Alman İdeolojisi’nden Komünist Manifesto’ya
Almanya’da 1844 yazında yükselişe geçen işçi hareketi sosyalist faaliyetlerde de belirgin bir canlanmaya yol açmıştı. 1845 Şubatında Elberfeld’te Engels’in de örgütleyicileri arasında olduğu komünizm konulu toplantılar yapılmış ve bu toplantılar beklenenin üstünde bir ilgi görmüştü. Ne var ki komünizme duyulan ilgideki bu artışa, sosyalistlere yönelik polis baskısındaki artış da eşlik etmişti. Rejimin baskısı sadece Almanya içinde değil dışında da şiddetlenmiş, çeşitli ülkelerdeki politik göçmenler Prusya makamlarının bastırması sonucunda söz konusu ülkelerdeki yönetimler tarafından sıkıştırılmaya başlanmıştı. Bundan nasibini alanlardan biri de Paris’teki Marx olmuş, sınır dışı edilmesinin ardından ailesiyle birlikte Belçika’ya gitmek zorunda kalmıştı. O sırada sürekli polis takibinde olan Engels ise komünist faaliyetleri nedeniyle evde de giderek artan bir gerginliğe maruz kalıyordu. Bütün kasaba fabrikatör babanın komünist oğlundan söz ederken baba Engels, “Bu durumun bir babayı ne denli kedere sürüklediğini hayal dahi edemezsin: Evvelce benim babam Barmen’deki Protestan cemaatine bağışta bulunuyordu, sonra ben bir kilise inşa ettim, şimdi ise oğlum bunu yıkmakla meşgul” diye dert yanıyordu bir dostuna.
Bütün bu koşullar altında Brüksel’deki yoldaşının yanına gitmek için can atan Engels, bu arzusunu Nisan ayında gerçekleştirip Marx’ın yerleştiği apartmanın yanındaki bir eve taşındı. Bu yeni ortam, iki devrimcinin materyalist tarih anlayışını geliştirdikleri kapsamlı bir felsefe çalışmasını birlikte yürütmelerini de olanaklı kılacaktı. Bu arada çeşitli gazetelerde yayınlanmak üzere yazılar yazmaya devam ediyorlardı. Marx’ın ekonomi çalışmaları için İngiltere’ye gitmesi gerekince Engels de ona eşlik etti. 1845 yazında gerçekleşen bu birkaç haftalık İngiltere yolculuğunda Engels Marx’ı Haklılar Birliği üyeleriyle ve Çartistlerin sol kanadıyla tanıştırdı. O günlerde düzenlenen bazı toplantılara da birlikte katıldılar. Bu toplantılardan birinde, Londra’da yaşayan göçmen sosyalistlerin uluslararası bir dernek kurmaları (Kardeş Demokratlar) kararlaştırılmıştı. Engels bunu “Londra’da Uluslar Şenliği” başlıklı makalesinde duyururken, “bugünün demokrasisi komünizmdir” diyor ve proletarya enternasyonalizminin ilkelerini de dile getiriyordu: “Tüm ülkelerin proleterlerinin çıkarı tek ve aynı, düşmanı tek ve aynı, önlerindeki savaşım da tek ve aynıdır (…) Yalnız proletarya milliyeti ortadan kaldırabilir ve yalnızca uyanan proletarya, çeşitli ulusların kardeşliğini sağlayabilir.”[1]
Engels ve Marx Brüksel’e döndükten sonra, derinlikli felsefi eserlerinin en önemlilerinden biri olan Alman İdeolojisi üzerinde çalışmaya ağırlık vermişlerdi. Yaklaşık on ay sürecek yoğun bir çabanın ardından ortaya iki ciltlik bir eser çıkmıştı. Hegel sonrası idealist felsefesinin eleştirisine yoğunlaşan ilk cilt, üç bölümden oluşuyordu. “Feuerbach. Materyalist ve İdealist Anlayışların Karşıtlığı” başlığını taşıyan ilk bölüm aynı zamanda kitabın en önemli bölümüydü. İkinci ve üçüncü bölümler Genç Hegelcilerin (Bruno Bauer ve Max Stirner) eleştirisine ayrılmıştı. İkinci cilt ise “hakiki sosyalizm” olarak anılan felsefi ekolün eleştirisini içeriyordu.
