Ortadoğu’da odaklanan emperyalist savaş, sona ereceğine dair yaratılan tüm yanılsamaların aksine devam ettiği ve edeceği gibi, yayılma ve başka bölgelere sıçrama olasılığı da her geçen gün artıyor. ABD’nin Golan tepelerine dair son adımı, İran’a yönelik sıkıştırmanın artması, Venezuela’da artan emperyalist askeri müdahale tehdidi, nükleer güçler olan Pakistan ve Hindistan arasında son dönemde yaşanan çatışmalar, Rusya ile Ukrayna arasında süren gerilim ve Ukrayna’daki kesilmeyen çatışmalar, Asya ve Pasifikte yükselen gerilimler; Karadeniz’de Rusya ve NATO arasındaki güç yığma yarışı, Doğu Akdeniz’deki yeni hidrokarbon yataklarının yarattığı yeni gerilimler… Tüm bunlar önümüzdeki süreçte yürüyen paylaşım savaşının daha da alevleneceğinin ve Ortadoğu’nun dışındaki bölgelere de sıçrayacağının emareleridirler.
Emperyalist büyük güçler nüfuz alanlarında kozlarını geçmiştekinden farklı savaş biçimleriyle paylaşmaktayken, bir taraftan da hem kendilerini hem de paylaşım konusu olan bölgelerdeki güçleri silahlandırmaya devam ediyorlar. Milenyum dönemecinden bu yana yeniden alevlenen silahlanma yarışı insanlığı çok daha büyük felâketlerin beklediğini ortaya koyuyor. Tarihsel bir sistem krizi içinde debelenen dünya kapitalizmi, savaşı ve askeri harcamaları körüklemekten başka bir çıkar yol bulamıyor, bulamayacak da. Savaş alevlerini harlamak, kitleleri de buna uygun bir psikolojiyle biçimlendirme gereğini beraberinde getiriyor ki, tüm ileri kapitalist ülkelerde artan militarist söylem, körüklenen milliyetçilik, kışkırtılan göçmen düşmanlığı, İslamofobi, tırmanışta olan faşist hareketler, diğer şeylerin yanı sıra aynı zamanda bu amaca da hizmet ediyor. Egemenler artan askeri harcamaları kitlelere “kaçınılmaz bir zorunluluk” olarak yutturmaya çalışıyorlar.
Emperyalist güçler milyarlarca dolarlık silah sattıkları ülkeleri böylelikle kendilerine mali açıdan daha da bağımlı hale getirmiş oluyorlar. Paylaşıma konu olan nüfuz alanlarındaki yerel güçleri birbirine karşı kışkırtarak ve her birine silah satarak, emperyalist merkezlerdeki savaş sanayinin kasalarına yüz milyarlar akıtılmış oluyor. Emekçi kitleler daha da yoksullaşıp bir de çatışmalarda canından olurken, kazanan her daim emperyalist büyük güçler olmaktadır. Ortadoğu’da yürüyen savaş, bu bölgeye akan silah ticaretine dair veriler, bu gerçeklerin bariz kanıtlarıdır. ABD’li silah tekelleri, Ortadoğu’da yürüyen savaşın karşı taraflarında olan yerel ya da bölgesel güçlere ayrım gözetmeksizin silah satıyor. Aynı gerçeklik sözümona demokratik AB ülkeleri olan Almanya, Fransa, İngiltere için de geçerlidir. Dahası, son yıllarda hem kendi yayılmacı emellerini daha sağlam bir askeri zemine oturtmak hem de büyüyen silah ticaretinden daha büyük pay almak için savaş sanayiini özel olarak teşvik eden Türkiyeli egemenler de kendi çaplarında aynı şeyi yapıyorlar. Suriye savaşında zaman zaman TC’yle gerilimler yaşayan Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, TC’nin silah ihracatındaki en önemli müşterileridir aynı zamanda! Rusya’yı da unutmamak lazım. Suriye savaşına dâhil olduğu andan itibaren, geliştirdiği yeni silahları hiç çekinmeksizin Suriye sahasında kullandığı gibi, yürüyen savaşı kendi silahlarının tanıtımının yapıldığı bir reklam kampanyası olarak kullanmaktan çekinmemektedir. Rusya’nın resmi haber ajansı niteliğindeki Sputnik’in sayfaları sistematik bir biçimde Rus silahlarının ABD silahlarına üstünlüğünü anlatan görsellerle, infografiklerle, siyasal ve askeri analizlerle dolup taşmaktadır.
