Çıkmaza saplanan kapitalizm, milenyum dönemecinden bu yana politik alanda da giderek derinleşen bir kriz yaşıyor. Bir zamanlar burjuva demokrasisinin en ileri örnekleri olan kuzey Avrupa ülkelerinde bile parlamenter sistemin tıkandığı görülüyor. Tarihsel sistem krizinin yol açtığı bu tıkanmanın önemli bir unsuru da sosyal demokrasinin krizidir. Bilindiği gibi SSCB’nin çöküşünün ardından sosyalist ideolojinin tarihe gömüldüğünü söyleyip nihai zaferini ilan eden burjuvazi, kapitalizmin önündeki bütün engellerin kalktığı düşüncesiyle sonsuz huzura ereceğini ummuştu. Burjuva siyasetin neoliberalizm temelinde yeniden inşa edildiği bu döneme sosyal demokrasi de geçmişten getirdiği ideolojik bagajı atmakla övünerek girmiş ve hızla sağa kayarak burjuva siyasi yelpazenin yeni merkezindeki yerini almıştı. Fakat siyasi kimliklerin neoliberal ideoloji potasında erimesi burjuvaziye hiç de beklediği huzuru getirmedi. Diyalektik hükmünü burada da icra etti ve burjuvazinin yaklaşık on yıl süren coşkun sevinç dönemi, milenyumun başlarından itibaren yerini her alanda yaygınlaşan bir kriz durumuna bıraktı.
Pek çok ülkede kapitalist yıkım politikalarının sorumlusu olarak gördükleri geleneksel düzen partilerinden uzaklaşan emekçi kitleler, bu süreçte belirgin bir şekilde daha militan mücadelelere yöneldiler. 90’lardan itibaren sağ partilerle birlikte bu politikaları hayata geçiren sosyal demokrat partiler de 2000’li yıllarla birlikte işçi sınıfından ağır tokatlar yemeye başladılar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan siyaset düzleminin sarsıldığı bu süreçte çeşitli Latin Amerika ülkelerinde ve Avrupa’da (Yunanistan’da Syriza, Almanya’da Die Linke, İspanya’da Podemos gibi) ortaya çıkan radikal söylemli yeni sol partiler de başlangıçta emekçi kitleleri cezbetseler bile iktidara geldiklerinde bildik burjuva politikaların uygulayıcılarına dönüşerek popülaritelerini yitirdiler.
Elbette bunlar, geleneksel sosyal demokrat partilerin ya da “yeni” ambalajlarla süslenmiş benzerlerinin artık iktidara gelemeyecekleri ya da tümüyle sahneden silindikleri anlamına gelmiyor. İngiltere’de Muhafazakâr Partiye karşı artan tepkinin uzun bir aradan sonra İşçi Partisini yeniden iktidara taşıması ya da Fransa’da faşist Le Pen’in iktidarının engellenmesi için oluşturulan Yeni Halk Cephesinin seçimlerden birincilikle çıkması bunun güncel örneklerindendir. En sağ önderliklerinden biriyle iktidara gelen İngiliz İşçi Partisi ne ekonomide, ne dış politikada, ne de sosyal politikalarda mevcut sağ çizgisinden sapma vaat etmektedir. Zaten öyle bir durumda iktidarının önü burjuvazi tarafından şimdi olduğu gibi şevkle açılmazdı. Burjuvazi yükselen sınıf hareketinin devrimci kanallara akmasının önünü kesmek için Starmer gibi sağcı bir liderliğe sahip İşçi Partisine “kurtarıcı” olarak sarılmıştır. Ancak ekonomide, eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamusal hizmetlerde ve çalışma koşullarında dişe dokunur bir iyileşme görmeyen işçilerin uzun süre bu oyuna katlanmaları mümkün değildir. Son beş yılda dört başbakan eskiten İngiltere’yi önümüzdeki süreçte de hareketli günler beklemektedir. Fransa’da ise politik kriz seçimlerin daha ertesi gününde başlamıştır. Bu örnekler ve diğerleri burjuvazinin siyasi istikrar beklentisinin hiçbir yerde bir karşılığı olmadığını göstermektedir.
Bugün Türkiye’de de, genel bir eylemli tepki noktasına ulaşmasa da emekçi kitlelerin Erdoğan iktidarına karşı giderek büyüyen bir hoşnutsuzluğu söz konusudur. İktidardaki faşist rejim bu hoşnutsuzluğun örgütlü bir harekete dönüşmesini engellemek için mücadeleci kesimlere var gücüyle saldırmaktadır. Bu tepkiyi arkasına alan CHP ise yeni lideri Özgür Özel aracılığıyla çürümüş sosyal demokrasiyi nimetmiş gibi pazarlamaya çalışarak yükselen öfkenin düzen dışı kanallara taşmasının önüne geçme misyonuyla hareket etmektedir. Yerel seçimlerden birkaç ay önce Alman Sosyal Demokrat Partisinin kongresine katılan Özel, dünya ahvaline dair kısa bir durum değerlendirmesinin ardından sosyal demokrasiyi bir çözüm aracı olarak sunarken şunları söylüyordu: “Kıtamız, bölgemiz ve tüm dünya önemli sınamalarla karşı karşıya. Çatışmalar, savaş ve terörün gölgesinde yaşanan insanlık dramları, neoliberal sistemin doğurduğu ekonomik sorunlar, sosyal adaletsizlikler, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, ırkçılığın ve aşırı sağın yükselişi, göç krizi, küresel iklim krizi... Tüm bu sorun ve tehlikeler eş zamanlı olarak karşımıza çıkıyor, birbirlerini besliyor. Sosyal demokrat siyasetin, özellikle biz Avrupalı sosyal demokratların ve sosyalistlerin tüm bu sınamalara karşı güçlü ve kararlı yanıtlar üretmesi gerekiyor. Biz, Cumhuriyet Halk Partisi olarak, insanlığın tüm bu zorlukları aşmasını sağlayacak temel aracın sosyal demokrasi olduğuna inanıyoruz.”