Alman İdeolojisi Marx ve Engels’in tam anlamıyla ortak eseriydi. Bilimsel komünizmin temeli olarak materyalist tarih anlayışını, yani tarihsel materyalizmi ilk kez bu denli bütünlüklü bir şekilde işledikleri bu kitap pek çok önemli konuya zengin açılımlar getiriyordu. Ne var ki böylesi büyük bir öneme sahip olmasına rağmen yayıncı bulunamadığı için Marx ve Engels hayattayken basılamayacaktı. El yazmaları onlarca yıl karanlıkta kalan Alman İdeolojisi ilk kez 1932’de Almanca ve 1933’te Rusça olarak SSCB’de yayınlanacaktı.
“Her ne kadar Marx ve Engels, bu elyazmalarını farelerin kemirici eleştirisine terk ettiklerini söylemiş olsalar da, bu metinlerde geliştirilen fikirler ilerleyen yıllar içinde Marksist külliyatın çok önemli bir yapıtaşını oluşturmuştur” diyen Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi ve Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler başlıklı yazılarında bu eserin önemli hususlarına dikkat çekmektedir. Ayrıntılı bir özetle ele alınan bu hususları burada tekrarlamayıp, Elif Çağlı’nın söz konusu yazılarının okunmasını öneriyoruz.
Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’yle idealist felsefenin defterini dürmüş, insanlığın toplumsal gelişimini diyalektik ve tarihsel materyalizm temelinde ele alarak sosyalizmin ütopyadan bilime dönüştürülmesinde çok büyük bir adım atmışlardı. Marksizm dünyayı değiştirecek büyük eylemin kılavuzu olacaktı, ama bu eylemin sadece kitabi bir kılavuza değil devrimci bir örgüte de ihtiyacı vardı. Tam da bu yüzden Marx ve Engels, en az teorik çalışmaları kadar, işçi sınıfının uluslararası devrimci örgütlülüğünü sağlamak için de hummalı bir çaba içindeydiler. Şöyle demektedir Engels:
“Biz salt yeni bilimsel sonuçları kalın kitaplar halinde «bilgili» dünyaya fısıldamak amacını hiçbir zaman gütmüyorduk. Tam tersine, ikimiz de politik harekete çoktan girmiştik; uygar dünyada, özellikle Batı Almanya’da belli yandaşlarımız ve örgütlü proletaryayla artan ilişkimiz vardı. Düşüncemizi bilimsel temele oturtmakla görevliydik; Avrupa proletaryasını ve ilk önce Alman proletaryasını görüşümüze kazanmak da bizim için çok önemliydi. Ancak ne yapacağımızı kesin olarak bilirsek işe koyulabilirdik.”[2]
Bilimsel sosyalizmin teorik temellerini döşeme çabası, sosyalist hareketi burjuva ve küçük-burjuva etkilerden arındırmak üzere verilen ideolojik mücadeleyle iç içe yürürken, bu yeni görüşleri devrimci aydınların yanı sıra proletaryanın öncü kesimlerine ulaştırma ve onları örgütleme uğraşı da hız kazanmaktaydı. Ve kuşkusuz Marx ve Engels’in bu çabalarına daha en baştan itibaren enternasyonalizm damgasını basıyordu. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi,
“Onlar örgütlü devrimci mücadelenin ulusal ve uluslararası boyutları içeren sentezini ortaya koymuşlardı. Proletarya her ülkede ulusal ölçekte düzen karşıtı örgütlenmesini gerçekleştirirken, bu çabanın diğer ülkelerin işçileriyle enternasyonal mücadele birliği hedefiyle yol alması gerekliydi. Kapitalist düzeni alaşağı edebilmek için, çeşitli ülkelerden proleterlerin devrimci örgütlülüğünün üzerinde yükselecek bir enternasyonal birliğin inşasına ihtiyaç vardı. Marx ve Engels, bu amaç doğrultusunda bir çekirdek örgütlenmeyi gerçekleştirebilmek üzere 1846 yılında Brüksel’de Komünist Haberleşme Komitesini kurdular.”[3]
Brüksel’de çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen çok sayıda politik göçmen bulunuyordu ve Marx ve Engels’in çevresinde Joseph Weydemeyer, Ferdinand Wolff, Wilhelm Wolff, Georg Weerth, Philippe Gigot gibi isimlerden oluşan komünistler yer alıyordu. Başta filoloji öğretmeni ve devrimci gazeteci Wilhelm Wolff olmak üzere bunların önemli bir bölümü ölene kadar Marx ve Engels’in yakın yoldaşları olarak kalacaktı. Brüksel’de kurulan Komünist Haberleşme Komitesinin yönetici çekirdeği üç kişiden oluşmaktaydı: Marx, Engels ve Gigot. Komitenin görevi çeşitli ülkelerdeki sosyalistler arasında haberleşme ve bilgi alışverişini sağlamanın, yayın faaliyetini koordine etmenin yanı sıra çeşitli siyasal sorunları tartışıp mücadele taktiklerini belirlemekti. Bu komitenin çabaları sonucunda Almanya’nın çeşitli bölgelerinde olduğu gibi Paris ve Londra’da da haberleşme komiteleri kurulmuştu.
