Hiroşima ve Nagazaki’den 62 yıl sonra bile emperyalist gericiler, atom bombalarının savaşı sona erdirmekle “hayat kurtararak, acılara son verdiğini” öne sürmeye devam ediyorlar. Bu aynı gericiler, tarihte eşine az rastlanır bir ikiyüzlülükle, nükleer silah yapmaya çalıştığını iddia ettikleri İran’a karşı ABD’nin nükleer silahlarla “önleyici” bir saldırıda bulunmasının meşru müdafaa olacağını ileri sürebiliyorlar. Birkaç yıl önce Irak’ta kimyasal silahların olduğuna yemin billâh eden ABD rejimi, bunun açıkça bir yalan olduğu ortaya çıkmasına rağmen, bu tür yalanlar üretmekten geri durmuyor. Dünyanın en büyük nükleer gücü olan ABD, her ikisi de ilgili uluslararası anlaşmaları imzalamamış olan İsrail ve Hindistan’ın nükleer faaliyetlerini desteklerken, İran’a saldırıyı meşru kılmak amacıyla dikkatleri onun nükleer faaliyetlerine yoğunlaştırıyor. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunun iki bin iki yüz saatten fazla süren kapsamlı incelemeleri sonucunda hazırladığı rapor, İran’ın elinde nükleer silah olmadığını ve bunu yapacak durumda da bulunmadığını belirtmiş, ne gam! En son icatları da, İran’daki devrim muhafızları ordusunu “terörist” bir örgüt olarak kabul etmesi için BM’de tartışma açılmasını istemek oldu.
ABD İran’a şu ya da bu şekilde saldırmayı kafasına koymuş bulunuyor, gerekçesi teferruattan ibaret! Burjuva medyada ABD’nin Irak’tan çekilip çekilmeyeceği tartışıladursun, tüm yaşananlar, ABD’nin bölgede başlattığı savaşın Irak’la ve hatta İran’la sınırlı olmayıp yayılacağını gösteriyor. ABD’nin Irak’ta istikrarlı bir rejim kuramadığına işaret ederek savaşın sonunun yakın olduğu fikrini savunanlar, verili gerçekliği algılayamayıp kendilerini avutuyorlar.
İstikrarsızlığın istikrarı
ABD’nin Irak işgaliyle varmak istediği sonuçların oldukça uzağında olduğu bir gerçek. Abartılı ve günümüzün somut koşullarında elle tutulur bir anlamı olmayan Vietnam bataklığı benzetmesini bir tarafa bırakacak olursak, şunu açıkça belirtmek zorundayız ki, ABD emperyalizminin yürüttüğü hegemonya savaşı, kendisine yeni düşmanlar kazandırarak ve bizzat kendisi yeni düşmanlar ilan ederek devam ediyor ve kısa sürede biteceğe de hiç benzemiyor. Bugün yürüyen emperyalist savaşın yalnızca basit bir petrol savaşından ibaret olmadığı gibi ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle sona ermeyeceğini de sık sık vurguladık. Bu savaş, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya yayılan ve eninde sonunda Güney Amerika ve Pasifik’i de içine alacak devasa alanlarda, emperyalist büyük güçlerin, hammadde ve enerji kaynaklarını, petrol ve doğalgaz boru hatlarını, pazar ve yatırım alanlarını, tek kelimeyle nüfuz alanlarını paylaşma savaşıdır.
Son dönemde yaşanan tüm gelişmeler, bu savaşın tüm Ortadoğu’ya yayılmasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Tek başına bu olasılık bile tüm büyük emperyalist güçlerin işin içine şu veya bu şekilde, şu veya bu ölçüde girmesi anlamına gelir. Bir başka deyişle, Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde yaşanan savaşlar gerçekte nasıl ki ABD, AB ve Rusya arasında taşeronlar aracılığıyla yürütülen savaşlar idiyse, Ortadoğu’nun yeniden şekilleneceği böylesi bir savaş da aynı öze sahip olacaktır. Tek farkla ki, artık işin içinde, militarist temelini güçlendirmeye başlayan Japonya ve yeni yükselen emperyalist güç Çin de olacaktır.
