Yerel seçimlerin sona ermesinin ardından emekçiler ekonomik sorunlarla boğuşmaya devam ederken, iktidar bir yandan seçim yenilgisinin şokunu atlatmaya çalışıp bir yandan da “reform” adı altında yeni saldırı programlarını devreye sokmaya hazırlanıyor. Yerel seçimlerde şimdiye dek gördüğü en büyük oy kaybına uğrayarak pek çok belediyeyi kaybeden AKP içinde kazan kaynıyor. Erdoğan “derinlemesine inceleyerek nedenleri öğrenip sorunları çözeceğiz” diyerek saflardaki dağılmanın ilerlemesini engellemeye çalışıyor. Fakat yenilginin nedenleri gayet iyi biliniyor ve bunların başında elbette “ekonomi” geliyor. İşçinin, emeklinin, çiftçinin, küçük esnafın, yani toplumun %99’unun en temel sorunu düşürülemeyen enflasyonun, artan hayat pahalılığının, düşen reel gelirlerin, genç işsizlikteki patlamalı artışın vb. belirlediği ekonomik durumdur. 2018 krizinden bu yana verilen “birkaç ay içinde düze çıkma” sözlerinin gerçekleşeceğine olan inancın ortadan kalkması, Erdoğan’a destek veren kesimde ciddi bir güven kaybına yol açmıştır. Yıllarca yapay kutuplaşma ve din tüccarlığı temelinde manipüle edilen emekçi kitlelerin, zengini daha zengin yapmayı, adaletsizliği, kibri, yalanı, riyayı siyasetin merkezine oturtan AKP iktidarına öfkeleri ve tepkileri büyümüştür. Bu durum AKP’nin oy oranının yanı sıra seçime katılım oranının da çarpıcı bir şekilde düşmesinde yansımasını bulmuştur.
İlk kez bu denli büyük bir duygusal kopuş yaşanmasına yol açan bu tablo AKP içindeki tartışmaları alevlendirmiştir. Yeni Şafak yazarlarından Yusuf Kaplan gelinen durumu, “Sistemi dönüştürmek için çıktık yola ama sistem bizi dönüştürdü sonunda. Mücahit olarak yola çıktık. Sonra evvela müteahhit olduk, ardından da her şeye müsait” diye nitelendirmektedir. Erdoğan’ın “seçimlerden gereken dersleri çıkaracağız, özeleştirimizi yapacağız” sözlerine boyundan büyük anlamlar yükleyenler ise buradan cesaret alarak “2002 ayarlarına geri dönmenin” şart olduğunu savunmaya başlamışlardır. Malûm, bu kesimin sözünü ettiği 2002 ayarları, “reformculuk, değişim, yenileşme” kodlamasıyla, liberal bir siyasi iklimi, parlamenter sisteme geri dönüşü, Kürtlerle “kucaklaşma”yı vb. içermektedir. Seçim sonuçları ortaya çıktığından bu yana bu görüşü dillendirenlerden biri de Abdülkadir Selvi’dir. Seçimlerden sonra yapılan bir Optimar anketini irdeleyen Selvi, %60’ı aşan ezici bir çoğunluğun Türkiye’nin en önemli sorununu “ekonomi” olarak gördüğünü belirtiyor ve “sizce bu sorunu kim çözer?” sorusuna verilen yanıtlarda ilk kez CHP’nin birinci parti çıktığına dikkat çekiyor.[1] “AK Parti sandıktan çıkan sonuçların gereğini yerine getirirse millet 2028 seçimlerinde desteğini sürdürebilir. Yok tersi olursa o zaman başka bir siyasi iklim ortaya çıkar” diyerek alarm zillerine asılıyor ve daha da ileri giderek “yapılması gerekeni” şöyle özetliyor:
“Osman Kavala’nın hapiste tutulmasının, Gezicilerin yıllarca hapis yatacak olmasının Türkiye’ye ne yararı var? AK Parti’ye ne fayda sağlıyor? Artık iklimin değişmesi ve baharın gelmesi gerekiyor. Yeniden reformcu kimliğine dönmüş bir AK Parti ve Avrupa Birliği hedefine yürüyen bir Türkiye. Görün o zaman ekonomi nasıl coşar. AK Parti’yi, AK Parti yapan bu oldu. Formül net; ekonomiyi büyüt, özgürlükleri genişlet.”[2]