Son dönemde TC ile ABD arasındaki gerilimlerin çok daha derin nedenleri olmakla birlikte, bu gerilimde TC’nin hava savunma sistemlerini ABD’den mi yoksa Rusya’dan mı alacağı meselesinin önemli bir rol oynadığı da açıktır. Her iki büyük güç de diğer mülahazaların yanı sıra, kendi silahlarını satmak için de TC’ye abanmaktadırlar. ABD, S-400 sistemlerini satın alacağını açıkladığı için TC’yi F-35 savaş uçaklarının teslimini durdurmakla tehdit ederken, durumu fırsata çevirmeye çalışan Ruslar da, “dert etmeyin, F-35’leri vermezlerse bizdeki Su-57’leri alırsınız, hem onlar daha iyi” diyorlar. Bu meselenin önümüzdeki günlerde gerçekleşecek Erdoğan-Putin görüşmesinde de gündeme gelebileceği konuşuluyor.
Militarist yükseliş ve silahlanma yarışına, dünya silah ticareti, kapitalist devletlerin askeri harcamaları ve büyük silah imalatçısı ülkelerin savaş sanayilerindeki büyümeye dair son veriler üzerinden bakarak, içinden geçtiğimiz dönem ve sürece dair tespitlerimizi bir de bunlar aracılığıyla gözden geçirmiş olalım.
Silah ticareti büyüyor, askeri harcamalar artıyor
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) her yıl silah ticaretiyle ilgili önemli bir rapor hazırlıyor. Savaş uçakları, savaş gemileri, füze sistemleri gibi silahların siparişi ile teslimatı arasında geçen sürenin uzun oluşundan ötürü dünya silah ticaretinin büyüklüğüne dair veriler ciddi oynamalar gösterebiliyor. Bu nedenle de SIPRI, raporlarında, ticaretteki değişimi beş yıllık dönemler halinde yorumluyor. Son yayınlanan rapor, 2014-2018 döneminde dünya silah ticaretinin 2009-2013 dönemine göre yaklaşık %8 oranında arttığını söylüyor. Artış oranı, ondan önceki döneme (2004-2008) göre ise %23’ü buluyor. Dünyanın en büyük silah ihracatçıları olan ABD, Rusya, Fransa, Almanya ve Çin, dünya silah ihracatının dörtte üçünü yapıyorlar.
Bu ticaretten en büyük payı ABD alıyor ve dahası payı giderek de artıyor; bu pay %30’dan %36’ya çıkmıştır. Dünyanın en büyük silah üreticisi ve silah taciri olan ABD’de, silah sanayii, 2018 yılında 192 milyar dolarlık bir satış cirosuna ulaşmıştır. Bu bir önceki yıla göre %13’lük bir artış anlamına geliyor. Bu 192 milyar dolarlık satışın bir kısmı küçük silahlar olarak ülke içinde satılırken, geri kalanı ya ABD hükümeti tarafından satın alınmış ya da ülke dışına ihraç edilmiştir. İhraç edilen silah tutarı yaklaşık 56 milyar dolardır ve bir önceki yıla göre %33’lük artış göstermiştir. ABD’nin silah ihracatının toplam mal ihracatı (2018’de 1,7 trilyon dolar) içindeki payı, bu durumda %3,5 civarındadır.
ABD’nin silah ihracatının yarıdan fazlası Ortadoğu’ya yapılıyor. Benzer bir olgu Fransa ve Almanya için de geçerli; onların da en yağlı müşterileri Ortadoğu ülkeleri ve son dönemde onlar da silah ihracatlarını sırasıyla %42 ve %13 oranında arttırmışlardır. Bu arada, son dönemde silah sanayiine özel bir önem veren TC egemenlerinin de bu alanda atak yapmaya çalıştıklarını belirtmek gerekir. Bir önceki döneme göre son beş yılda Türkiye’nin silah ihracatı %170 gibi rekor bir oranda artarak dünya silah ticaretindeki payı %1’e çıkmıştır ki onun da müşterileri Ortadoğu ülkeleridir.[1]
Silah alımında Asya ve Pasifik ülkeleri %40 oranıyla başı çekiyorlar. Onları giderek artan ve son olarak %35’e ulaşan oranla Ortadoğu ülkeleri takip ediyor. Suudi Arabistan %12 payla dünyanın bir numaralı ithalatçısı durumundayken, onun ardından %9,5 payla Hindistan ve %5,1 payla Mısır geliyor. Bu ülkelerin tümü ya savaş halindedirler ya da artan askeri gerginliklerle karşı karşıyadırlar. Silah satışları ile savaş arasındaki karşılıklı bağ buralarda çok çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var; devam eden savaşlar askeri harcamaları ve silah ticaretini arttırırken, artan silah ticaretinin de askeri gerginlikleri tırmandırıp yeni savaşları beslediğini unutmamak gerekir.