Küçük-burjuva devrimciliğin etkin isimlerinden Alman terzi Wilhelm Weitling de Brüksel’e gelmesinin ardından bu komiteye katılan isimler arasındaydı. O dönemde oldukça popüler bir isim haline gelen Weitling, ütopik bir sosyalizm anlayışına ve komploculuğa dayanan bir politik çizgiye sahipti. Marx ve Engels ise sosyalist hareketi proleter bir eksene ve bilimsel bir temele kavuşturmaya çalışıyorlardı. Bu taban tabana zıt anlayışların şiddetli bir çatışmaya girmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Çok geçmeden komite ile Weitling’in yolları ayrıldı.
Komitenin ideolojik mücadele yürüttüğü bir diğer akım ise Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde de fikirlerini eleştirip çürüttükleri “hakiki sosyalistler”di. Bunların Haklılar Birliği içinde güç kazanmaya başladıkları haberlerinin gelmesi üzerine komite Engels’i Paris’e gönderme kararı almıştı. Bu akımla mücadele etmek üzere 1846 Ağustosunda Paris’e giden Engels 1848 başlarına kadar orada kalacaktı. Oradan İngiltere’de Çartistlerin yayın organı olan Northern Star için yazdığı makalelerde Fransa’daki politik durumu da tahlil edecekti. Engels’in ideolojik mücadele yürüttüğü gruplardan biri de Proudhon yanlılarıydı. Marx, 1847’nin ilk yarısında yazdığı Felsefenin Sefaleti adlı kitabında Proudhon’un görüşlerinin sefilliğini ortaya serip bu mücadeleyi doruğuna çıkaracaktı.
Engels Paris’te kaldığı bu süre boyunca yürüttüğü çalışmalarla işçi hareketi içindeki proletarya dışı akımların etkisini önemli ölçüde kırarken, kısa süre sonra yaratılacak komünist örgütün de temellerini sağlamlaştırmış oluyordu. Nitekim Lenin de “Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin temeli bu sayede 67 yıl önce Paris’te atılmıştır” diyerek bu çalışmaların önemini vurgulamıştır.
Marksizmin kurucuları, yürüttükleri ideolojik mücadele ve geliştirdikleri teorik temeller sayesinde Çartist hareketin sol kanadı üzerinde de, Haklılar Birliğinde de önemli bir etki yaratmışlardı. Marx da Engels de bu örgütün fikirsel netliğe sahip olmaması ve çeşitli küçük-burjuva akımların etkisinde kalması nedeniyle, daha önce kendilerine gelen katılım davetlerini reddetmişlerdi. Ne var ki 1847 Haziranında yapılacak kongre öncesinde gelen teklifi, örgütün yapı ve bileşimdeki değişim nedeniyle kabul etmişlerdi. Marx maddi sorunlar yüzünden Londra’ya gidemediği için Engels’in tek başına katıldığı bu kongrede örgütün adının Komünist Birlik olarak değiştirilmesi kararlaştırıldı. Elif Çağlı’ya dönelim:
“Bu örgüt, yeni tüzüğü, programı, bilimsel komünizme dayanan ideolojik ilkeleri ve enternasyonal mücadele perspektifiyle devrimci işçi hareketinin örgütlenmesinde tarihsel bir öneme sahip olacaktı. Kongre, bir sonraki kongrede kabul edilmek üzere tüzük taslağını belirledi ve programın temeli olarak da Engels’in kaleme aldığı «Komünist İman Yemini Taslağı»nın yerel örgütlerce incelenmesini kararlaştırdı. (…) Kongre, artık aşılmış olan ve proleter sınıf çizgisini yansıtmayan kimliksiz «Bütün İnsanlar Kardeştir!» sloganının terk edilerek, yerine Marx ve Engels’in biçimlendirdiği «Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!» sloganının geçirilmesini karar altına aldı.”