Öncelikle, barış, adalet, demokrasi, refah soslu bu söylevin verildiği kongrenin, şu anda Yeşillerle birlikte iktidarda olan ve Almanya’nın uzun yıllardır gördüğü en militarist politikaları uygulayan Alman Sosyal Demokrat Partisinin kongresi olduğunu bir kez daha belirtelim ve soralım: 1990’lardan bu yana, iktidara geldiğinde neoliberal ekonomi politikalarını uygulamayan, işçi sınıfının haklarına saldırmayan, savaş politikalarında farklı bir duruş sergileyen, polis devleti uygulamalarını reddeden bir sosyal demokrat parti mevcut mudur?
2008 krizinin ardından burjuva mahfillerde, toplumsal patlamaların önüne geçmek için gelir dağılımındaki adaletsizliğin törpülenmesi, özellikle genç işsizliğinin makul düzeylere çekilmesi, devletin ekonomiye daha güçlü şekilde müdahale etmesi vb. gerektiğini savunanların arttığını görüyoruz. 2020 krizinde yaygın bir şekilde dillendirilen “herkese evrensel temel gelir” lakırdılarını da hatırlıyoruz. Fakat burjuvazi kârlarından feragat etmeye hiçbir şekilde yanaşmadığı gibi, tıknefes kapitalizmin de böylesi bir sosyal reform programına tahammülü yoktur. Dolayısıyla kulaklara hoş gelen bu tür açıklamalar sadece lafta kalmaya mahkûmdur. Kapitalizmin şiddetli çelişkileri işçi sınıfını harekete geçirip düzenin sınırlarını dövmeye iterken, sosyal demokrasi düzeni reforme ederek kitlelere umut verme potansiyelini de çoktan yitirmiştir.
Reformizmden burjuva liberalizmine giden ihanet dolu yol
Kapitalizmin çıkmaza girmesiyle birlikte krize sürüklenen sosyal demokrasinin, yaklaşık 150 yıl önce bambaşka koşullarda doğup yükselişe geçtiğini biliyoruz. Kapitalizmin sınai atılımıyla hızla büyüyen Avrupa işçi sınıfı, içinden geçilen burjuva demokratik devrimler döneminde yepyeni bir siyasal iklime gözünü açmıştı. 1864’te Marx’ın yoğun çabalarıyla kurulan Birinci Enternasyonal, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi açısından tarihe güçlü bir damga vurmuştu. Fakat bu örgüt, Marx ve Engels gibi devrimci proleter komünizminin temsilcilerinin yanı sıra anarşizmden reformizme küçük-burjuva sosyalizminin türlü varyantlarını da içermekteydi ve bunlar arasındaki sürtüşmeler nihayetinde onun dağılmasına (1876’da) yol açacaktı.
1889’da kurulan İkinci Enternasyonal ise Marksizmin ideolojik egemenliğini kabul ediyor görünmesine rağmen reformist ve oportünist bir çizgide ilerleyerek adeta onu iğdiş etmeye programlanmıştı. Bu çizgi elbette bir günde doğup egemen olmamış, İkinci Enternasyonalin lokomotif gücü olan Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde uzun yıllar önce etkin olmaya başlamıştı. Bu süreci özetlemekte fayda görüyoruz, zira yaygın algı, bu partinin de İkinci Enternasyonalin de devrimci Marksizmi rehber edinerek yola çıktıkları ve sonradan bozuldukları yönündedir. Oysa gerçeklik bu değildir. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi “Birinci Dünya Savaşı dönemecinde proletaryaya açıkça ihanet edip «kendi» burjuvalarının yardımına koşan İkinci Enternasyonal partilerinin bizzat doğumu lekelidir. Zira daha baştan, bir zamanlar Marx’ın çok açıkça eleştirdiği sosyal demokrasi akımının üzerine inşa edilmişlerdir.”[1]
Marx ve Engels İngiliz ve Fransız işçi hareketi içinde yaygın olan sendikalist ve reformist eğilimlerle mücadele ederken, Almanya’da reformist akımın başını çeken Lassalle’ın yarattığı bozulma Sosyal Demokrat İşçi Partisine de musallat olmuş, hatta bir süre sonra daha ileri gidilerek Lasalcı grupla birleşilmişti. Marx ve Engels reformizmin sözde kendilerine bağlı görünen Alman partisi içinde de filizlenmekte olduğunu gördüklerinde büyük bir tepki göstermişler, fakat bu ilkesiz birleşmenin önüne geçememişlerdi. 1875 Mayısında yapılan birlik kongresinde partinin adı Almanya Sosyalist İşçi Partisi olarak değiştirilirken, Gotha Programı bu partinin programı olarak kabul edilmişti (partinin ismi 1890’dan sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) olarak değiştirilecektir). Üstelik Marx ve Engels’in bu programa yönelttikleri ciddi eleştiriler hasıraltı edilerek kongreye yansıtılmamıştı.