Erdoğan-AKP’ye bu aklı veren başkaları da vardır ve belli ki sermayenin ve devletin bir kesimi ciddi istişareler içindedir. AKP’nin aynı ideolojik-politik çizgide yoluna devam etmesini savunanlar ise bu durumdan rahatsızlıklarını açıkça dile getirmektedirler. Van olayının ardından Mehmet Uçum’un Kürtlere, muhalefete ve “iktidar içinde yer aldığı kabul edilen ve neo liberal zehirle zihin dünyalarını batıcılığa teslim etmişler”e yağdırdığı tehditler de ortadadır: “Devlet farkında! Devlet okudu! Not edildi! Kaydedildi! Devlet haddini bildirir!” İslamcı ideolojik hattın geldiği noktanın sorgulanmaya başlaması da benzer tepkilerle karşılaşmaktadır. Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan, AKP Genel Merkezindeki bir ekibin “AK Parti İslamcılardan (İhvan çizgisinden) kurtulmalı” görüşünde olduğunu, bunu gerçekleştirmek için çalıştığını söyleyerek öfke saçmaktadır. İslamcı çizgide ilerlenmezse parti içindeki İslamcıların yeni yol arayışlarına gireceği tehdidinden de geri durmamaktadır.[3] AKP’nin çizgi değiştirmemesi gerektiğini savunan bu gibilerden de seçim yenilgisinin ardından “değişim gerektiği”ne dönük sözler duyulmaya başlanmıştır. Rejimin neden ve hangi temellerde kurulduğunun farkında olan bu kesimler için değişim olsa olsa kimi kademelerdeki isimlerin değiştirilmesinden, farklı yüzlerin öne çıkarılmasından ibarettir. Seçim sonrasında parti içindeki çeşitli toplantılardaki sözleriyle ortaya koyduğu gibi Erdoğan da bu kafadadır.
2002 ayarlarına dönüş çağrısına rejimin “küçük ortağı” MHP de fena halde bozulmuş ve Selvi pek çok ağızdan paylanmıştır. MHP Genel Sekreterinin şu sözleri Bahçeli’nin konuşma metinlerinden fırlamış gibidir: “Soros’un kuryesi, gezi parkı olaylarının kışkırtıcısı ve finansörü olan Kavala’ya özgürlük isteyen Selvi akıl tutulması içerisinde değilse, Zilletin kısık ateşinde Dem’lenmektedir. Milli İrade karşıtlarının kalemşörlüğüne soyunan Selvi şunu iyi bilmelidir; bu sinsi hesap tutmaz, Türk milleti teslim olmaz, Cumhur İttifakı bu kirli kelime oyunlarını yutmaz!”
2016 Temmuzundaki OHAL darbesiyle kurulan faşist rejim hem AKP-MHP-Ergenekon ittifakına dayanarak şekillendirilmiş hem de bu sayede ayakta kalabilmiştir. Emperyalist savaşın özellikle Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeyi sararak istikrarsızlığı arttırdığı, ekonomik krizin tüm dünyada derinleştiği, buna karşı işçi sınıfının tepkisinin yükseldiği, Kürtlerin Suriye’de önemli kazanımlar elde ettiği bir konjonktürde inşa edilen bu rejim, Kürt, solcu ve işçi düşmanıdır. Demokratik özgürlükleri boğan faşist rejim, temel niteliğini işlevsiz bir parlamento ve hileli bir sandıkla gizlemeye çalışarak bugüne gelmiştir. Fakat çevrilen tüm dolaplara rağmen faşist iktidar bloku 31 Mart yerel seçimlerini kaybetmiştir. Bahçeli’nin bu yenilginin ardından yaptığı “Türkiye sandıkta kurulmamıştır” çıkışı, bu durum genel seçimler öncesi oluşsaydı, rejimin sandığa gitmemek ya da çıkan sonuçları tanımamak gibi seçeneklere başvurma olasılığının yüksek olduğunu göstermektedir.