Bugün ABD’nin Irak’ta “istikrarı sağlayamamış” olmasını, onun başarısızlığı olarak değerlendirenlerin çoğunlukta olduğu biliniyor. Ne var ki, beraberinde getirdiği ve daha da derinleştirdiği toplumsal, kültürel, ahlâki ve insani yıkımlara rağmen, bu “başarısızlığın” en azından geçtiğimiz aylara kadar ABD ekonomisi açısından nasıl bir can simidi işlevi gördüğü pek dile getirilmiyor. Ne de olsa savaşsız ve krizsiz bir kapitalizm düşü yayan burjuva ideologları açısından, savaşların krizler kadar kaçınılmaz olmakla kalmayıp bizzat krizlerden kaynaklandığı ve üstelik de iktisadi krizleri atlatmanın bir aracı olduğu gerçeği hiç de sevimli ve kullanışlı bir propagandif argüman değil! Öyle gözüküyor ki, şu sihirli kelime, “istikrar”, ABD burjuvazisinden çok, onun bugünkü politikasına muhalif gözükenler açısından bir anlam taşıyor. Savaşı bitirmeye değil yaygınlaştırmaya hevesli ABD emperyalizminin gerçek stratejisi ise istikrardan ziyade elde ettiği mevzileri gözetiyor.
Bugün ABD Irak’ta 100’den fazla askeri üs kurmuş durumda. Petrol alanlarını ve boru hatlarını, son derece güvenli hale getirilmiş bu askeri üsler sayesinde güvenceye almış bulunuyor. Bu alanların, Bağdat’taki yeşil bölge ve diğer önemli üslerin dışında Irak’ta yaşanan kan deryası ABD’yi pek ilgilendirmiyor. ABD üslerine ya da askerlerine son dönemde yapılan saldırıların sayısı oldukça düşük düzeyde ve ABD’nin bu tür saldırılara en büyük zalimlikle karşılık vermesi, bu direnişçi grupları onun bu ayrıcalıklı alanlarına dokunmaktan caydırmış gözüküyor. ABD’yi esas ilgilendiren, fiilen ve cebren ele geçirdiği petrol kaynaklarına bir an önce hukuksal bir meşruluk kazandıracak olan federal petrol yasasının kabul edilmesi. 43 maddelik petrol yasa tasarısı, verili haliyle, Irak petrollerinin emperyalist büyük güçlerin tam denetimine girmesi anlamına geliyor. Dünyanın birçok ülkesinde petrol sektörü ya devlet mülkiyetinde ya da kısa dönemli sözleşmelerle yabancılara da açıkken, Irak petrolü üzerinde yabancı şirketlerin 35 yıl gibi uzun vadeli sözleşme yapması mümkün hale getiriliyor.
Bu yasa geçirildikten sonra Irak kendi üretim düzeyini belirleyemeyecek. Exxon-Mobil, Shell, BP gibi petrol devlerinden oluşan bir Federal Petrol ve Doğalgaz Konseyi kurulacak. Mevcut petrol üretim alanlarının yalnızca üçte biri kadarı Irak Ulusal Petrol Şirketi’nin elinde kalacak. Yabancı şirketlere, kazandıkları paranın şu ya da bu kısmını Irak’a yatırma, yerli şirketlerle ortaklık, Iraklı işçileri çalıştırma ya da son teknolojiyi kullanma gibi hiçbir ön şart getirilemeyecek. Özerk bölgeler kendi petrol yasalarını çıkarıp kendi kararlarını alabilecekler. Nitekim Kürtler kendi yasalarını çıkardılar bile. Ancak kurulacak Konsey, bölgesel kararlar üzerinde veto yetkisine sahip olacak! Emperyalist işgalcilerin dünyanın üçüncü büyük petrol rezervlerini böylesine yağmalamasının önünde şu an tek engel gözüküyor; o da bizzat bu petrolü çıkartacak işçiler! Etkin bir sendikal örgütlülüğe halen sahip olan petrol işçileri Mayıs ayından bu yana söz konusu yasaya karşı gösteriler düzenliyorlar ve yasanın kabulü durumunda greve gideceklerini ilan ediyorlar. Irak hükümeti ise, böylesi bir grevi Saddam’ın 1987 tarihli grevleri yasaklayan kararnamesine dayanarak yasadışı ilan edeceğini duyuruyor! İşe bakın ki, Saddam’ı insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle ipe yollayan Irak hükümeti, onun işçi sınıfına karşı işlediği suçlara ortak olmaktan bir an bile çekinmiyor.