Engels üzerine kaleme aldığımız çalışmada[2] da dile getirdiğimiz gibi Almanya’dan uzak olan Marx ve Engels’in parti üzerindeki etkileri hiç de dışarıdan algılandığı kadar güçlü değildi. Öte yandan, özellikle Lasalcılarla birleşme sonrasında partide çok belirgin bir ahlâki ve entelektüel gerileme yaşanmış, küçük-burjuva sosyalizmi önderlik mekanizmasına bile kolaylıkla sirayet edebilmişti. Reformizme kayışın yolunu da açan bu durum, ilerleyen yıllarda pek çok örnek üzerinden kendini gösterecekti. Bunlardan biri vesilesiyle Engels’in dile getirdikleri aslında geleceğe dair de çok önemli bir uyarı niteliğindeydi. Aralarında Bernstein’ın da bulunduğu üç parti yöneticisinin yayınladıkları bir makalede açıkça partinin sınıf karakterinin sulandırılması savunularak, “mücadeleyi sanayi işçilerinin çıkarları için tek yanlı bir savaşıma indirgemek yerine, insanlık aşkıyla dolu tüm insanların yürüteceği bir hareket”in gerekliliğinden söz edilmekteydi. Söz konusu makaleyi yazanlara göre, “kaba proleter özlemler” bir kenara bırakılmalı, toplumun üst katmanları ürkütülmemeli, onlar arasında da enerjik bir propaganda yürütülmeli ve tüm bunlar sayesinde parti “kendini parlamentoda temsil etmeye layık insanlara” sahip olmalıydı! “Parti şiddete dayalı, kanlı devrim yolunu izleme niyetinde olmadığını, ... legalite, yani reform yolunu izlemeye kararlı olduğunu” göstermeliydi! Savunulanlar, sosyalist bir partinin liderlik kademesindeki insanların legalizm, parlamentarizm ve reformizm çukuruna batıp düzenle bütünleşik hale gelmelerinin ibretlik ifadesiydi. Bu çizgiyi sert bir dille eleştiren Engels, reformist bakış açısını şöyle özetliyordu:
“1848’de burjuva demokrat olarak ortaya çıkan insanlar, bugün kendilerini sosyal-demokrat olarak da adlandırabilirlerdi. Burjuva demokratlar için demokratik cumhuriyet nasıl erişilemez bir şey idiyse, sosyal-demokratlar için de kapitalist sistemin yıkılması o kadar gerçekleşemez bir şeydir; bu nedenle de bugünün pratik politikasında kesinlikle hiçbir önemi yoktur; kişi şefaat dilenebilir, uzlaşabilir ve doya doya insanseverlik gösterisine kalkabilir. Proletaryayla burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı için de böyledir. Daha fazla yadsınamadığı için varlığı kâğıt üzerinde itiraf edilmiştir, ama pratikte, örtbas edilmiş, sulandırılmış, hafifletilmiştir. Sosyal-demokrat parti bir işçi partisi olmamalıdır; burjuvazinin ya da herhangi birinin nefretini çekmemelidir; her şeyin ötesinde burjuvazinin içinde enerjik bir propaganda yürütmelidir; burjuvaziyi ürkütüp kaçıran ve her şey bir yana bizim kuşağımızın ömrü içinde elde edilmesi olanaksız uzun erimli amaçları vurgulamak yerine, tüm gücünü ve enerjisini, eski toplum düzenine yeni destekler sağlayarak, belki de, sonal felâketi, aşama aşama, yavaş yavaş ve olabildiği ölçüde barışçıl bir çözülme sürecine dönüştürebilecek olan parça-buçuk küçük-burjuva reformlara adamalıdır.”