“Gerekirse sandıksız ya da sandık sonuçlarını dikkate almadan da devam edilir” mesajını veren Bahçeli, önümüzdeki dört yıl seçim olmamasını avantaja çevirerek rejimi bu tehlikeyi de hesaba katarak tahkim etmenin derdindedir. Meclis iç tüzüğünün, yargının ve elbette Anayasanın faşist rejimle tam uyumlu hale getirilmesi için bir an önce harekete geçilmesi gerektiğini söylemektedir. Rejim bloku içindeki özgül ağırlığı parlamentodaki temsil gücünün fazlasıyla üzerinde olan “küçük ortak”, Erdoğan/AKP’ye ayar verirken, aynı zamanda muhalefeti de biçimlendirmeye çalışmaktadır. Akşener’i İYİP’in başında kalmaya çağırması bunun örneğidir. Rejim güçleri İYİP’in dağılması durumunda bir kesimin MHP’ye ya da AKP’ye dönebileceğini ama daha büyük bir kesimin rejimin çekim alanına girmeyip CHP’ye yanaşabileceğini hesap ediyorlar. Önümüzdeki dönemde ağırlaşacak saldırı politikalarında, özellikle de Kürtlere yönelik saldırılarda Akşener’li bir İYİP’in rejime daha kolay payanda olacağını düşünüyorlar. Devletin has elemanlarından biri olan Akşener, bu rejimin yıkılması durumunda ortaya çıkacak tabloyu bu misyonuyla değerlendirip, gerekirse statükonun korunması doğrultusunda hareket edeceğine güvenilen bir şahsiyettir. Nitekim geçtiğimiz genel seçimlerde ve yerel seçimlerde izlediği politika da bunu doğrulamıştır.
Rejimin Kürt politikasına geleneksel devlet refleksli yaklaşım damgasını basmaktadır. Bahçeli’nin Kürt partilerinin bir daha açılamayacak şekilde kapatılması gerektiğini söylemesi de bu politikayla uyumludur. Mardin ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Meclislerinin açılışında İstiklal Marşının okunmadığı ve Türk bayrağının kaldırıldığı iddiasıyla müfettiş görevlendirilmesi yetmezmiş gibi, Bahçeli “müfettişle oyalanılmamalı, DEM Parti için derhal kapatma davası açılmalıdır” diye höykürüyor. Erdoğan da “Anayasanın hükümlerini kimler çiğnemeye kalkıyorsa bedelini de ödemeye hazır olmalıdır” diyerek bu açıklamaya destek veriyor. Çeşitli açıklamalar ve izlenen pratik, belediyelere kayyum atanması uygulamasından da vazgeçilmeyeceğini gösteriyor. Kobani davasının son duruşmasından beklendiği gibi karar değil erteleme çıkması da bu davanın Kürtlerin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırılmaya devam edeceğine işaret ediyor. Erdoğan’ın Bağdat’a ve Erbil’e giderek yaptığı anlaşmalarsa sınır ötesi askeri harekâtın daha kapsamlı boyutlara çıkarılması için gün sayıldığını gösteriyor. Türk ordusu Irak ve Suriye’de 30-40 kilometre derinliğinde bir sınır şeridini işgale hazırlanıyor.
Seçimlerin sona ermesinin ardından ekonomik saldırı programını daha rahat hayata geçirme olanağına kavuşan rejim, son günlerde sıklaşan açıklamalardan da anlaşıldığı üzere yeni acı reçeteler için düğmeye basmıştır. İzlediği ekonomi politikalarıyla Hazineyi çökerten Erdoğan iktidarı, bunun faturasını emekçilere yıkmaktadır. Çalışma Bakanı Işıkhan, asgari ücrete Temmuz ayında zam yapılmayacağını, emekliye seyyanen zam verilmeyeceğini üzerine basa basa söylemektedir. Turpun büyüğü ise heybede, sırada bekleyen yeni “reform” programındadır. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “rekabetçiliğin ve üretkenliğin arttırılması, yatırım ortamının iyileştirilmesi, iklim değişikliği ile mücadele, yeşil ve dijital dönüşüm gibi alanlara yönelik kapsamlı bir yapısal reform programının” hayata geçirileceğinden söz etmektedir. Fakat söz konusu “reform” programının asıl unsurunun, Dünya Bankasından kredi alabilmek için sözü edilen göstermelik ikinci kısım değil ilk sayılanlar olduğu açıktır. Yani ücretler üzerindeki baskı devam ettirilerek emek daha da ucuzlatılırken, sermaye düşük vergilerle, teşviklerle el üstünde tutulacaktır.