“Komünist Birlik’in ikinci kongresi de 1847 yılının sonlarına doğru yine Londra’da toplandı. Kongre daha önce taslak olarak hazırlanıp yerel örgütler tarafından tartışılan tüzüğü daha da geliştirilmiş biçimiyle kabul etti. (…) Komünist Birlik’in birinci kongresinde program taslağı olarak kabul edilen «Komünist İman Yemini Taslağı» daha sonra yine Engels tarafından revize edilmiş ve «Komünizmin İlkeleri» adlı yeni bir taslak ortaya konmuştu. Fakat bu taslakları yeterli bulmayan Marx ve Engels, ikinci kongrenin verdiği görev üzerine Komünist Manifesto’yu yazmak üzere kolları sıvamışlardı. 1847-1848 tarihlerinde kaleme alınan Manifesto bütün ülkelerin işçilerine, kendilerini ve insanlığı kapitalizmin esaretinden kurtaracak yolu gösteriyordu.” (age)
Burada, Komünist Manifesto’nun isim babasının da Engels olduğunu belirtelim. İlk kongrede “Komünist İman Yemini Taslağı” adıyla kabul edilen program taslağı üzerinde çalışan Engels, 1847 Kasımında Marx’a yazdığı mektubunda şöyle diyordu:
“«İman Tazeleme» üzerinde biraz daha düşün. Biz din kitabı üslubunu bir yana bıraksak ve şunun adına «Komünist Manifesto» desek daha iyi olacak diye düşünüyorum. Şöyle ya da böyle bunun içinde tarih de olacağına göre, şimdiki biçimi uygun görünmüyor. Ben burada hazırladığımı yanımda getireceğim, basit bir anlatı biçiminde, ama çarçabuk yazıldığı için kötü formüle edildi. (…) yaptığım hazırlık onaylanmaya henüz sunulmadı, ama ufak tefek bazı ayrıntıların dışında, en azından bizim görüşlerimize aykırı bir şeyleri içermeyen bir biçimde kabul edilmesini istiyorum.”[4]
Komünist Manifesto’ya temel teşkil eden içeriğiyle de tarihsel öneme sahip Marksist metinler arasında yer alan “Komünizmin İlkeleri”ni Engels 1847 Ekiminde kaleme almıştı. “Komünizm nedir?” sorusuna “komünizm, proletaryanın kurtuluş koşullarının öğretisidir” yanıtıyla başlayan metin, proletaryanın ne olduğunu, nasıl doğduğunu, proleterin diğer emekçi sınıflardan (köleler, serfler, zanaatçılar) farklarını, sanayi devriminin ve toplumun burjuvalar ve proleterler olarak bölünmesinin sonuçlarını sorular ve cevaplar şeklinde ilerleyerek işliyordu. Düzenli olarak yaşanan krizlerin büyük sanayi ve rekabetin koşullandırdığı aşırı üretim bunalımları olduğunu dile getiriyor ve büyük bir yıkıma yol açan bu hastalıklı yapıdan kurtuluş yolu olarak “yeni bir toplumsal örgütlenme”nin zorunluluğunu dile getiriyordu. Bu, sınai üretimin artık birbirleriyle rekabet eden tek tek fabrika sahipleri tarafından yönetilmeyip, belli bir plan uyarınca ve herkesin gereksinmeleri uyarınca toplumun tümü tarafından yönetildiği tümüyle yeni bir toplum örgütlenmesi olmalıydı. Büyük sanayinin ve onun olanaklı kıldığı sınırsız üretim genişlemesinin, toplumun her üyesinin bütün yeti ve yeteneklerini tam bir özgürlük içerisinde geliştirip kullanabilmesine yetecek miktarda zorunlu yaşam nesnelerinin üretildiği bir toplumsal düzeni yaratabileceğine dikkat çekiliyordu. Bunun için özel mülkiyetin kaldırılıp onun yerine bütün üretim araçlarının ortaklaşa kullanımının ve bütün ürünlerin ortak rıza ile dağıtımının zorunlu olduğunun altı çiziliyordu.[5]
