. Üretimdeki kesintinin esas nedeni, düşen kâr oranları ve efektif talepte yıllardır süren azalıştır. Pandemiden önce de kapitalist ekonominin tepesinde kara bulutlar birikmişti. Örneğin, 2019 yılı, son 20 yıldır dünya mal ticaretinin en çok düştüğü yıllardan biriydi. Bir başka örnek olarak Alman ekonomisinin kalbi durumundaki otomotiv sektörünün durumunu verebiliriz. Daha pandemiden önce, 2019 yılında Alman otomotiv üretimi bir önceki yıla göre zaten yüzde 10’a yakın oranda düşmüştü, bu yılsa çok daha büyük bir düşüş öngörülüyor. Bunun sonucu olarak da Alman otomotiv sektöründe çalışan her sekiz işçiden birinin işini kaybedeceği söyleniyor.
[2] FED’in politikası yıllardır enflasyonu %2 civarında tutmak üzerine kurgulanmıştı, artık bunun üzerindeki “ılımlı bir artış”ın tolere edilebilir olduğu kabul edilmiştir.
[3] Bu tür yaklaşımlar, bugünlerde “ilan edilen” İlerici Enternasyonal’in de küçük-burjuva reformist çizgisini karakterize etmektedir. Bu oluşum, Syriza’nın eski maliye bakanından İzlanda’nın kadın başbakanına kadar bir dizi burjuva sol siyasetçiyi, Negri’lerden Chomsky’ye kadar solcu akademisyenleri, yeşil hareketin temsilcilerini, kısacası kapitalizmi romantik bir temelde eleştirip ıslah etmeyi arzulayan envai çeşitten reformisti kapsıyor.
link: Oktay Baran, Sınırlarına Dayanan Kapitalist Balon, 25 Eylül 2020, https://marksist.net/node/7037
İnce Memed: Başkaldırmaya Mecbur Adamın Romanı
Evden Çalışma: Yaratılan Algı ve Gerçeklik