IMF yetkilileri “biz de Türkiye’ye yürütülen programı tavsiye ederdik” diyerek bu saldırı programını desteklediklerini belirtmektedirler. Aslında böylece, söz konusu programın, tüm dünyada emekçilerin büyük tepkisini çeken, pek çok ülkede isyanların fitilini ateşleyen IMF programlarının kopyası olduğu itiraf edilmektedir.
Tıpkı daha önceki IMF programlarında olduğu gibi iktidar asıl büyük vuruşu “kamuda tasarruf önlemleri” kılıfına sokarak atacağı adımlarla yapacaktır. “Kamuda tasarruf önlemleri”nden söz edildiğinde medya meseleyi genelde “lüks arabalar”, “danışmanlar” penceresine hapsederek değerlendirmektedir. Oysa bu söylem altında kamusal hizmetlerde, özellikle de sağlık ve sosyal güvenlik sistemi ayağında büyük ölçekli kesintilere gitmenin hazırlıkları yürütülmektedir. Hastanelerde randevu almanın son derece güçleştiği, tetkikler için aylar sonrasına gün verildiği, ameliyathanelerde malzeme ve ilaç sıkıntısı çekildiği bir ortamda, Mehmet Şimşek sağlık sisteminin bütçeye “yükünün” azaltılacağını, ithal ilaç ve malzemelere sınırlama getirileceğini söylemektedir. İktidarın emekli aylıkları konusunda da saldırılara doymadığı görülüyor. Gerek kısa ve orta vadeli ekonomi programları gerekse bugünlerde rejim medyasında çıkan haberler, ortalama ömrün yükselmesi bahanesiyle emeklilik yaşının arttırılacağını, emekli maaşlarına düşük zam uygulamasının devam edeceğini gösteriyor.
Öte yandan ekonomideki yavaşlamayla birlikte şimdiden pek çok sektörde işten atmalar başlamıştır ve önümüzdeki aylarda işsizlik daha da artacaktır. Bu, yoksulluğun ve bunun yarattığı çok boyutlu sorunların daha da yaygınlaşacağı anlamına gelmektedir. Grevci Lezita işçilerinin üzerine coplu kalkanlı jandarmayı salan rejim, sınıf hareketinin yükselmesini engellemek için zoru ve baskıyı artıracağını da göstermektedir.
Karşımızda işçi sınıfına ve Kürt halkına yönelik saldırılarda gemi azıya almış, Ortadoğu savaşına daha aktif biçimde katılıp emperyalist planlarını hayata geçirme yönünde belirgin bir hareketlilik içinde olan bir faşist rejim bulunuyor. Fakat burjuva muhalefet, olağan bir rejim ve süreç işliyormuş gibi davranmaya devam ediyor. Seçimlerden beklemediği bir galibiyetle çıkan zafer sarhoşluğu içindeki CHP ise kitleleri rejime yönelik yanılsamalara sürüklemekle meşgul.