Gerek dünya silah ticaretinin hacmi gerekse de dünyadaki toplam askeri harcamalar, ABD ile Rusya arasındaki “Soğuk Savaş” döneminin sonlarına doğru azalmaya başlamıştı. 90’lı yıllar bu açıdan bakıldığında II. Dünya Savaşı sonrası dönemde silahlanma yarışının en zayıf olduğu yıllardı.
Bu yıllarda ABD başta olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşanan göreli hızlı ekonomik büyümenin sona ermesinin ardından dünya kapitalizmi derin bir krize sürüklendi. Buna paralel olarak 1998-99 yıllarından itibaren gerek devletlerin askeri harcamaları gerekse de dünya silah ticareti tekrar artmaya başladı. Milenyum dönemecinden itibaren neredeyse kesintisiz bir yükseliş içindeki bu harcamalar günümüzde “Soğuk Savaş” dönemindeki düzeyin çok ötesine geçmiştir. Kapitalist devletlerin askeri harcamaları yıllık 2 trilyon dolara yaklaşmış durumda. Bunun içinde en büyük paya sahip beş ülke ABD (%35), Çin (%13), Suudi Arabistan (%4), Rusya (%3,8), Hindistan’dan (%3,7) oluşuyor. Görülüyor ki, ABD, Çin ve Rusya bir yandan dünyaya silah satarken bir yandan da kendileri artan ölçüde silahlanıyorlar.
ABD’nin savaş bütçesi
Silahlanma yarışı, askeri harcamalar ve silah satışları hususunda ABD emperyalizmi toplam meblağ bakımından açık ara dünya birinciliğini kimseye kaptırmıyor. ABD’nin askeri harcamaları, özellikle milenyumun ilk on yılında muazzam miktarda artmış, ardından kısa bir gerileme dönemini takiben 2015’ten itibaren artış devam etmiştir.[2] Bu harcama miktarları gerçekten de devasa boyutlardadır. Öyle ki, sıralamada kendisinden sonra gelen 14 ülkenin askeri harcamalar toplamı bile ABD’ninkinden küçüktür. Bu veriyi ekonomik büyüklüğe kıyasla ele almak da gereklidir. Zira benzer bir açık ara fark ABD ekonomisinin büyüklüğü ile rakiplerinin ekonomik büyüklüğü arasında da mevcuttur. Askeri harcamaların gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranına baktığımızda, dünya ortalamasının %2,2 olduğunu görüyoruz. Devasa ekonomik büyüklüğü ve üstünlüğü nedeniyle muazzam askeri harcamalar yapabilen ABD için bu oran son yıllarda %3 civarındadır. Aynı oran, Rusya için %4’ün üzerinde, Suudi Arabistan içinse %10’dur.[3] Türkiye için de bu oran dünya ortalamasıyla aynıdır, %2,2.
Trump iktidara geldiğinde kitlelerin gözünü boyamak için askeri harcamalara dair “bunlar boşa harcanan paralar” diyordu. “Trilyonlarca dolar akıtmamıza rağmen elimize ne geçti” diye sorup, sözümona, Suriye’den, Afganistan’dan vb. askerleri geri çekme niyetinde olduğunu açıklıyordu. Kongre’ye onay için gönderilen son bütçenin içindeki 750 milyar dolarlık askeri harcamalar kalemi, gerçeklikle yaratılmak istenen algı arasındaki farkı gayet net bir şekilde ortaya koyuyor. Pentagon, askeri harcamaların yüzde 2,4 oranında arttırılmasını isterken, Trump bu artış oranını ikiye katlayarak askeri harcamalar bütçesini yüzde 4,7 oranında arttırdı. Bu 34 milyar dolarlık bir artış anlamına geliyor.