“Neredeyse kırk yıldır biz, tarihin doğrudan devindirici gücünün sınıf savaşımı olduğunu ve özellikle burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf savaşımının, modern toplumsal devrimin büyük manivelası olduğunu vurgulayageldik; bu nedenle bizim, sınıf savaşımını bu hareketten koparıp atmak isteyen insanlarla işbirliği yapmamız olanaksızdır. Enternasyonal kurulduğu zaman, savaş haykırışını açıkça şöyle formüle etmiştik: «İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olacaktır.» Bu nedenle, işçilerin kendilerini kurtaramayacak kadar cahil olduklarını, o yüzden de üst ve alt-orta sınıflardan insansever kişiler eliyle özgürleştirilmeleri gerektiğini açıkça belirten insanlarla biz işbirliği yapamayız. Yeni parti organı bu bayların görüşüne uygun bir çizgiyi, yani proleter-olmayan orta-sınıf görüş çizgisini benimserse, kamuoyu önünde, bu bizim için ne kadar üzücü olursa olsun, bu çizgiye muhalefetimizi ve yurtdışında Alman partisini temsil etmemizin nedeni olan dayanışma bağlarımızı kopardığımızı ilan etmekten başka yapacak bir şeyimiz kalmaz. Ama işlerin böyle bir noktaya gelmeyeceği umulur.”[3]
Ne yazık ki işlerin bu noktaya gelmesi fazla uzun sürmeyecek, reformist eğilim ilerleyen yıllarda çok daha geniş kanallar bulacak ve partiye hâkim olacaktı. Bunda kuşkusuz parlamentarizm başat bir rol oynayacaktı. Oysa Marx ve Engels reformlar için verilen mücadeleyi hiçbir şekilde küçümsememelerine ve devrimci mücadelede legal olanaklardan olabildiğince fazla yararlanmak üzere parlamentoyu da kullanmak gerektiğini savunmalarına rağmen asla parlamenter ahmaklığa prim verme noktasına düşmemişlerdi. Parlamenter ahmaklıktan ve küçük-burjuva aydın oportünizminden kurtulmak gerektiğini söyleyen Marx da, Engels de, bunu gördükleri her yerde işçi sınıfını söz konusu tehlike karşısında uyarma görevlerini yerine getirmişlerdi.
Marx’ın ölümünün ardından Engels örgütsel sorunlarla tek başına boğuşmak zorunda kalacaktı. 1891’de Erfurt kentinde toplanan kongrede[4] kabul edilen parti programında Engels’in eleştirilerinin ve önerilerinin önemli katkıları olacaktı. Engels, bugünkü toplumun yavaş yavaş sosyalizme doğru geliştiğini savunup barışçıl bir geçişi mümkün gören reformist görüşleri eleştiriyor, geçici başarılar uğruna temel düşüncelerin unutulmasını, hareketin geleceğinin feda edilmesini “namuslu” nedenler sıralayarak meşrulaştırmaya girişen anlayışın oportünizm olduğunu belirterek, “«namuslu» oportünizm belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir” diyerek parti yöneticilerini uyarıyordu. Fakat Engels’in tüm uyarılarına ve müdahalelerine rağmen Almanya Sosyal Demokrat Partisinde (SPD) reformist eğilimin baskın çıkmasının önüne geçilemedi.
İşçi sınıfının parlamentoda elde ettiği çoğunlukla iktidara geleceği ve adım adım sosyalizmi inşa edeceği, zaten çoğunluk olduğu için şiddete ihtiyaç duymayacağı düşüncesi Engels’in ölümünün ardından çok daha dolaysız biçimde savunulmaya ve baskın hale gelmeye başlayacaktı. Bu noktada partinin sağ kanadının önemli isimlerinden Bernstein özel bir rol oynayacaktı. Kendisi Marx’ın öğretilerinin gözden geçirilip düzeltilmesi gerektiğini savunarak bunu yaptığı iddiasıyla ortaya çıkmış ve bu akıma “revizyonizm” adını vermişti. Marksizmi revize etmekteki asıl niyet elbette onun dişlerini söküp düzene entegre etmekti. Elif Çağlı’dan okuyalım:
“Bernstein’a göre işçi sınıfının devrimci programının nihai amacı en iyi ihtimalle güzel bir düşü dile getirmekte, fakat pratik eylem açısından hiçbir değer ifade etmemekteydi. Onun devrimci amacın önemini inkâr eden bu yaklaşımı, zaman içinde ün kazanan bir ifadesinde yansımasını bulmuştu: «Ne olursa olsun, nihai amaç benim için hiçbir şeydir; hareket ise her şeydir.» Bu reformist teorisyen, Marx’ın öngörülerinin tersine kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmediği ve keskinleşmeyeceği görüşünü ortaya attı. Sermayenin uyumunu sağlayan tröstler, kredi mekanizmaları vb. sayesinde sistemin anarşik doğasının düzelmekte olduğunu, düzenin demokratikleşeceğini, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarının giderek iyileşeceğini iddia etti. Bu yaklaşımlarının doğal bir uzantısı olarak da, işçi hareketinin özsel niteliğini demokratik ve sosyalist bir reform hareketi olarak tanımladı. İşçi hareketi kendini bu reformların adım adım gerçekleştirilmesi çabasına hasretmeli ve siyasal iktidarın devrimci yoldan ele geçirilmesini düşlememeliydi.”
“Bernstein, işçi sınıfının vereceği demokrasi mücadelesi konusunda da Marksizmi çarpıtmış ve bu bağlamda görevi burjuva demokrasisinin yaşatılması, yerleştirilmesi ve genişletilmesi ile sınırlı bir parlamenter mücadele anlayışına indirgemiştir. Bu temelde, özünde bir burjuva devlet biçimi olan parlamenter demokrasiden başka bir demokrasi tanımayan ve istemeyen bir «sosyalizm» akımı yaratılmıştır.”[5]
Marksizmin sınıf mücadelesi anlayışını terk edip onu liberal burjuva siyaset düzeyine indirgeyen bu reformizme bir de Lasalcılığın damgasını vurduğu devletçilik ve milliyetçilik eklendiğinde, Alman Sosyal Demokrat Partisinin ve onun başını çektiği İkinci Enternasyonalin emperyalist paylaşım savaşında kendi burjuva hükümetlerinin yanında yer alarak izledikleri açık ihanet çizgisinin zemini tam olarak döşenmiş oluyordu.
