Türkiye her gün iktidarıyla muhalefetiyle bütün burjuva siyaset alanının çürümüşlüğünün yeni boyutlarına tanık oluyor. Faşist rejim, sömürü ve talanı derinleştirme, varlığını baki kılma çabası içinde her türlü saldırıyı daha da ağırlaştırarak sürdürüyor. Rejimin gündemi asıl olarak işçi sınıfını hedef alan saldırı programlarıyla, doğayı ve kenti sınırsızca yağmalamak için daha önce muhalefete kaptırmış olduğu büyük kentlerin belediyelerini geri kazanma kumpaslarıyla ve kendi varlığını kalıcılaştırma yönünde yeni anayasal ve yasal adımlar atmakla belirleniyor. Tüm bunlar olurken burjuva muhalefet kentsel rant olanakları için tepişmekle meşgul. Burjuva siyasetinin bu ağır dumanı altındaki emekçi kitleler ise, örgütsüzlük koşulları içinde, gitgide ağırlaşan geçim sorunuyla, tırmanan yoksullaşmayla, artan borçlarla, işsizlikle, geleceksizlikle boğuşuyor.
2023 seçimlerini atlatmanın rahatlığı içindeki rejim, Mehmet Şimşek yönetimindeki kurmay heyetiyle, ağır bir ekonomik saldırı programını başlattı. Asıl büyük darbelerin 31 Mart yerel seçimlerinin ardından gelmesi beklenirken, daha şimdiden yapılanlar bile emekçilerin belini iyice büküyor. Enflasyonu dizginlemek adına tüketimi kısmaya girişen iktidar, bunun için öncelikle ücretleri baskılama yoluna gidiyor. Resmi enflasyon oranının gerçeğin yarısı kadar açıklanarak ücret artışlarının bu uydurma orana göre belirlenmesiyle işçi sınıfı yoksulluk girdabının dibine itiliyor.[1] Çalışanıyla emeklisiyle milyonlarca işçi ailesi ancak kredi kartları sayesinde ayakta durabiliyor. İşte siyasi iktidarın tüketimi kısmak üzere attığı ikinci adım da burada devreye giriyor: Kredi kartı limitlerini, taksit sayılarını ve tüketici kredilerini sınırlandırmak! Yani kemer sıkmanın ötesinde, nefes borularının üstüne çökerek tam anlamıyla emekçilerin ümüğünü sıkmak! İktidarın uygulamaya koyulduğu, sermayenin de “tavizsiz uygulayın” diyerek alkış tuttuğu IMF’siz IMF programıyla tutulan yol işte budur.
Siyasi iktidar izlediği politikalarla Türkiye’yi dünyada enflasyonun en yüksek olduğu üçüncü ülke (Arjantin ve Lübnan’ın ardından) konumuna oturtmuştur. Fakat enflasyonun nedenini bu politikalara değil ücretlerdeki ve tüketimdeki artışa bağlayanlar, işçi sınıfının açlık sınırındaki ücretine bile göz dikmektedirler. Onlara göre, enflasyonun düşmesi isteniyorsa emekçilerin tüketimi kısması, bunun için de gelirlerinin kısılması şarttır! Emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünden ve bilinçsizliğinden cesaret alan egemenler bu politikayı her daim aynı tezlerle savunarak uygulamaya sokmaktadır. Öyle ki, 1990’ların başında ekonomiden sorumlu devlet bakanı olan Tansu Çiller (kendisi neoliberal ekonomi profesörü olarak o koltuğa oturtulmuştu ve hemen ardından başbakanlığa getirilecekti), para olmadığı gerekçesiyle memur maaşlarının ödeme emrini imzalamadığı için çıkan kriz karşısında ağzından dökülen şu sözlerle Hazineden ve Ziraat Bankasından sorumlu devlet bakanı Cavit Çağlar’ı bile şoke etmiştir: “Memurlar bu ay maaş almasın, ne olacak? Hatta bu ay değil, altı ay almasınlar. Ülkeyi mahveden onlar. … Enflasyonu arttırıyorlar.”[2] Malûm, Tansu Çiller bugün de çeşitli çıkar ortaklıkları temelinde Erdoğan’ın yılmaz destekçilerinden biridir.