Sırf yeni ve “akıllı” silahların geliştirilmesi için yapılacak araştırmalara dahi 104 milyar dolarlık bir pay ayrılmış durumdadır. En çarpıcı olan ise, askeri bütçenin kalemlerinden biri olan “Denizaşırı Beklenmedik Durum Operasyonları Fonu”nun, gelecek yıl yaklaşık 2,5 katına çıkartılarak 164 milyar dolar yapılmasının talep edilmesidir. Bunun ABD’nin dünyanın çeşitli bölgelerinde çıkarttığı savaşlar için kullandığı bir fon olduğunu düşündüğümüzde önümüzdeki dönemde dünya savaşının çok daha fazla yayılmasının planlandığını anlamak zor olmaz. Böylesi devasa bir fonla, askeri güç ve harcamaları bundan kat be kat az olan İran, Venezuela ya da Kuzey Kore’ye karşı bir savaş rahatlıkla yürütülebilir. Bütçenin yalnızca bu savaş fonu kaleminin büyüklüğü, Çin’in toplam askeri harcamalarına eşitken, Rusya’nın toplam askeri harcamalarınınsa yaklaşık üç katına denk düşmektedir.
Ekonominin militarizasyonu daha da artacak
İçinden geçtiğimiz dönemde savaş sanayiinin artan büyümesi, silah ticaretinin ve devletlerin askeri harcamalarının artışı ne tesadüfîdir ne de geçici bir olgudur. Tüm bunlar yürüyen Üçüncü Dünya Savaşının zorunlu sonuçlarıdır. Yürüyen emperyalist paylaşım savaşını başlatan ABD emperyalizmidir. Aşınmaya başlayan hegemonyasını tekrar güçlendirmek, pazarlarını ve nüfuz alanlarını yükselişte olan rakiplerine kaptırmamak, aradaki mesafeyi açık tutabilmek için giriştiği savaş başlangıçta “terörizme karşı savaş” olarak lanse edildiyse de, geçtiğimiz yıl bu savaşın aslında “büyük güç çatışması” olduğu resmen kabul edilmişti.
Dünya kapitalizminin tarihsel bir kriz içine sürüklenmiş olması bu savaşla hem örtüşüyor, hem de onu körüklüyor. Geride bıraktığı dönemlerdeki gibi bir canlılık sağlama ve atılım yapma potansiyelini tüketen kapitalizm yalnızca ekonomik alanda değil toplumsal yaşamın tüm alanlarında kriz içinde debeleniyor. Ekonomik alanda tam bir tıkanıklık hüküm sürüyor; büyüme oranları yerlerde sürünüyor, yüzde iki büyümeyi tutturabilenler kendilerini şanslı sayıyorlar. İşsizlik tüm ülkelerde yükselirken, reel ücretler düşüyor, çalışma koşulları ağırlaşıyor. Siyaset sahnesinde merkezdeki düzen partileri güç kaybederken, aşırı sağ partiler güç kazanıyor; otoriterleşme eğilimi hızlanıyor, faşizm ve militarizm tırmanıyor.
Kısacası geçmişteki büyük toplumsal krizlerin besleyip büyüttüğü eğilimlerin bugün de geçerli olduğunu görüyoruz. Üstelik de artık genel bir kapitalist tıkanmışlık sözkonusudur. Burjuvazi geçmişte, derin ekonomik bunalımları aşmak üzere ekonomiyi militarize ederek bir canlılık sağlamaya girişmiş ve sonuç büyük emperyalist paylaşım savaşları olmuştu. Bugün de ekonomik tıkanıklığı askeri harcamaları körükleyerek aşmaya çabalıyorlar; böylelikle bir yandan zaten yürümekte olan savaşın alevlerini harlarken bir yandan da farklı bölgelerdeki rakip yerel güçleri artan ölçüde silahlandırarak paylaşım savaşının yeni bölgelere yayılmasının zeminini güçlendirmiş oluyorlar.