Afganistan’ın işgaliyle başlayan süreç, bir olgunun altını kalınca çizmemizi gerektiriyor.
ABD’nin bugün yalnızca Ortadoğu’da değil, ilgi alanına giren tüm bölgelerde izlediği çizgi, kendi istediği düzeni kurana dek muazzam boyutlarda ve derinlikte istikrarsızlık yaratmak, verili statükoyu temelinden sarsarak taşları yerinden oynatmak, tüm güç ve iktidar odakları arasında sonu gelmez gözüken bir çatışma yaratarak birbirlerini takatsiz bırakmalarını sağlamak ve böylece istediği gibi at koşturmaktır. Özellikle Ortadoğu gibi, modern sınıfsal ayrımların, dini, etnik, aşiretsel, ulusal vb. ayrımların neredeyse gölgesinde kaldığı bir bölgede, çeşitli grupları birbirine düşürmek son derece kolay gözüküyor. Ortadoğu’yla kıyaslandığında son derece daha gelişmiş, modern bir iktisadi zemine, görece uzun bir tarihsel dönem boyunca şu ya da bu şekilde barış içinde bir arada yaşama tecrübesine rağmen Yugoslavya’nın emekçi halklarına dayatılan trajedi, emperyalistlerin ve açgözlü yerli burjuva unsurların nelere kadir olduklarını gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki, Yugoslavya, başta Ortadoğu olmak üzere yeniden paylaşımın konusu olan tüm nüfuz alanlarında oynanan emperyalist oyunların prova sahnesi olarak kullanılmıştır.
Bugün ABD’nin el attığı bölgelerde istikrar sağlayamamış olması, hiç şüphesiz yalnızca onun istikrarsızlaştırma-parçalama ve güçten düşürme taktiğinden değil, aynı zamanda diğer emperyalist güç odaklarının da işin içinde olmasından ve kendisine karşı direniş hareketlerinin gelişmesinden kaynaklanmaktadır. Ama bunun başka türlü olması, bu dünya jandarmalığında deneyimli emperyalist haydudun diğer haydutların da ne tür oyunlar çevireceği hakkında hiçbir öngörüde bulunmadan ya da direniş hareketlerinin gelişeceğini tümden göz ardı ederek harekete geçmiş olması mümkün mü? Açıkça görülüyor ki, “hesap edilebilir ölçülerde”, öngörülebilir risklerle yönetilebilen bir toplumsal ve siyasal kriz ortamı, ABD stratejisinin zayıf karnını değil, onun emperyalist saldırganlığının en temel enstrümanlarından birini oluşturuyor. Doğada en kaotik sistemler bile kendi içlerinde bir düzeni barındırırlar; düzenden kaos, kaostan düzen hasıl olur. ABD stratejisinin kimi yorumcularca “yapıcı kaos ya da istikrarsızlaştırma” olarak adlandırılması boşuna değildir.
Değişen dengeler
ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 tarihindeki Ortadoğu dengeleriyle, bugün geldiğimiz noktadaki Ortadoğu arasında muazzam bir farklılık mevcut. Bu farklılıkları birkaç başlıkta ifade edelim.