Sermaye emekçileri soluksuz bırakacak her türlü adımı şevkle desteklerken, kendisi için ucuz kredi musluklarının açılmasını, teşviklerin artarak devam etmesini, vergilerin daha da düşürülmesini istemeyi yüzsüzce sürdürüyor. İşçinin, emeklinin zam taleplerini “bütçeye yük” deyip tersleyen iktidar, sermayenin isteklerini ikiletmeden yerine getiriyor. Bunun için gözün ilk dikildiği yerse İşsizlik Sigortası Fonudur. Erdoğan Şubat ayında yayınladığı kararnameyle İşsizlik Sigortası Fonunun işsizlik ödeneği dışında kullanım oranını yüzde 30’dan yüzde 50’ye çıkarmıştır. Bunun anlamı, “çalışanların vasıflarını yükselterek işsizlik riskini azaltmak, istihdam artırıcı ve koruyucu tedbirler almak ve uygulamak” gibi kılıflarla üstü örtülerek yağmalanan fon gelirlerinin çok daha büyük bir bölümünün sermayeye peşkeş çekileceğidir. Şu anda fonda 200 milyar liranın üzerinde bir para biriktiği düşünüldüğünde bu yağmanın büyüklüğü daha net anlaşılabilir.[3]
Gerek rejim sözcüleri gerekse patronlar “işçiler iş beğenmiyor, çalışmak istemiyor” söylemiyle derinleşen işsizliğin üstünü örtmeye çalışsalar da gerçek durum vahim bir tablo çizmektedir. Sözde istihdamı arttırmak adına sermaye türlü yollarla fonlanmasına rağmen işsizlik yükselmeye devam etmektedir. TÜİK’in geçtiğimiz günlerde açıkladığı Ocak ayı verilerinden yola çıkarak hazırlanan DİSK-AR İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporuna (Mart 2024) göre, “zamana göre eksik istihdam edilenleri”[4] de kapsayan “geniş tanımlı” işsiz sayısı 10 milyon 450 bini aşarak pandemi dönemi hariç en yüksek düzeye ulaşmıştır. Bu, istihdamın artması bir yana işsizler ordusuna son bir yılda 2 milyon 200 bine yakın insanın eklenmesi anlamına gelmektedir. Reel ücretlerin iyice düşürülmesi, İş Kanununda yapılacak değişikliklerle emek sömürüsünün daha da arttırılması, emeklilikte maaşın yaşa endekslenmesi yoluyla emekli olmanın ekonomik zorla engellenmeye çalışılması, dolaylı ve dolaysız vergilerin yükseltilmesi gibi yeni saldırılar seçim sonrasında emekçileri çok daha büyük yıkımlara sürükleyecekken, ekonomideki yavaşlamanın işsizliği daha da tırmandırması kaçınılmazdır.
