Kapitalist toplumda “sanat” egemenler tarafından etkili bir ideolojik silah olarak kullanılmaktadır. Ancak sanat ve edebiyatın sömürücü sınıfların tekelinden çıktığı, aydın ve sanatçıların yüzünü sol-sosyalist mücadeleye döndüğü dönemler de olmuştur. İşçi sınıfının kapitalizme karşı verdiği mücadelenin gelişmesi ve toplumsal mücadelenin yükselmesi böylesi bir dönemin yaşanabilmesinin önemli bir koşuludur. Türkiye’de de 1980 öncesinde, 1960’lardan başlayarak yükselen toplumsal mücadele aydınları, sanatçıları, sanatı ve edebiyatı etkilemiş, aydınlar, sanatçılar işçi sınıfının ve ezilenlerin mücadelesini anlatan eserler yaratmışlardır. Bu dönemin etkisi sadece yaratılan ürünlerle sınırlı kalmamış, çağımızın önemli sanat dallarından biri olan sinemanın emekçileri de yaşadıkları sorunları çözmek için örgütlenmiş, mücadelelerinde işçi sınıfının yol ve yöntemlerini kullanmışlardır.
Türkiye’de 60’larda oluşan görece demokratik siyasal ortamdan yararlanan işçi sınıfı, geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde militan bir sendikal örgütlülüğe ve eylemliliğe girişmişti. Bu yıllarda işçi sınıfı nice zorluğu göze alarak fabrikalarda çetin mücadeleler yürütüyordu. İşçi sınıfının bu mücadelelerini 60’ların ikinci yarısından itibaren üniversite gençliğinin yükselen eylemleri izledi. İşçi sınıfı 1968’den 1970 yılının sonuna kadar pek çok işyerinde grevlerden fabrika işgallerine varıncaya kadar militan bir mücadele yürüttü. Bu mücadelelerin önü 12 Mart darbesi ile kesilmek istense de başarılı olamadı ve 1970’li yılların ikinci yarısından sonra işçi hareketi ve devrimci hareket yeniden yükselmeye başladı. Toplumun her kesiminde düzen karşıtı muhalefet hareketi gelişiyor ve bu temelde yoğun bir örgütlenme seferberliği yaşanıyordu. 1976’dan itibaren yeniden kutlanmaya başlanan ve işçi sınıfının en geniş ve en yaygın kitle gösterilerine dönüşen 1 Mayıslar, DGM’lere karşı yürütülen kitlesel direnişler, MESS’e karşı metal işçilerinin yürüttüğü eylemler toplumun her kesiminde etkisini gösteriyor, toplumun farklı kesimleri işçi sınıfının platformlarında yerlerini alıyorlardı.
Böylesi bir toplumsal atmosferde sinema emekçileri de yaşadıkları sorunların çözümünü sokağa çıkmakta görmüşlerdi.[*] Sinema emekçileri pek çok sorun yaşıyordu. İş ve sosyal güvencelerinin olmamasının yanında pek çok filme sudan sebeplerle sansür uygulanıyor, filmler yasaklanıyordu. 1977’de ise yeni bir sansür tüzüğü olan “Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetlenmesi Hakkında Tüzük” yürürlüğe girdi. Sansürün sinemanın belini kırdığı bir dönemde gelen bu yeni sansür tüzüğü, bardağı taşıran son damla oldu. 5 Kasım 1977’de Yeşilçam oyuncuları, set çalışanları, yönetmenleri, 400 sinema emekçisi örgütlenerek İstanbul’da başlayıp Ankara’da biten üç günlük “Sansürü Protesto Yürüyüşü” düzenlediler. Bu yürüyüş, sansür özelinde başlasa da sinema emekçilerinin yıllardır biriken, çalışma koşulları, sosyal güvence gibi sorunlarını da kapsıyordu. Yürüyüşün planlaması, Tarık Akan, Hakan Balamir, Yavuz Özkan ve Vedat Türkali’den fikir alınarak yapılmıştı. Daha sonra bu ekibin içine Fatma Girik de dâhil olurken, ilk iş olarak yürüyüş komitesi oluşturulmuş ve tüm sinema emekçilerine ulaşmak için kollar sıvanmıştı.
Yürüyüşe katılan tüm sinema emekçileri yürüyüşten bir gün önce bir araya gelerek yürüyüşte taşınacak pankartları hazırlamışlardı. Dönemin havası taleplere ve pankartlara da yansıyordu. Pankartların bir kısmında şu sloganlar yazılıydı: “Yaşasın İşçi Sınıfının Yanındaki Sinema”, “Sosyal Güvencesiz İşçi Olmaz”, “Sinemayı Karanlıktan Kurtaralım”, “Sinemanın Gerçek Sahipleri Biziz”.
Yürüyüş komitesinin çalışmaları sonucu yürüyüşe, yedi otobüsle (ki her otobüste yürüyüş komitesinden bir kişi güvenliği ve genel gidişatı organize etmek için görevlendirilmişti) 400 sanatçı, yazar, hukukçu, ışıkçı, kameraman, set işçisi, teknisyen katılmıştı. Yürüyüşe katılanlar İstanbul’un çeşitli yerlerinde, İzmit’te, Bolu Dağı’nda, Ankara’da otobüslerden inerek, kortejler oluşturup, taleplerini haykırıyordu. Yürüyüşte Eşref Kolçak, Cüneyt Arkın, Tanju Gürsu, Müjdat Gezen, Zeki Ökten, Hale Soygazi, Fahri Danışman, Umur Bugay, Nurhan Nur, Müjde Ar, Perihan Savaş, Türkan Şoray, Kadir İnanır, Orhan Aksoy, Kadir Yılmaz, Mevlüt Ekinci, Necla Nazır, Mahmut Cevher, Aytaç Arman, Aysun Güven, Vedat Türkali, Atıf Yılmaz, Meral Orhonsoy, Menderes Samancılar, Ercan Yazgan, Yadigar Ejder, Sami Hazinses gibi isimler en önde yerlerini almışlardı.