Birincisi, Irak’ta 1200 yıldır hüküm süren Sünni egemenlik, yerini, muazzam bir toplumsal-iktisadi-siyasi istikrarsızlıkla birlikte ABD desteğindeki Şii ve Kürt egemenlerin hükümdarlığına bırakmıştır. Ne var ki bu durum da hiç uzun sürmeyecek gibi gözüküyor. Keza Şiilerin Irak’ta artan gücü son tahlilde İran’ın işine yaradı. ABD’nin Şii etkisini dengelemek için Sünni egemenleri de iktidara ortak etme girişimleri ise Saddam despotizminin anıları henüz belleklerde taze iken hem Şiilerin hem de Kürtlerin direnişi sonucunda fiyaskoyla sonuçlandı. Irak başbakanı Maliki ile ABD yönetiminin arası giderek açılıyor. Eylül ayında Kongre’ye hesap verecek olan Bush, Sünnileri hükümette tutmayı başaramayan Maliki’nin biletini kesmiş görünüyor. Bu durumun iyice olgunlaşıp ABD’li yetkililerce de açıkça dile getirilmeye başladığı bir dönemde Maliki, ABD’yi hepten tedirgin ederek, Suriye ve İran’ı da kapsayan bir Ortadoğu turuna çıktı. Maliki heyetinin üç günlük Suriye gezisinin ardından, Irak ve Suriye petrol bakanları, Kerkük ile Suriye’nin Banyas limanı arasındaki petrol boru hattının onarılarak yeniden işletime açılması konusunda anlaşmaya vardılar. Söz konusu hat ABD’nin 2003’te bombalamasıyla devre dışı kalmıştı. Bu boru hattıyla birlikte genelde Irak’ın özelde ise Kürtlerin Yumurtalık boru hattına ve dolayısıyla Türkiye’ye bağımlılıkları azalmış olacak. Bu adım Maliki açısından bir yandan ABD karşısında elini güçlendirmek, öte yandan da hükümetinin ayakta kalması için gerekli desteği bulabileceği tek kesim olan Kürt egemenlerine jest yapmak anlamına geliyor. Bugün Irak hükümetini ayakta tutan Şii-Kürt ittifakının bozulması, bütün merkezi burjuva iktidarın çökmesinin ve Irak’ın şu anki siyasal bütünlüğünün tarihe karışmasının önünü açabilir.
İkincisi, ABD emperyalizminin ve Siyonist İsrail’in saldırganlığı karşısında takındığı tutum ile İran, tüm Ortadoğu’da hiç olmadığı kadar büyük bir etkiye, üstünlüğe ve Ortadoğu’nun yoksul emekçi kitleleri arasında gerçekte hiç de hak etmediği bir sempatiye sahip olmuştur. Hiç hak etmemiştir, çünkü İran rejimi gerek ezilen ve sömürülen işçi sınıfı açısından gerekse de baskı altında tuttuğu başta Kürtler olmak üzere diğer ezilen uluslar açısından sempatiyi değil nefreti hak eden son derece gerici bir burjuva diktatörlüğüdür. ABD düşmanlığını anti-emperyalizm olarak yutturarak kendi halkının gözünü boyayan İran burjuvazisi, Alman, Fransız ve son dönemde de Rus emperyalizmiyle son derece yakın ilişkiler içindedir. Bu rejim yalnızca kurulduğu ilk günlerde binlerce komünisti ve devrimciyi katletmekle ve on binlercesini en zalim işkencelerden geçirmekle kalmadı, bugün bile işçi hareketi karşısında en baskıcı uygulamaları hayata geçirmekten, sendikaları ve grevleri yasaklamaktan ve yakaladığı devrimcileri vinçlerin tepesinde sallandırmaktan vazgeçmiş değil.
Üçüncüsü, Filistin kurtuluş hareketi paramparça olmakla kalmamış, Filistin iç savaşa sürüklenip bölünmüş ve Filistin sorununda bölgedeki Arap hükümetlerinin geleneksel konumlanışı büyük ölçüde değişmiştir. Filistin halkının mücadeleci kesimleri artık yalnızca ABD ve İsrail saldırganlığının hedefinde değildir. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Körfez devletleri de, Filistin hareketine sırt çevirmişler ve İsrail’le ortak hareket etmeye başlayacaklarını belli etmişlerdir. El-Fetih, bu noktada ABD emperyalizminin ve İsrail’in Filistin içindeki ajanı haline gelmiştir. Bugün, ABD ve İsrail karşıtı bir çizgiyi en azından görünüşte temsil eden Hamas’a arka çıkması, Filistin sorununu bir koz olarak eline geçiren İran’ın tüm bölgedeki etkinliğini daha da arttırmıştır. Aynı olgu Lübnan’da da karşımıza çıkıyor. İsrail saldırısına ve bu saldırı karşısında kılını kıpırdatmayan Lübnan hükümetine karşı İran’ın desteklediği Hizbullah’ın başarılı bir direniş sergilemesi, son tahlilde yine İran’ın hanesine yazılmıştır.