1900’lerin başlarında sendikalarda büyük bir güce sahip olmaya başlayan SPD, Birinci Dünya Savaşının arifesinde 1 milyondan fazla üyeye, 4 milyondan fazla seçmene ve parlamentoda 110 milletvekiline sahip bir işçi partisiydi. Etkin bir kadın ve gençlik hareketiyle, Almanya’nın dört bir tarafında yüzlerce kültür ve spor derneği, müzik koroları, semt kreşleri, tüketim kooperatifleri, gazeteleri, dergileriyle son derece güçlü bir örgütlülüğe sahipti. Ama parti liderliği bu gücü kapitalizmi yıkmak için değil, düzen içi kazanımlar elde etmek için seferber ediyordu. Üstelik düzene adapte olan bütün bu kurumlar bir süre sonra kendi bürokrasilerini oluşturacak ve bu da statükoyu korumaya odaklı bir politikanın kök salmasına yol açacaktı.
Bernstein gibi sağ kanatta yer almasa da parlamenter yanılsamaları besleyen ünlü SPD teorisyenlerinden biri de Kautsky idi. Aynı zamanda II. Enternasyonal’in en büyük otoritesi olan Kautsky emperyalizme yönelik tahlilleriyle de ünlüydü. Ona göre emperyalizm kapitalizmin zorunlu bir aşaması değil, kapitalistlerin kötü bir politikasıydı. “O ve Bernstein gibi SPD liderleri, milyonlarca işçi ve emekçiye ölüm ve yıkım getiren emperyalist paylaşım savaşı patlak vermezden hemen önce, artık savaşların olmayacağı yolunda görüşler geliştirmişlerdi. Bu liderlere göre emperyalist ve militarist «politikalar» burjuvazinin çıkarları yönünden de anlamsız ve zararlı bir şeydi!”[6] Fakat 1914’e gelindiğinde, utanmazca yayılan bu barış hayalleri dünyanın o zamana kadar gördüğü en kanlı savaşla tuzla buz olacaktı. Elif Çağlı’nın dediği gibi, Birinci Dünya Savaşı dönemi dünya işçi hareketindeki reformist ve devrimci eğilimleri ayrıştıran bir katalizör olmuştur. “Devrimci eğilim, Lenin ve Rosa gibi önderlerin savunduğu siyasal çizgi sayesinde ete kemiğe bürünürken, reformist eğilim ise SPD’nin veya II. Enternasyonal liderliğinin siyasetinde somutlanmıştır.” Aynı saflaşma “yurtseverlik” söylemi arkasına gizlenen sosyal şovenizm ile enternasyonalizm arasında da geçerlidir.
Lenin 1915’te kaleme aldığı “Sosyalizm ve Savaş” broşüründe, sosyal demokrat partilerin çoğunun kendi hükümetlerinin yanında yer alarak gerçekleştirdikleri ihanetin II. Enternasyonali nasıl çöküşe sürüklediğini anlatırken, bu yapı içinde devrimci ve oportünist kanatlar arasında her zaman bir mücadele olduğunu belirterek, oportünizmin işçi sınıfı hareketi içindeki burjuva politikası olduğunun altını çizer:
“Oportünizm, küçük-burjuvazinin çıkarlarını ve burjuvalaşmış işçilerin küçük bir kesiminin, proleter yığınların, ezilen yığınların çıkarlarına karşı «kendi» burjuvaları ile birleşmesini ifade eder.
“19. yüzyıl sonundaki nesnel koşullar oportünizmi olağanüstü güçlendirdi, legal burjuva olanak ve fırsatlarının kullanılmasını legalizme tapma durumuna getirdi; işçi sınıfı içinde ince bir bürokrat ve aristokrat katman yarattı, sosyal-demokrat partilerin saflarına birçok küçük-burjuva «yoldaşı» çekti.
“Savaş bu gelişmeyi hızlandırdı ve oportünizmi sosyal-şovenizm biçimine dönüştürdü, yani oportünistler ile burjuvazi arasındaki gizli ittifakı açık duruma getirdi. Aynı zamanda her yerde askeri makamlar sıkıyönetim ilân ettiler, ve eski liderlerinin hemen hepsi burjuvaziye katılan işçi yığınlarının ağzına gem vurdular.”
“Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ekonomik temeli aynıdır: ayrıcalıklı işçilerin önemsiz bir kesimi ile kendi ayrıcalıklı durumlarını savunan küçük-burjuvazinin ortak çıkarları; yani kendi ulusal burjuvazilerinin, egemen ulus durumundan faydalanarak öteki ulusları soymasından paylarına düşecek kırıntılar…
“Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ideolojik ve politik özü de aynıdır: sınıf savaşımı yerine sınıf işbirliği; savaşımın devrimci anlamını yadsıma; güçlüklerden bir devrim için yararlanacak yerde, «zor» duruma düşen kendi hükümetlerine yardımcı olmak.”[7]
Lenin’in de belirttiği gibi, II. Enternasyonal’in 1914’te aldığı sosyal şoven ve militarist tutum onu politik cesede dönüştürmüş, Rusya’da patlak veren 1917 Şubat devrimiyle birlikte de bu kokuşmuş ceset artık daha fazla açıkta kalamayacağı için gömülmüştür. Savaştan sonra İşçi ve Sosyalist Enternasyonali adıyla yeniden canlandırılsa da eski etki gücüne hiçbir zaman ulaşamamıştır. Üstelik burjuva düzene tümüyle entegre olan ve işçi sınıfı içerisinde burjuvazinin etkisini temsil eden bir siyasi yapıya dönüşen SPD ve Enternasyonal liderlikleri, izledikleri politikalarla adım adım faşizmin yükselişinin yolunu da döşemişlerdir.
Hitler 1933’te iktidara geldiğinde SPD kendi üyelerine itidal çağrısı yapıp her türlü eylemi yasaklamış ve hedef olarak bir sonraki seçimlere işaret ederek milyonlarca işçinin anti-faşist direnişinin önüne geçmiştir. Hitler önce Komünist Partiyi, ardından da sendikaları kapatmıştır. Sosyal demokrat sendika liderleri SPD’den ayrılarak Nazilere biat etmiş, Hitler’in tuzak 1 Mayısına katılıp Nazilerle omuz omuza yürümüş, ama bu korkunç ihanet onları Nazilerin zulmünden kurtaramamış ve ertesi gün birer birer tutuklanmışlardır. Parlamento grubunun tüm alçak uzlaşma çabalarına rağmen iki ay sonra SPD de kapatılmış ve ülkeden kaçamayan milletvekilleri tutuklanıp toplama kamplarına atılmıştır. Baştan itibaren kendisini Weimar Cumhuriyetinin mimarı olarak gören ve devletçi bir parti olarak konumlanan SPD, illegale geçip ülke içinde faşizme karşı direnişi örgütleme zemini bile bulamamıştır. Zira üyeleri de kadroları da buna en ufak hazırlık bir yana bu bilinçten bile yoksunlardır. 1934 başlarında sürgündeki parti yöneticilerinin birden “faşizme karşı mücadelede reformizme ve legalizme yer olmadığını” keşfetmeleri, devrimci bir söylem tutturmaları, şiddeti tabu olmaktan çıkarmaları[8] ve sözde geçmişin özeleştirisini vermeleri de bir işe yaramayacaktır. Komünist ve Sosyalist/Sosyal Demokrat partilerin faşizme karşı devrimci mücadele için birleşik bir işçi cephesi[9] oluşturamayacak kadar sekter tutumlarını sürdürmeleri yüzünden Nazizm dünyanın gördüğü en büyük karabasan olarak 12 yıl boyunca Avrupa’ya cehennemi yaşatacaktır. Bu arada İşçi ve Sosyalist Enternasyonali adıyla varlığını sürdüren sosyal demokrat enternasyonal 1940’ta dağılmıştır. Bugün halen varlığını sürdüren Sosyalist Enternasyonal ise İkinci Dünya Savaşının ardından suların durulup Almanya’nın kaderinin de netleşmeye başlamasıyla birlikte 1951’de kurulacaktır.
Savaş sonrasının bölünmüş Almanya’sının SPD’si ise kısa bir süreliğine lafazanlığını yaptığı devrimci söylemi çoktan terk etmiş bir parti olarak yoluna devam edecektir. Hem de eskisinden çok daha fazla düzene angaje olarak! Tümüyle parlamenter siyasete hapsolan, kitlesel grevlerin bile karşısında duran SPD yönetimi, Almanya’yı kapitalist temellerde yeniden inşa etmeye koyulmuştur. Artık programlarda hedef alınan tek sermaye kesimi tekelci sermayedir, o da lafta elbette! Zaten çok geçmeden teoriyle pratik arasındaki keskin çelişki de çözülecek, Almanya Sosyal Demokrat Partisinin programlarında Marx’a atıf ortadan kaldırılacağı gibi, partinin bir “işçi partisi” olduğu yönündeki ifadeler de terk edilecektir. 1921’de Bernstein’ın ilk programatik adımı atmakla birlikte tamamına erdiremediği bu girişim, 1940’larda ilerletilip 1959 programıyla nihayetine vardırılacaktır. “… 1947’den itibaren Alman sosyal demokrasisi Marksizmi «temel kaynak» olarak reddetmeye başlamıştır. 1940’ların ikinci yarısında «yeni kantçı ahlakçılık” Alman sosyal demokrasisinin sosyalizm tarifine bir daha hiç çıkmamak üzere girmiştir. Bundan böyle sosyalizmin kaynakları açıklanırken Marx’ın tarih ve toplum öğretisi, «Hıristiyan ahlakı», «Avrupa hümanizmi»nin yanı sıra ve biraz çekinilerek anılacaktır. 1959 Bad Godesberg Programında ise Marx’a hiç yer verilmemiştir.”[10]
1959 programında artık söylem düzeyinde de işçiden, emekçiden, sınıflardan tümüyle kopulmuş, onun yerini genel bir “insan” söylemi almıştır! Bilindiği gibi reformizm, kapitalizm altında iktidarın seçimler yoluyla alınmasının ardından girişilecek devletleştirmelerle “adım adım” sosyalizme yürüneceğini iddia eden bir siyasal akım olarak doğmuştu ve sosyal demokrasi bu akımın örgütlü ifadesi olmuştu. Fakat “adım adım” terk edilen bu erek, 1959 programında yerini açıkça “yeni ve daha iyi bir düzen”e bırakmıştır. Artık görev, sosyal ve ekonomik reformlar yoluyla özgürlüğün, adaletin ve dayanışmanın gerçekleştirilmesidir! “Demokratik sosyalizm” ve “sosyalistler” ifadeleri muhafaza edilmekle birlikte bir kabuğa dönüşmüştür. Ve o kabuk da Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin ardından oluşturulan 1989 programıyla birlikte fırlatılıp atılmıştır. Bundan böyle “sosyal demokrasi” ve “kadın ve erkek sosyal demokratlar” vardır; “yıkmak yerine değiştirerek onarmak” programın başlıklarından biridir ama neyin onarılacağı konusunda bile kapitalizm sözcüğüne yer verilmemektedir.