Rejim bekası açısından işçi sınıfının örgütsüzlüğüne ve burjuva muhalefetin etkisiz hale getirilmiş olmasına güvense de, bu koşulların emekçilerin öfkesini ve tepkisini daha da arttırarak sosyal patlamalar yaratmamasının hiçbir garantisi yoktur. Tam da bu yüzden Erdoğan, kendi sultasını ve rejimi kalıcı kılma doğrultusundaki adımları hızlandırmak istemektedir. Bunun için seçim kanununda ve Anayasada değişiklik yaparak cumhurbaşkanlığı seçimindeki %50+1 kuralını ve üçüncü kez aday olamama engelini kaldırmak üzere harekete geçileceğinin sinyalleri ne zamandır verilmektedir. Nitekim Erdoğan yerel seçimlerde de “bu son seçimim” diyerek bir yandan tabanını tahkim etmeye çalışmakta, öte yandan da bir kez daha seçilmesinin önündeki engelleri temizlemek üzere bu mevzuyu gündeme getirmek istemektedir. “Benim için bu bir final, yasanın verdiği yetkiyle bu seçim benim son seçimim” diyen Erdoğan “yasa” vurgusuyla yasal değişikliklerin önünü açmayı hedeflemektedir. Bekir Bozdağ ise “zamanı geldiğinde Meclis erken seçim kararı alırsa cumhurbaşkanı üçüncü kez aday olabilir” diyerek Anayasa değişikliğine gitmeye ihtiyaç bile duymadan cumhurbaşkanlığı makamının gaspına devam edileceğinin işaretini vermiştir. Devlet Bahçeli de “Ayrılamazsın, Türk milletini yalnız bırakamazsın. Yeni yüzyılın kurtarıcı lideri olarak sizi görmek istiyoruz” diyerek bu planlara sonuna kadar destek vereceğini göstermiştir. Tüm bunlar Erdoğan’ın rejimin bekası için kilit önemde olduğunu göstermektedir.
Anayasa değişikliği planlarının yanı sıra, Anayasa Mahkemesine ve genelde yüksek yargı organlarına dönük yeni düzenleme hazırlıkları ve Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı gibi hakların gasp edilmesi de gündemdedir. Öte yandan Anayasa Mahkemesi heyetinin yapısı da tümüyle iktidar lehine değişmek üzeredir. Ama rejim konuyu kişilere bağımlı olmaktan çıkarmak ve Mahkemenin bağımlılığını tümüyle güvenceye alacak kalıcı düzenlemeler yapmak istemektedir.
Yerel seçimlerden de arzuladıkları sonuçlarla çıkmak için her türlü girişimde bulunan, her türlü tehdidi savuran Erdoğan, son olarak belediyelerin kendisinin onayı olmadan borçlanmalarını olanaksız hale getiren bir yasal düzenlemeye imza atmıştır. Hatay örneğinde görüldüğü gibi halk alenen tehdit edilmektedir. Her şeye rağmen rejimin kaybettiği ya da kazanamadığı belediyeler olursa oraların tehditte ifade bulan şekilde cezalandırılacağı görülmektedir. Rejimin kayyum atama silahını da elinde tuttuğunu söylemeye bile gerek yok. Faşist rejim bu mekanizmayı tepe tepe kullanmaktadır. Ayrıca DEM Partiye yönelik saldırılar, yapılan baskınlarla, tutuklamalarla, tehditlerle ve karalama kampanyasıyla devam etmektedir. Bu yerel seçim sürecinde faşist parti-devlet yapısı da çok daha açık biçimde ortaya serilmiştir. Kürt illerine on binlerce asker ve polis kaydırılarak oy dengeleri altüst edilmiştir. AKP belediye başkan adaylarının halk ziyaretleri ordu komutanlarıyla, valilerle birlikte yapılmaktadır. Devasa fonlarıyla “sosyal yardım” kurumları, camiler ve Diyanet’in diğer tüm olanakları zaten AKP’nin hizmetindedir.
Rejimi kalıcılaştırmak üzere yoğunlaşılan bir diğer alan da eğitim alanıdır. Rejim yeni kuşakları Türk-İslam faşizmi hamurunda yoğurmak üzere eğitim alanında daha önce bu denli fütursuzca yapamadığı şeyleri de yapmaya başlamıştır. Eğitimin dinselleştirilmesinde, tarikat, dini vakıf, dernek vb. örgütlenmeler üzerinden müdahalenin boyutları genişletilmiştir. Müfredatta dinselleştirme doğrultusunda daha önce atılan adımların yetersiz kaldığını gören rejim, şimdilerde daha kapsamlı yeni adımlar için hazırlıklar yapmaktadır.