CHP cenahından uzatılan zeytin dalları eşliğinde Erdoğan’ı ve rejimi meşrulaştıran açıklamalar üst üste geliyor. Özel’in ilk günden “erken seçim istemiyoruz” vurgusuyla açtığı kapıdan, Erdoğan’la görüşme talebini dile getirirken kullandığı “yumuşak” üslupla önce Ekrem İmamoğlu geçmiş, ardından da “Emine hanımla yapabileceğimiz çok şey var” açıklamalarıyla Dilek İmamoğlu bu kapıyı iyice genişletmiştir. Ardından Özel’den Erdoğan’la görüşme talebinde bulunacağı açıklaması gelmiştir. “AKP genel başkanı”ndan “sayın cumhurbaşkanı”na hızlı geçiş yapan Özel, “Bir nezaket ziyareti değil, nezaketi elden bırakmadan bir çalışma ziyareti olacak. Karşımızdakilerin her birisi bu milletin seçtiği insanlar” diyerek faşist rejimin tepesindeki zata el uzatmıştır ve bu el geri çevrilmeyerek görüşme talebi kabul edilmiştir.
“Yenilikçi, özgürlükçü, demokratik anayasa”dan dem vurarak muhalefeti anayasa tuzağına çekmeye çalışan Erdoğan ise Özgür Özel’le görüşme olursa bunu da gündeme getireceğini söylemektedir. Rejim güçleri belli ki siyasi hesaplarını hayata geçirmek için yeni anayasa meselesini önümüzdeki dönemin temel gündem maddelerinden biri kılmaya çalışmaktadırlar. Ama rejimin faşist karakterini görmezden gelenler onun sonunun geldiği hayallerini yaymaktadırlar. Muhalif burjuva medyada seçimlerde büyük bir yenilgiye uğrayan Erdoğan’ın gerçekleri gördüğü, demokratikleşmenin kaçınılmaz olduğu düşüncesi sıkça işlenmektedir. Oysa bu, yıllardır üzerine basa basa dile getirdiğimiz gibi son derece tehlikeli bir aldatmacadır. Kitleleri hayallerle avutup hakikat karşısında savunmasız bırakanlar her defasında büyük bir hüsran ve umutsuzluk dalgası yaratmışlardır. Yukarıda, faşist rejimin hangi dinamiklerle, hangi konjonktürde kurulduğunu dile getirdik. Bu konjonktürün değişmediği, hatta daha da yakıcı bir hal aldığı günümüz koşullarında rejimden demokratikleşerek çözülme yoluna gitmesini beklemek boş ama o kadar da tahripkâr bir hayaldir.
Beri yandan, yerli ve uluslararası sermaye tarafından ilk kez bu kadar ciddi muhatap alındığı anlaşılan CHP, düzenin “müstakbel iktidar partisi” rolüne kolayca ısınmıştır. Uluslararası sermayenin özellikle Ekrem İmamoğlu’na yatırım yaptığı görülmektedir. Fakat rejim içinden bazı kesimlerin (başta MHP ve Ergenekoncu devletçi güçler olmak üzere), yıpranan AKP ve Erdoğan’dan sonrası için önümüzdeki dönemde Yavaş’ı öne çıkarmaya çalışmaları muhtemeldir. Ancak bunlar uzun vadeli planlardır ve halka bu rejimden kurtulmak için yine sandığı beklemesi salık verilmektedir.
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin örgütsüzleştirerek atomize ettiği ve böylelikle sınıf bilincini de yok ettiği işçi sınıfı, siyaset adına alabildiğine dar bir alana, burjuva parlamentarizmine hapsedilmişken, şu anda parlamento da faşist rejimin şalından ibaret bir kandırmacaya dönüşmüştür. Perişan durumdaki emekçiler için bu rejimden kurtulmak yaşamsal bir sorundur. Ama yerine ne konulacağı da en az o kadar yaşamsaldır. Faşist rejimin ve sermayenin baskılarından, zulmünden, adaletsizliğinden, ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılarından kurtulmak için işçi sınıfının bağımsız çıkarları temelinde örgütlenmekten ve faşizme ve kapitalizme karşı emek cephesini örerek mücadeleye atılmaktan başka seçeneği yoktur.
link: İlkay Meriç, Rejim İçi Tartışmalar, Yeni Saldırı Hazırlıkları ve CHP’nin Halleri, 27 Nisan 2024, https://marksist.net/node/8250
Sermayenin Heveslerini Kursağında Bırakmak İçin Mücadeleye!
Gelin Sesimizi 1 Mayıs Alanlarında Duyuralım!