Parlamento başarısına odaklı bir politik hatta hapsolan partiler, kendilerini radikal sol olarak niteleseler bile düzen partisine dönüşmekten kaçınamazlar. Hele de sınıf kimliğinin yerini “halk”, “insan”, “yurttaş” bulamacı aldığında, daha çok milletvekili çıkarmak uğruna her türlü oportünizme, halk dalkavukluğuna, uzlaşmacılığa kapılar ardına kadar açılır. Orta sınıfın “hassasiyetleri”nin girdiği kapılardan işçi sınıfı odaklı bakış açısı uçup gider.
Elif Çağlı’nın işaret ettiği gibi, “Sosyal demokrat partiler çeşitli safhalardan geçen bir dönüşüm neticesinde, başlangıçta bir ölçüde olduğu varsayılan Marksist köklerinden tamamen uzaklaştılar. Zamanla başta Avrupa’da olmak üzere çeşitli ülkelerde kendilerini sosyal demokrat ya da sosyalist diye niteleyen burjuva işçi partileri vücut buldu. Bu kapsama giren muhtelif sol partiler arasında nüanslar ve ulaştıkları kitlesellikte farklılıklar olsa dahi, bunlar esasen tabanını işçilerin veya sendikaların oluşturduğu, tepedeyse burjuva siyasetin yürütüldüğü burjuva işçi partileriydiler. Sosyal demokrat siyaset zamanla çok daha açık biçimde burjuva sol siyasete dönüştü. (…) Dünya üzerinde 80’lerde yaygınlaşan siyasal gericilik ve işçi hareketindeki gerileme dalgasıyla birlikte, İngiliz İşçi Partisinden Alman Sosyal Demokrat Partisine ve Brezilya İşçi Partisine varana dek genel bir sağa kayış ve burjuvaziye büsbütün teslim olma furyası yaşandı.”[11]
Tek seçenek devrimdir
SSCB’nin çökmesinin ardından komünist partiler de çöktüğü için onlarla rekabet etme basıncından kurtulan sosyal demokrat/sosyalist partiler, daha önce kâğıt üstünde korudukları ve lafazanlığını yaptıkları sosyalizm söylemini ve hedefini tümüyle kaldırıp attılar. Ekonomide ise neoliberal politikalara uyarlandılar. Böylece onyıllar içinde gerçekleşen sağa kayış burjuva liberalizmine demir atılmasıyla neticelendi. İşte bugün kimileri sosyal demokrasi, kimileri sosyalist sıfatını kullanan Sosyalist Enternasyonal partileri bu limanın gemileridir. Bunların artık mücadeleci işçileri, gençleri etkileme potansiyelini yitirmelerinin nedeni de bu gerçekliğin aleni hale gelmesidir. Söz konusu partiler bu dönüşümle birlikte güç kazanacaklarını düşünseler de sonuç öyle olmamıştır. Almanya’dan İtalya’ya, Fransa’dan İngiltere’ye bu partilerin tümü, 70’li yıllara kıyasla üyelerinin neredeyse üçte ikisini yitirmişlerdir. Nüfus artışı dikkate alındığında bu kayıp oransal olarak çok daha yüksektir.
İçinden geçtiğimiz dönemde burjuva siyaset alanına, artan siyasal istikrarsızlık, çöken politik merkez ve bir zamanlar burjuvazinin bu kaotik durumdan çıkışın anahtarı olarak gördüğü ve kullandığı sosyal demokrasinin artık işlevsiz kalması damgasını basıyor. Siyaset sahnesi iki uca doğru kutuplaşıyor. Bir tarafta faşist hareketler yükselirken diğer tarafta radikal sol/sosyalist arayışlar güçleniyor. Yirminci yüzyılın başlarından itibaren, yükselen sınıf hareketini ekonomik ve sosyal reformlarla düzen sınırlarına hapsetme rolünü üstlenen sosyal demokrasi, 1990’lardan bu yana izlediği politikalarla reformist kimliğinden de sıyrılarak açıktan sağ politikaları hayata geçiriyor. Burjuva demokrasisinin yerinde çoktandır yeller eserken, ister sağ olsun ister sol, tüm burjuva partiler onyıllardır aynı ekonomik politikalarla işçi sınıfına saldırıyor.