Rejim içte ve dışta kendisini normal bir rejimmiş gibi göstermek için seçimleri ve sandığı biçimsel olarak ortadan kaldırmamakta, bunların içini boşaltmakla yetinmektedir. Murat Kurum’un CHP’ye ithafen, “onlar ne yaparsa yapsın, biz aynı oyunları, aynı tiyatroları oynamaya devam ediyoruz” sözleriyle itiraf ettiği gibi, seçimler çoktandır oyuna dönüşmüş durumdadır. Bir faşist rejim altında olunduğu gerçeğini görmezden gelen muhalefet de bu oyunu şevkle oynamaktadır. Fakat bunu yaparken sadece faşist rejime kan vermekle kalmayıp kendisini de çürütmektedir. Rejimin Mayıs 2023 genel seçimlerini kendi zaferi haline getirmesi burjuva muhalefet cephesinde zaten mayalanmakta olan büyük bir siyasi krizi tetiklemiş ve cephe darmadağın olmuştur. Daha dün sözde rejimi değiştirmek iddiasıyla politik platform kurmuş ve “rejim sorunu karşısında diğer tüm sorunlar talidir” diyerek bir ortak program oluşturmuş burjuva partileri şimdi rezilce bir çaresizlik içinde çırpınıp tepişmektedirler. Bunların büyük bir bölümü de hayatta kalma çabası içinde kendilerini rejime pazarlamakla meşguldür. Suçlamalar, istifalar, saf değiştirmeler gırla gitmektedir. Siyasi özgürlükler alanını boğan ve muhalefet dinamiklerini sindirmeyi başaran rejim, geriye rant kavgası alanını bırakarak yarattığı çürümeyi boyutlandırmaktadır.
Rejimin elini kolaylaştıran bir diğer olgu ise uluslararası konjonktürdür. Öncelikle faşizmin Avrupa’sından Amerika’sına sözde Batı demokrasilerinde bile yükseliş trendinde olması Erdoğan’ın meşruiyet krizi yaşamasının önüne geçmektedir. Dahası Türkiye’nin emperyalist savaşın tüm sıcaklığıyla yürüdüğü bir coğrafyanın merkezinde bulunması Erdoğan faşizmine iki emperyalist kamp arasında manevra olanakları sunmaya devam etmektedir. Bir NATO gücü olmasına rağmen Rusya’yla yakınlaşması ABD’yle arasını zaman zaman açsa da, Türkiye’yi tümüyle Rusya kampına kaptırmama kaygısı ve Ortadoğu politikasının önemli bir ortağı olması ABD’yi dizginlemektedir. Türkiye’nin ekonomik ve askeri olarak Batı’ya bağımlılığı ise Erdoğan’ı dizginlemekte ve böylece mevcut statüko fazlaca sarsılmadan sürdürülebilmektedir.
Ukrayna sorununda her iki kampı da idare ederek kendi gemisini yürütmeyi başaran rejim, aynı şeyi Ortadoğu’da da yapıyor. Rojava’daki işgal politikasını tüm Irak ve Suriye sınırına yaymak ve derinleştirmek isteyen rejim, Gazze savaşının yarattığı toz dumanı bunun için fırsata çevirmeye girişmiş görünüyor. Filistin halkının hamisi pozları keserken yaşanan soykırıma sessiz kalan Erdoğan, İsrail’le ticareti tam gaz devam ettiriyor ve belli ki bunun karşılığında ABD’den de bazı mükâfatlar alıyor. Son haftalarda ABD’ye giden Kalın ve Fidan’ın neyin pazarlıklarını yaptıklarını şimdilik tam olarak bilmesek de, Erdoğan’ın Irak ve Suriye sınırında 30-40 kilometrelik “güvenli bölge” planını yeniden gündeme getirmesinin de bununla bağlantılı olduğunu öngörebiliriz. Mart sonundan itibaren kapsamlı askeri operasyonlara gebe olan bu bölgenin, Barzani’yle ve Irak yönetimiyle işbirliği içinde PKK güçlerinden arındırılması planlanmaktadır. Filistin halkının cayır cayır yakıldığı savaşın ateşine şimdi de Kürt halkı atılmak istenmektedir.