Bu metinde Engels, işçi sınıfının gelişimini de, özel mülkiyetin kaldırılmasının koşullarını da materyalist bir tarih anlayışıyla ele alıyordu. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılması yolundaki devrimin niteliğini, bu doğrultuda atılacak ilk adımları ve alınacak ilk önlemleri sıralarken, “böyle bir devrimin tek ülkeyle sınırlı olması olanaklı mıdır” sorusuna şöyle cevap veriyordu:
“Hayır. Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları, ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirlerine bağlamıştır ki, her halkın başına gelecekler, bir ötekine bağlıdır. Ayrıca, büyük sanayi bütün uygar ülkelerde toplumsal gelişmeyi öylesine eşitlemiştir ki, bütün bu ülkelerde burjuvazi ve proletarya, toplumun iki belirleyici sınıfı, ve bunlar arasındaki savaşım da, günün temel savaşımı olmuştur. Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da, aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır. Bu ülkelerin her birinde devrim; o ülkenin daha gelişkin bir sanayiye, daha çok zenginliğe, ve daha hatırı sayılır bir üretici güçler kitlesine sahip olup olmayışına bağlı olarak, daha çabuk ya da daha yavaş gelişecektir. (…) Bunun dünyanın öteki ülkeleri üzerinde de önemli etkileri olacak ve bunların daha önceki gelişme biçimlerini tamamıyla değiştirecek ve büyük çapta hızlandıracaktır. Bu, dünya çapında bir devrimdir, ve dolayısıyla kapsamı da dünya çapında olacaktır.”
Bu metinde komünistlerin dine ve aileye karşı tutumları, öteki siyasi partilere yaklaşımları gibi hususları da ele alan Engels, komünist topluma da genel hatlarıyla projeksiyon tutmuştu. “Komünizmin İlkeleri”nin taslağını oluşturduğu Komünist Manifesto ise işçi sınıfının ilk siyasal programı olarak 1848 Şubatında yayınlanacaktı.
Marx ve Engels’in ortak eseri olan Komünist Manifesto’nun 1848 Ocak ayı içinde hazırlanan Almanca elyazması Fransa’da patlak veren Şubat devriminden birkaç hafta önce Londra’da basımevine gönderilmişti. 1848 Haziran ayaklanmasından kısa süre önce de Paris’te bir Fransızca çevirisi yayınlanmıştı. İlerleyen yıllarda ise bu tarihi belge neredeyse bütün dillere çevrilerek tüm dünyaya yayılacaktı.
Manifesto “Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi[6] sınıf mücadeleleri tarihidir” cümlesiyle başlıyor ve bunun kapitalist toplumda proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımında somutlandığını serimliyordu. Burjuvazi üretici güçlerde muazzam bir sıçrama yaratmıştı, ne var ki yarattığı koşullarla süreç içinde kendi sonunu da hazırlamaya mahkûmdu: “Burjuva üretim ve mübadele ilişkileri, burjuva mülkiyet ilişkileri, o dev üretim ve mübadele araçlarını peyda etmiş olan modern burjuva toplumu, büyüler yaparak çağırdığı cehennem kuvvetlerine artık söz geçiremeyen büyücünün durumuna düşmüş bulunuyor. On yıllardır sanayinin ve ticaretin tarihi, modern üretici güçlerin modern üretim ilişkilerine karşı, burjuvazinin ve onun hâkimiyetinin yaşam koşulları olan mülkiyet ilişkilerine karşı isyanının tarihinden başka bir şey değildir.”
İşçi sınıfının kurtuluşunun yine kendi eseri olacağını vurgulayan Komünist Manifesto burjuvaziye karşı şu unutulmaz savaş çağrısıyla sona eriyordu: “Varsın hâkim sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır. Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
Lenin’in dediği gibi, bu küçücük kitapçık ciltlerce kitaba bedeldir ve onun ruhu o günden bu yana örgütlü mücadelesinde dünya proletaryasına ilham vermekte ve onu harekete geçirmektedir!