Bu partiler yalnızca ekonomik politikalarda değil iç ve dış politikanın temel çerçevesinde de ortaklaşıyorlar. Birinci Dünya Savaşında sosyal demokrat partilerin büyük bir kısmı “anayurt savunusu” sözde meşrulaştırıcı kılıfı altında kendi emperyalist devletlerinin yanında saf tutmuşlardı. Aynı partiler bugün yürüyen Üçüncü Dünya Savaşında da sadece kılıfı değiştirerek aynı ihaneti devam ettiriyorlar; kendi devletleri saldırı altında olmadığı için bu kez saldırılan ülkelere “demokrasi” ve “insan hakları” götürmekten dem vurarak ortak oluyorlar savaş politikalarına.
Öte yandan, burjuva solun iştirak ettiği kapitalist saldırı politikaları, göçmen düşmanlığı, militarizm ve milliyetçilik, faşist hareketlerin güçlenmesine ve meşrulaştırılmasına da zemin hazırlamıştır. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünün alabildiğine zayıflamasından faydalanan faşist hareketler, sahte düzen eleştirileriyle, milliyetçi demagojiyle ve göçmen düşmanlığıyla hızla güç kazanmışlardır. Öyle ki bugün Avrupa tüm siyasi dengeleri altüst eden bir faşizm gerçeğiyle yüz yüzedir. Bu tablonun oluşmasında büyük bir rolü olan sosyal demokrat ya da sosyalist sıfatlı burjuva sol partilerse bu kez de “faşizmin iktidarını engellemek” için tek alternatifin kendilerinin desteklenmesi olduğu algısını yaymaktadırlar. Fakat ehveni şer politikasıyla burjuva sola verilen her destek devrimci solun güçlenmesinin önüne geçerken, gericiliğe, militarizme ve faşizme hayat öpücüğü sağlamaktadır.
Kapitalizmin çıkmaz içinde debelendiği bu tarihsel dönemde proleter devrimin nesnel koşullarının dünya ölçeğinde hiç olmadığı kadar olgunlaştığını gösteren sayısız örnek mevcuttur. Sadece geride bıraktığımız birkaç yıl içinde Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya onlarca ülkede son derece güçlü devrimci durumlar, hatta politik devrimler yaşanması da bunun tartışmasız göstergelerindendir. Reforme edilemeyecek kadar çürüyen ve çıkmaza giren kapitalizm karşısında emekçiler için asgari düzeydeki bir yaşam için bile devrim dışında bir seçenek kalmamıştır. Yükselen devrimci dalgaların geri çekilmemesi için ise temel eksikliğin giderilmesi, işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilerek mücadelenin bir üst seviyeye sıçratılması gerekiyor.
[1] “… bu siyasal akım 1848 Fransa’sında küçük-burjuva demokratları ile sosyalistler arasındaki ilkesiz bir ittifak neticesinde vücut bulmuştu. Uzlaşma sağlanması için proletaryanın toplumsal taleplerinin devrimci sivriliği giderilmiş ve onlara küçük-burjuva demokratlarının kabul edebileceği düzeyde demokratik ifadeler verilmişti. Küçük-burjuvazinin demokratik talepleri ise, salt siyasal biçimler olmaktan kurtarılarak biraz sosyalizm yağına bulanmıştı. Marx, sosyal demokrasinin özel niteliğinin, sermaye ile ücretli emeği ortadan kaldırmak değil, ama bu iki uç arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi hafifletmek ve bunlar arasında bir uyum sağlamak şeklinde özetlenebileceğini ifade ediyordu.” Elif Çağlı, Burjuva İşçi Partileri Üzerine, marksist.net
[2] İlkay Meriç, Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı, marksist.net
[3] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar (17-18 Eylül 1879 tarihli mektup), c.2, s.118
[4] Sosyalistler Yasasının kaldırılmasının ardından 1890’da yapılan kongrede partinin adı bir kez daha değiştirilerek Alman Sosyal Demokrat Partisine (SPD) dönüştürülmüştü.
[5] Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.net
[6] Elif Çağlı, age
[7] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 1978, s.23-24
[8] Sürgündeki SPD’nin Prag Manifestosu için bkz. Deniz Kavukçuoğlu, Karl Marx’tan Günümüze Almanya’da Sosyal Demokrasi, Ümit Yay., 1997, s.100
[9] Ayrıntılı bilgi için: İlkay Meriç, Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri, marksist.net
[10] Deniz Kavukçuoğlu, age, s.162
[11] Elif Çağlı, Burjuva İşçi Partileri Üzerine
link: İlkay Meriç, Kapitalizmin Çıkmazında Sosyal Demokrasi, 20 Ağustos 2024, https://marksist.net/node/8337
Korkak ve Zalim Muktedirlerin Korkak ve Zalim Koruyucuları
Gençlik Sınıfının Safında Yer Almalıdır