Yürüyen Üçüncü Dünya Savaşının daha da yayılacağı kesindir ancak bu savaşın şu anki yürütülüş biçiminin ve mevcut boyutunun ekonomik olarak egemenlerin derdine derman olamadığı da açık bir şekilde ortadadır. Bu kadar askeri harcama bile yetmiyorsa, bu silahlanma daha nereye kadar devam edebilir şeklinde bir soru geliyor akla. Maalesef farkında olmalıyız ki, tarihteki örneklerden de bildiğimiz gibi kapitalistlerin vahşette kat edebilecekleri daha çok yol vardır.[4] Büyük güçlerin ekonomileri henüz geçmişteki ölçüde askerileşmediyse, bunun temel sebebi büyük güçlerin henüz açıkça karşı karşıya gelip doğrudan çatışma içine girmemiş olması ve savaşın henüz büyük güçler arasında topyekûn savaş biçimine bürünmemiş olmasıdır. Büyük güçlerin sahip olduğu askeri teknoloji dikkate alındığında, bugün büyük orduların siperlerde karşı karşıya gelip birbirine kurşun ve top mermisi yağdırmasına gerek bulunmuyor. Binlerce kilometre uzaktan karşı tarafın ana kuvvetlerini yok etme, kentlerini harabeye çevirme ve hatta tüm bir nüfusu kısa sürede tamamen yok etme kapasitesine sahipler.
Savaş halka halka büyüyor, farklı coğrafyalara yayılma emareleri gösteriyor. Dolayısıyla bakılması gereken nokta, askeri harcamaların hem meblağ hem de oran olarak giderek artıyor oluşudur. Sürecin gidişatı bu yöndedir. Emperyalist-kapitalist vahşetin ulaşabileceği düzey dehşet vericidir. Daha bu kadarıyla bile, yürüyen Üçüncü Dünya Savaşı milyonlarca insanın ölümüne, on milyonların göç etmek zorunda kalışına, kentlerin harabe haline gelmesine yetmiş de artmıştır. 12 yıl önce yapılmış bir saptamanın, bu süreç içerisinde doğrulandığını söyleyebiliriz. Şöyle yazıyordu Elif Çağlı: “günümüz dünyasının değişen koşulları altında, küresel ölçekteki hegemonya savaşlarının sona ermesi geçmiştekinin basit bir tekrarı biçiminde olmayacaktır. Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb., çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilir.”[5]
Nükleer savaş tehdidi yok sayılamaz
Yürüyen savaş uzayıp yayıldıkça, savaşın tarafları nükleer silahlanma üzerine de her gün yeni bir açıklamada bulunuyor. Gerek ABD, gerek Rusya, gerekse de diğer nükleer güçler, nükleer silahların modernizasyonu programları geliştiriyorlar. Nükleer bir savaş tehdidi Soğuk Savaş yıllarından sonra bir kez daha insanlar tarafından da hissediliyor. Geçtiğimiz yıl ABD’li üniversite öğrencileri arasında yapılan dar kapsamlı bir ankette öğrencilere “nükleer bir savaşa tanıklık edebileceğinizi düşünüyor musunuz” sorusu yöneltilmiş; evet diyenlerin oranı yüzde 60! Son dönemde ABD ile Rusya arasındaki INF’nin (Orta Menzilli Nükleer Silahlar Antlaşması) askıya alınması, bu tehdit algısının hiç de paranoyaklıktan kaynaklanmadığını gösteriyor. Dahası gerek ABD, gerek Rusya’dan gelen askeri kaynaklı açıklamalar, yukarıda değindiğimiz açmazları aşabilmek için, her iki tarafın da “kullanılabilir” nükleer silahlar geliştirme çabasında olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bu tür açıklamalarda stratejik (yani çok büyük yıkım gücüne sahip) nükleer silahların kullanışlı olmadığını, ama taktik (yani düşük yıkım güçlü) nükleer bombaların çok daha rahatça kullanılabileceği dillendiriliyor.[6] Örneğin, Trump yönetimi, stratejik nükleer bombaların “kullanılamayacak kadar büyük ve güçlü” olduğunu; taktik nükleer başlıklar sayesinde “daha esnek bir caydırıcılık sağlanabileceğini” iddia ediyor. Onlara kalırsa böylelikle tam kapsamlı bir nükleer savaş da daha az olası hale gelecektir. Geçen yıl açıkladıkları Nükleer Silahlar Durum Değerlendirmesi raporunda, Trump yönetimi, bu doğrultudaki nükleer yeteneklerin artırılması için, 30 yıl içinde toplam 1,2 trilyon dolarlık yeni silahlanmaya gidileceğini duyurmuştu.