Burjuva muhalefetse Erdoğan’ın operasyon sözlerini seçim şovu olarak değerlendirerek emekçilerin gözünün seçimler dışında bir şeye çevrilmesini engelleyip gerçek belaların perdelenmesine hizmet etmektedir. CHP dâhil burjuva muhalefetin böyle bir işgal şeridinin oluşturulmasına tam destek vereceği de açıktır. Fakat bunlar faşist rejimle milliyetçilik yarıştırırken yanan sadece Kürt halkı değil tüm emekçiler olmaktadır. Emekçilerin milliyetçilikle zehirlenmesine hizmet eden, gerçek sorunlar karşısında onu sandığa hapsedip oyalayan, sokağa çıkmaya zinhar yanaşmayan bu muhalefet faşist rejimin en büyük avantajıdır.
2023 Mayıs seçimleri öncesinde bu rejimi değiştirip güzel günler getirmeyi vaat eden burjuva muhalefet güçleri izledikleri politikayla emekçileri pasifize edip rejime kan taşımanın bir adım ötesine geçmemektedirler. Bunlar, faşizmin bir kara duman gibi toplumun üstüne çökmesinin suç ortaklarıdır. Bu süreçte yaşananlar bir kez daha göstermektedir ki, işçi sınıfının kendi gücüne ve mücadelesine güvenmek dışında hiçbir seçeneği yoktur. Bu dumanı ancak işçi sınıfının örgütlü hareketi dağıtabilir. Güçlendirilmesi gereken şey odur.
[1] Ortalama ücretlerin asgari ücret komşuluğuna düştüğü Türkiye’de, Şubat ayında dört kişilik bir aile için açlık sınırı 16 bin lirayı, yoksulluk sınırı ise 55 bin lirayı aştı. Tek başına yaşayan bir kişi içinse yoksulluk sınırı 25 bin lirayı geçti. (Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırma Merkezi “Açlık ve Yoksulluk Sınırı Şubat 2024 Dönem Raporu”)
[3] İşsizlik Sigortası Fonu kurulduğundan bu yana işçilerin değil patronların hizmetine sunulmuştur. Geçtiğimiz yıl fon giderlerinin sadece %18,5’i işçilere işsizlik ödeneği olarak verilmişken, sermayeye yapılan desteklerin oranı %67 idi. Üstelik işsizlerin çok küçük bir bölümü işsizlik sigortasından faydalanabiliyor. Örneğin Şubat ayında, önceki dönemden ödemesi devam edenlerle birlikte sadece 402 bin işçi bu fondan yararlanabildi. Oysa TÜİK’in Ocak ayına ilişkin açıkladığı “dar kapsamlı” işsiz sayısı bile 3 milyon 214 bin kişidir. Fon, patronlara yapılan türlü desteklerin, teşviklerin yanı sıra MESEM, aktif işgücü programları ve işbaşı eğitim programlarıyla da hortumlanmaktadır. Bu programlar kapsamında yapılan ödeme miktarı son üç yılda 7,3 milyar liradan 51,7 milyar liraya çıkmıştır.
[4] Rapora göre, “haftalık 45 saatten daha az çalışan ve imkânı olması durumunda daha çok çalışmayı isteyenleri” kapsayan zamana bağlı eksik istihdam edilenlerin sayısı son bir yılda 1,9 milyondan 3,2 milyona yükselerek 1 milyon 295 kişi artmıştır.
link: İlkay Meriç, Bu Dumanı Ancak İşçi Sınıfının Örgütlü Hareketi Dağıtır, 29 Mart 2024, https://marksist.net/node/8226
Katledilen Amerika Halkları
Zor Olan Kalıcı Olur