O dönem iktidarda bulunan Milliyetçi Cephe hükümeti, sinema emekçilerinin yürüyüşünü, toplumdan yalıtmak ve yürüyüşün içini boşaltmak için karalamaya girişti. Hükümet, sansürü pornografik filmlere karşı çıkardıklarını, bu eylemi yapanların ise pornografik sinemaya sahip çıktıklarını iddia ediyordu. Hatta dönemin Sanayi ve Teknoloji Bakanı Malatya’da gerçekleşen bir basın toplantısında yürüyüşe katılanlar için “Bir avuç insan ahlâksızlık yapmak için yürüyecekse varsın yürüsün, bu bir şeyi değiştirmez” demekten geri durmamıştı. Ancak yürüyüşe katılan sanatçıların kendisi başta olmak üzere pek çok şey değişmeye başlamıştır.
Yürüyüşe katılan pek çok sanatçı, yıllar sonra bile yürüyüşten övünç ve gururla bahsetmişlerdir. Türkan Şoray duygularını şöyle ifade ediyor: “Çok önemli bir iş yaptık. Omuz omuza mücadele etmek, örgütlenmek çok güzel duygulardı. Biz o yürüyüşle kendimizi çok güçlü hissettik. Yürüyüşe katılan herkesin gözü parlıyordu. Aynı duyguları paylaşmak, hak mücadelesi vermek, bunu yaşamak çok güzeldi.” Mahmut Cevher, “Orada kendinizi kahraman gibi hissediyorsunuz. Sanki devrim olacakmış gibiydi” diyor. Yılmaz Duru, hasta olduğu için yürüyüşün tamamına katılamaz. Ancak yürüyüşün başladığı alana gelir. Yanına gelen sanatçı arkadaşlarına, “Siz yürüyeceksiniz de ben yatağımda mı yatacağım? Ben hasta olsam da ruhumla bu yürüyüşün içindeyim” der.
Hakkını arama, onuruna sahip çıkma, dayanışma, yürüyen mücadeleye ihanet etmeme dönemin pek çok sanatçısı açısından benimsenmiş ve bu değerlere sahip olmayanlar hor görülmüştür. Ayrıca bu eylemle sinema emekçileri sosyal güvence haklarının ön adımlarını attırmışlardır; bütün yapımcılar emekçilerle sözleşme yapmak zorunda kalmış, Kültür Bakanlığı bünyesinde ilk defa bir sinema dairesi kurulmuştur. 1978 yılında Sinema Emekçileri Sendikası (Sine-Sen) kurulmuş ve o dönem DİSK’e katılmıştır. Sinema emekçileri ilk defa birbirine güvenip ortak bir mücadelede birleşip, kazanmışlardır. Ancak hükümet de boş durmamıştır. Sinema emekçilerini geri adım attırmak ve korkutmak için yürüyüşün yürütme komitesine soruşturma açtırmış ve sanatçılar ifadeye çağrılmıştır. Ama egemenler, sanatçıların kazanımlarına el koymak için 12 Eylül faşist askeri darbesine kadar beklemek zorunda kalmışlardır.
12 Eylül toplumun üstüne karabasan gibi çökerken, işçi sınıfının tüm mücadeleci örgütleri gibi Sine-Sen de kapatıldı ve sendika üyeleri gözaltına alınıp tutuklandı. 12 Eylül faşist darbesine boyun eğmeyen, müziği ve sineması ile karşı duran sanatçılar olduğu gibi, darbecileri alkışlayan, Kenan Evren’e methiyeler düzen “sanatçılar” da olmuştu. Darbeciler toplum nezdinde tanınan, sevilen şahsiyetleri yanlarına çekerek, darbeyi meşrulaştırmaya çalışacaklardı.
Bugün de böylesi karanlık bir dönemden geçiyoruz. Siyasi iktidar, kendisine muhalif olan, demokrat sanatçılara baskı uygulayarak çalışmalarını engellemeye ve onları sindirmeye çalışıyor. Şan şöhret, para pul, mevki peşinde koşan bir avuç omurgasız “sanatçı” müsveddesi ise rejime biat etmiş bulunuyor. Rejime biat eden “sanatçılar” tek adama sundukları desteğin karşılığını ziyadesiyle alıyorlar. Ancak tüm bunlar bizi yanıltmasın. Tarih, işçi sınıfının saflarında dünyayı değiştirme mücadelesinde yer alan onurlu sanatçıları şanlı sayfalarında yazdığı gibi, çıkarları uğruna egemenlerin yanında yer alanları da lanetleyerek yazmıştır, yine yazacaktır.
[*] “Sansürü Protesto Yürüyüşü” hakkındaki bilgiler, Deniz Yeşil’in “Yollara Düştük” adlı belgeselinden alınmıştır.
link: Pendik’ten MT okuru bir işçi, Sansüre Karşı Yollara Düşenler, 13 Nisan 2019, https://marksist.net/node/6640
Savaş da, Askeri Harcamalar da Büyüyor
Emperyalist Merkezlerde Kara Propaganda Manzaraları