Bu tür yaklaşımların barındırdığı tehdit ABD’nin eski savunma bakanlarından William Perry’yi bile ürkütmüşe benziyor. Şöyle diyor Perry: “Amerika Birleşik Devletleri'nde veya Rusya'da uzun yıllardır açıkça tartışıldığını duymadığım nükleer silahların kullanılmasının taktiksel bir avantaj olabileceği inancı, bu ülkelerde şu anda konuşuluyor. Bu son derece endişe verici.” Endişesinin yersiz olmadığı açıktır. Zira Trump’ın etrafına topladığı nükleer şahinler, 10 milyon kişinin ölmesi pahasına nükleer bir savaşın kazanılabileceğini savunuyorlar. ABD “caydırıcılık” ve “önleyici saldırı” kavramları etrafında askeri doktrinini revize ederken, Rus yetkililer yaptıkları açıklamalarda ilk saldıranın kendileri olmayacağını söyleseler de, Rusya 2010 yılında değiştirdiği askeri doktrinle, “ülkenin hayati çıkarları tehlikeye girdiğinde büyük bir konvansiyonel tehdit karşısında nükleer silah kullanılabileceğini” deklare etmişti. Geçtiğimiz süreçte şöyle diyordu Putin: “Moskova'nın nükleer doktrininin özünde ‘yanıt olarak karşı saldırı' kavramı yer alıyor, saldırganlar intikamın kaçınılmaz olduğunu ve her ne olursa olsun imha edileceğini bilmeli. Biz bir saldırının kurbanları olarak, şehit olarak cennete gideceğiz, onlarsa basit bir şekilde ölecek, çünkü pişman bile olamayacaklar.” Ne kadar da iç ferahlatıcı!
Önümüzdeki süreçte ABD ve Rusya gibi nükleer güçler doğrudan ve açıktan karşı karşıya gelirse, tüm bu doktrin ve açıklamaların, nükleer bir savaşı frenleyebileceğini, aklın ağır basacağını düşünenler fena halde yanılıyorlar. Kapitalizm akla dayanmaz. Savaşta “etik sınırlar”, “vicdani akıl” gibi şeyler hızla buharlaşıp giderler.
Kapitalizm aldığı her solukta insanlığı uçurumun kenarına bir adım daha yaklaştırıyor. Bu süreçte de milyonları açlığa, yoksulluğa, savaşlarda katledilmeye ve daha nice felâkete maruz bırakıyor. İnsanlığın bekası için onun yıkılmasından başka yol yoktur.
[1] Türkiye’nin silah ihracında en önemli müşterileri, %30’luk payla Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), %23’le Türkmenistan ve %10’la Suudi Arabistan’dır.
[2] ABD’nin askeri harcamaları, 1999’da 280 milyar dolarken, 2011 yılında zirve yaparak 711 milyar dolara çıkmıştı. 2015’e kadar azalan harcamalar o tarihten bu yana tekrar artış göstermektedir.
[3] SIPRI’nin 2017 yılı için verdiği oranlardır.
[4] Bugün askeri harcamalar ve GSYH’ye oranı artış halinde olsa bile, geçmişteki iki dünya savaşıyla karşılaştırıldığında şimdilik hayli mütevazı kalıyorlar. Zira ABD açısından askeri harcamaların GSYH’ye oranı, I. Dünya Savaşında %20’yi, II. Dünya Savaşında ise %40’ı geçmişti. Kore Savaşını takiben %15’in altına düşerek 1967’e kadar %9 civarında seyreden ve ardından giderek azalan bu oran, milenyum dönemecine yaklaşılırken tekrar artmaya başlamıştı. 1999’da %2,9 olan bu oran 2010 yılına kadar sürekli artarak %4,6’ya çıkmış, ardından birkaç yıl boyunca düşmüş ve sonra tekrar yükselmiştir.
[5] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm (Kasım 2007), marksist.com
[6] Stratejik denilen nükleer bombaların her biri, Hiroşima’ya atılandan binlerce kat daha güçlü olabilirken, taktik denilen atom bombaları Hiroşima’ya atılandan daha az yıkım gücüne sahip olabiliyorlar! Nükleer olmayan yıkım araçları bile günümüzde benzer bir yıkım kapasitesine ulaşmış ve bunların kullanılması giderek sıradanlaşmışken, benzer güçteki taktiksel nükleer bombaların kullanılmasının da çok tepki çekmeyeceğini hesaplıyor emperyalist cellâtlar.
link: Oktay Baran, Savaş da, Askeri Harcamalar da Büyüyor, 4 Nisan 2019, https://marksist.net/node/6639
Savaşa Gönderilen “Onbeşli”lerin Türküsü
Sansüre Karşı Yollara Düşenler