Dördüncüsü, Ortadoğu’nun en köklü sorunlarından Kürt sorunu, tüm parçalarında hiç olmadığı kadar alevlenerek öne çıkmış ve Irak’taki Kürtler kendi açılarından çok önemli politik mevziler kazanmış, bir federe devlete kavuşmuşlardır. Irak Kürdistanı bölgedeki tüm Kürtler açısından bir çekim merkezi haline gelmiştir. Bu durum, Türkiye’deki Kürt hareketine yeni boyutlar katacağı gibi hiç kuşkusuz İran’daki Kürt mücadelesinin son dönemde ivmelenmesinin de nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Tüm bunlar dört parçaya bölünmüş ezilen Kürt halkına karşı başta Türkiye ve İran olmak üzere bölgedeki burjuva rejimlerin yeni kanlı saldırıları tezgâhlamasını da körüklüyor. Geçenlerde Irak’ın Şengal bölgesinde Yezidi Kürtlerinin yaşadığı iki köye karşı yapılan saldırı inanılmaz bir katliamla sonuçlandı; 525 kişi hayatını kaybetti, 1500 kişi evsiz kaldı. Hemen ardından da İran’ın Türkiye’yle işbirliği içinde gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyon, Kürt köylerinin topa tutulması ve boşaltılması geldi.
Açıktır ki, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler hiç de istikrarlı ve kalıcı bir zemine sahip değildir. Bunun en tipik göstergelerinden birini Kerkük referandumu sorununda görmek mümkün. Irak Anayasası 2007 sonuna dek Kerkük’te referandum yapılmasını gerekli kılıyor. Ancak bu referandumu organize etmek ve Anayasada belirtilen referandum öncesi düzenlemeleri gerçekleştirmek ve denetlemekle görevlendirilen Komisyon, gerek Sünnilerin gerekse de Şiilerin engellemeleri sonucunda işlevsiz kaldı. Komisyona hükümet tarafından bir başkanın atanması bile ancak aylar sonra, sürecin işlemediğini gören Barzani’nin iç savaş “tehdit”i sonrasında Temmuz ayında yapıldı. Referandumdan önce bir “normalleşme”nin yaşanması, yani Saddam despotizmi tarafından Kerkük’e yerleştirilen Arapların geri gönderilmesi, aynı dönemde sürgün edilen Kürt ve Türkmenlerin geri dönmesi, doğacak mülkiyet problemlerinin çözülmesi ve yine Saddam tarafından Kerkük vilayetinden kopartılarak diğer vilayetlere bağlanan ilçelerin tekrar Kerkük’e bağlanması gerekiyor. Henüz anlamlı bir mesafe kaydedilmeyen bu adımlardan sonra, bir nüfus sayımının yapılması ve seçmen kütüklerinin oluşturulması gerekiyor. Tüm bunların 2007 sonuna kadar bitirilmesi ise gerek ABD’nin gerekse de Irak’taki diğer egemen güçlerin blokajı sonucunda pek mümkün gözükmüyor.
ABD emperyalizminin, Kürt önderliğini yüzüstü bırakmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Tersine, Türkiye’deki Kürt hareketinin yeni dönemde nasıl bir tutum takınacağına ve ABD’nin İran’a karşı bir müdahalede Türkiye’ye ne ölçüde ihtiyacı olacağına bağlı olarak bu olasılık her an bir gerçeğe dönüşebilir. Daha önce de belirttiğimiz üzere Türk Genelkurmayının ABD karşısında doğrudan ya da dolaylı efelenerek yaptığı şantajla vermek istediği mesaj, Kürtlerin gözden çıkarılarak ABD’nin bölgedeki en önemli taşeronu olmaya hazır olduğu idi. ABD’nin tescilli gericilerinden ve eski Türkiye büyükelçisi Morton Abramowitz de geçenlerde yazdığı bir yazıda Irak Kürtlerine gözdağı vererek bu ihtimalin hiç de güçsüz olmadığını kanıtlamış oluyor: “Irak Kürdistanı şimdi yükseliyor olabilir, ancak Türkiye’nin askeri bir harekât düzenlemesi durumunda ekonomik ve siyasi başarısı tehlikeye girecektir. Ayrıca, ABD şimdi ne söylüyorsa söylesin, eninde sonunda Irak’tan çekilecek ve Kürtler bağımsız bir Kürt devletine karşı çıkan düşman komşularla baş başa kalacak.”