Komünist Manifesto’nun insanlığı sınıflı toplumların sömürü ve baskısından kurtaracak devrimci eyleminde işçi sınıfına yol gösteren bir mücadele programı olduğunun altını çizen Elif Çağlı’nın belirttiği gibi, “Manifesto asla kapitalizmin geçmiş dönemine ait eskimiş bir program değildir. O içinde yaşadığımız emperyalizm çağında da, kapitalizmin ve sınıf mücadelesinin temel dinamiklerini kavramak için işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu bir bilgi pınarıdır. Hatta Manifesto’nun pek çok bakımdan, yazıldığı tarihe oranla bugün devrimci proletarya için daha da büyük bir öneme sahip olduğunu söylemek abartma olmayacaktır”.[7]
1848-49 devrimleri ve Neue Rheinische Zeitung
Marx da Engels de, uzun bir zamandır Almanya ve Fransa’da yoğunlaşan çelişkilerin kaçınılmaz olarak devrime yol açacağını öngörmekte ve proletaryayı her açıdan buna hazırlamak gerektiğini düşünmekteydiler. Nitekim 1845’ten itibaren ağırlık verdikleri teorik çalışmalar gibi, komünistleri doğru fikirler etrafında birleştirme ve işçi sınıfının en ileri unsurlarını örgütleme çabaları da buna hizmet etmekteydi. Ne var ki Avrupa, bu çabalar henüz başlangıç aşamasındayken tutulacaktı bekledikleri devrim fırtınasına. Komünist Birlik yeni kurulmuştu ve çok sınırlı bir etki alanına sahipti. Daha da önemlisi, kapitalizmin ve proletaryanın gelişmişlik düzeyi proleter devrimler için henüz yeterli noktaya ulaşmamıştı. Ama devrimler komutla gelmedikleri gibi komutla ertelenemezler de! O günlerde de olan buydu.
Devrim 1848’in Şubat sonunda Paris’te patlak vermiş ve birkaç gün sonra Almanya’ya sıçramıştı. Önce Köln, ardından Macaristan, Viyana ve Berlin kapılmıştı devrim fırtınasına. İngiltere’de ise Çartist hareket yükselişe geçmişti. Manifesto’nun ilk satırları tüm çıplaklığıyla canlılık kazanmıştı: “Avrupa’da bir heyula dolaşıyor: Komünizm heyulası!” Bu heyula, burjuvaziye her aralıktan başını gösteriyor ve onu alabildiğine korkutup saldırganlaştırıyordu. Devrim alevlerinin sardığı Fransa ve Almanya arasında sıkışıp kalan Belçika burjuvazisi de bu korkudan fazlasıyla muzdaripti. Brüksel’de yaşayan mültecilere saldıran Belçika hükümeti Marx’ı da tutuklayıp birkaç saat içinde sınır dışı etmişti. Fransa’da eski hükümetin tüm kararlarını geçersiz saydığını ilan eden geçici devrim hükümetinin davetiyle Paris’e giden Marx orada yoldaşı Engels’le buluşmuştu.
O sırada Paris’teki Alman mülteciler devrimin yaşandığı Prusya’ya gitmek üzere hazırlıklar yürütüyor, hatta devrimci lejyonlar oluşturuyorlardı. Almanya’ya silahlı birliklerle gidip, devrime sınırdan itibaren çatışarak katılmayı savunanlar Bakunin önderliğinde harekete geçmişlerdi. Marx ve Engels ise Prusya’ya tek tek ya da küçük gruplar halinde giriş yapılmasını savunuyorlardı. Onların uyarılarına aldırmayan bu grupların büyük bir kısmı Prusya sınırında yenilgiye uğrayacaklardı.
Manifesto’da da yazıldığı gibi, Marx ve Engels, Almanya’da komünistlerin, mutlak monarşiye ve feodal toprak mülkiyetine karşı devrimci bir tutum takınması durumunda burjuvazinin desteklenmesi gerektiğini savunuyorlardı. Ama bu görev yerine getirilirken de sonrasında da proletaryada burjuvaziye yönelik hiçbir yanılsamanın yaratılmaması gerektiğinin de altını çiziyorlardı. Gerici sınıflar devrildikten sonra mücadele silahı derhal burjuvaziye dönmeliydi. Yine Manifesto’da, komünistlerin dikkatlerini en başta Almanya’ya yönelttikleri, çünkü Almanya’nın burjuva devriminin arifesinde olduğu ve Alman burjuva devriminin bu ülkede gerçekleşecek olan proleter devrimin dolaysız ön gösterisi olacağı belirtiliyordu.