Beşincisi, Türkiye’yi bir tarafa bırakacak olursak, tüm Müslüman ülkelerde radikal İslamcı hareketler hiç olmadığı kadar güçlenmiş ve emekçi kitleler nezdinde ciddi bir destek kazanmış durumdalar. Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas, Mısır’da Müslüman Kardeşler ve genelde El-Kaide ciddi ve belirleyici birer güç durumuna gelmişlerdir.
Bu değişim tablosu aynı zamanda yepyeni bir çelişkiler yumağını da beraberinde getiren muazzam bir karmaşaya işaret ediyor. ABD’nin en yakın hedefi İran olarak gözüküyor. Ama İran, ABD kuklası olarak görülen Irak hükümeti üzerinden Irak’ta hayli etkin bir pozisyon kazanmış durumda. Tüm Şii grupları temsil etme kapasitesinden mahrum olan Maliki, iktidarda kalmak için Kürtlerin desteğine muhtaç durumda. Iraklı Kürt egemenleri ise bugün kazandıkları pozisyonun kısa vadeli güvencesinin ABD’nin bölgedeki varlığı olduğu düşüncesiyle onun talepleri doğrultusunda Şii egemenleriyle imzaladıkları zoraki nikâha sadık kalıyorlar. Fakat Iraklı Şii egemenlerle iyi geçinmek zorunda kalan Kürt liderliği, öte yandan, Şii İran rejimine karşı silahlı mücadele yürüten Kürt grupları belli ölçülerde destekliyor. ABD’nin bölgedeki taşeronlarından Türkiye, ABD’nin desteklediği Kürt liderliğiyle kanlı bıçaklı. Aynı Türkiye, tıpkı Irak gibi, ABD’nin düşman ilan ettiği Suriye ve İran’la yakınlaşmaya ve enerji anlaşmaları yapmaya çalışıyor. İran’ın artan etkisi karşısında bölgedeki diğer Sünni Arap devletleri de giderek daha fazla ölçüde ABD ve İsrail politikasına angaje oluyorlar. Bu durum, yoksul Arap emekçi kitleler arasında büyük bir tepkiye yol açıyor. Bu ise neredeyse hepsi baskıcı faşizan tabiattaki Sünni Arap rejimlerini kendi halkları karşısında daha da baskıcı önlemler almaya itiyor.
Burjuva tepişme yayılarak alevlenecek
ABD’nin planlarında köklü bir değişiklikten değil, ancak bir takım revizyonları zorunlu kılan önemli bir gecikmeden bahsedilebilir. Arkalarına Rusya ve Çin gibi süper güçlerin desteğini de alan İran ve Suriye’nin diplomatik alanda becerikli hamleleri bu gecikmeyi yaratan etkenlerden biri ise, bir diğer etken de Filistin, Lübnan ve Irak’ta ABD ve İsrail’in direnişçi grupları etkisiz hale getirememesidir. Bugün ABD, hedef tahtasına oturttuğu İran ve Suriye’ye karşı güçlerini topluyor ve bölgedeki müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirerek onları “ılımlı Sünni Cephesi” adı altında örgütlemeye girişiyor. Bu cephenin bileşenleri olacak Arap ülkeleri İsrail’le dostluk kurmaya başlıyor. İş, İsrail’in Batı Şeria’ya Ürdün askerlerinin ve BM gücünün gelmesini talep etmesi noktasına kadar varmış durumda! Türkiye’nin de bu güce katılarak Lübnan’dan sonra Filistin’de de İsrail ve ABD emperyalizminin çıkarlarının bekçiliğine soyunması gündemde.
İsrail’le yardakçı Arap rejimlerini yakınlaştırma gayretlerinin başarısı için Filistin sorununun çözülüyormuş gibi gösterilmesi kuşkusuz zorunluluktur. Bu amaçla ABD, yandaşı Arap ülkeleri ve İsrail’le birlikte “iki devletli çözüm” önerisini tekrar gündeme getirdi. Filistin’in neden iç savaşa sürüklenip iki bölgeye ayrıldığı böylece ortaya çıkmış oluyor. Direnişçi Filistinlilere sopa, yardakçı El-Fetih’e de BM barış gücüyle korunan ve dolarla fonlanan mikro-devlet havucu! Böylece sözde bir çözüme ulaşılmış, bu temelde Arap-İsrail yakınlaşması sağlanmış ve İran’ın elinden kozlarından biri daha alınmış olacaktır. ABD, bir Arap-İsrail Barış Konferansıyla bu planı taçlandırmak istiyor. Aynı zamanda da kendi çizgisindeki bu burjuva rejimleri tepeden tırnağa silahlandırmaya girişiyor. ABD, önümüzdeki on yıl içerisinde, İsrail’e 30, Suudi Arabistan’a ve Körfez ülkelerine 20, Mısır’a da 13 milyar dolar olmak üzere, toplam 63 milyar dolarlık silah satışı gerçekleştirecek. Böylelikle hem İran’ı dize getirmek için ABD askerlerinin değil Sünni emekçilerin kanları akıtılacak, hem de ABD tekellerinin kasalarına on milyarca dolar taze para akıtılacak! Bu silahlar da kuşkusuz vakti gelince İranlı emekçilerin tepelerinde patlayacak.
İran burjuvazisi de işçilerin sırtından elde ettiği muazzam kârları milyarlarca dolarlık yeni silahların alınmasına ayırmaya ve giderek daha da silahlanmaya devam ediyor. Son dönemde yaptıkları anlaşma gereğince İran Rusya’dan 250 savaş uçağı alacak. Tüm bu gelişmelere paralel olarak İran, Rusya ve Çin ile giderek daha fazla yakınlaşıyor. Geçtiğimiz günlerde Şanghay İşbirliği Örgütü’nün yedinci zirvesi toplandı. Başını Rusya ve Çin’in çektiği ve Asya’da giderek etkisini arttıran bu oluşuma İran ve Pakistan da üye olmak istiyorlar ve son zirveye gözlemci sıfatıyla katıldılar. Bilinçli olarak zirveyle aynı tarihte düzenlenen Çin-Rusya ortak askeri tatbikatı ise söz konusu örgütün hiç de militarizmden uzak olmadığını ortaya koyuyor. Tersine, bu oluşum etrafında NATO’ya rakip olacak bir savaş aygıtı giderek daha belirgin bir şekilde biçimleniyor. Bu da İran’a karşı bir seferberlikte, İran’ın en azından el altından bu yeni emperyalist blokun desteğinden mahrum kalmayabileceğini gösteriyor. Tüm bu gelişmeler, çok daha geniş kapsamlı bir bölgesel savaşa doğru adım adım gidildiğinin işaretleridirler.
Şiisiyle Sünnisiyle, Yahudisiyle Hıristiyanıyla, Arabıyla Türküyle, Acemiyle bölgedeki tüm burjuva güçler, emekçi yığınların kanı ve kemikleri üzerinden güç, iktidar ve kâr savaşı veriyorlar. Hepsi de diken üstünde duran bu burjuva iktidarların ya da güç odaklarının mevcut konumlarını sürdürebiliyor olmalarının tek nedeni, emekçi kitleleri etnik, dini, mezhepsel ve aşiretsel fay hatları boyunca bölmeyi başarıp, onları burjuva ideolojisine mahkûm etmiş olmalarıdır. Emekçi kitleler bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırıp sınıfsal temelde birlik olamadıkları müddetçe, egemen burjuva sınıfların kendi aralarındaki çıkar çatışmalarının işaret ettiği tek gerçeklik, muazzam bir emperyalist kan banyosudur. Bugüne dek işçi sınıfı birlik olamamanın ve proleter devrimci bir çizgide ileri atılamamanın cezasını emperyalist savaşlarla ve karşı-devrimlerle çekmiştir. Bu kural bugün de tüm yakıcılığıyla geçerliliğini koruyor.
link: Oktay Baran, Emperyalizmin Kıskacında Ortadoğu, Ağustos 2007, https://marksist.net/node/1629
Sosyalist Enternasyonal’in Konumu ve Görevleri
Heykel Olsak!