Marx ve Engels’in Mart sonunda kaleme aldıkları “Komünist Partinin Almanya’daki Talepleri” başlıklı devrimci bildiri de bu devrimci anlayışla hazırlanmıştı. 17 maddeden oluşan bu bildirideki talepler şunlardı:
Tek ve bölünmez bir cumhuriyet ilan edilmesi; 21 yaşına ulaşan her Almanın seçme ve seçilme hakkına sahip olması; işçilerin de parlamento üyesi olabilmesi için halk temsilcilerinin maaş alması; tüm halkın silahlandırılması; hukuk hizmetlerinin ücretsiz olması; kırsal halkın sırtındaki tüm feodal yükümlülüklerin tazminatsız kaldırılması; tüm feodal arazilerin, madenlerin, taşocaklarının vb. devlet mülkü haline getirilmesi; bu arazilerin tüm toplumun çıkarları doğrultusunda en modern bilimsel araç ve yöntemlerle ekilip biçilmesi; tüm özel bankaların yerini tek bir devlet bankasının alması, böylece kredi sisteminin tüm halkın çıkarları doğrultusunda düzenlenmesinin mümkün kılınması ve büyük finans sermayesinin egemenliğinin altının oyulması; tüm ulaşım araçlarının, demiryollarının, kanalların, yolların vb. devlete ait olması; evli ve çocukluların daha yüksek ücret alması istisnasıyla birlikte tüm kamu çalışanlarının aynı ücreti alması; kiliseyle devletin tamamen ayrılması; din adamlarının maaşlarının cemaatlerinin gönüllü katkılarıyla karşılanması; miras hakkının kısıtlanması; kademeli verginin getirilmesi ve tüm tüketim vergilerinin kaldırılması; ulusal işliklerin açılması; devletin bütün işçilerin geçimini garanti etmesi ve çalışamayacak durumda olanların geçimini üstlenmesi; herkese ücretsiz eğitim.
Komünist Birlik Merkez Komitesi adına imzalanan bu bildirinin Komünist Manifesto’yla birlikte Almanya’ya giden tüm Birlik üyelerine verilerek dağıtımının yapılması istenmişti. Marx ve Engels Nisan ortasına doğru Almanya’ya giriş yaptıktan sonra Köln’e geçerek, devrimci güçlere seslenen ve bu süreçte oluşacak komünist yuvarları kendi etrafında toplayan bir yayın organı oluşturmak için çalışmalara başladılar. Komünist Birlik Almanya’da henüz örgütlü değildi. Bununla birlikte devrimi destekleyen çeşitli demokratik güçler mevcuttu. Hatta Marx ve Engels bu yüzden Köln Demokratik Derneğine üye olmuş ve tüm komünistleri de işçi birlikleri kurmanın yanı sıra demokratik örgütlere de üye olmaya çağırmışlardı. İşte günlük bir gazete olarak yayınlanması planlanan Neue Rheinische Zeitung, proletaryanın yanı sıra bu kesimlerin en solunda yer alan unsurları da doğru bir politik hatta çekmeyi hedefliyordu. Mali kaynak bulmak için her olanağı zorlama görevi yine Engels’e düşmüş ve gazete Haziran başında yayınlanmaya başlamıştı. Marx editör olmakla birlikte ilk dönemlerde fazla yazmıyor, daha ziyade örgütlenme sorunlarıyla ilgileniyordu. Başyazıları ve en önemli politik yorumları Engels kaleme alıyordu. Gösterdiği yoğun çaba, çalışkanlık, analizlerindeki derinlik ve devrimin heyecanını canlı bir şekilde yansıtmasıyla Engels, yepyeni bir yayın organı ortaya çıkarmıştı. Alt başlığı “Demokrasi Organı” olsa da Neue Rheinische Zeitung Almanya’da komünist partinin merkezi yayın organı durumundaydı. Devrimci proletarya, daha sonra Lenin’in de dediği gibi, böylelikle eşi görülmemiş bir yayın organına kavuşmuştu.
Engels’in daha sonraları ifade ettiği gibi, Manifesto’da “bütün modern tarihin geniş bir taslağını yapmak için” kullanılan teori, Neue Rheinische Zeitung’da “o günün siyasal olaylarını yorumlamak için” kullanılmıştı. Bu yayın organının hayatı yaklaşık bir yıl sürecek ve bu süre zarfında Engels büyük bir devrimci şevkle 100’den fazla makale kaleme alacaktı. Şöyle diyordu yıllar sonra: “O zamanlar devrimci bir dönemdi. Böyle bir sırada günlük basında çalışmak büyük bir zevktir. Her kelimenin etkisi bizzat kendi gözleriyle görülür: Makalelerin bomba gibi nasıl patladıkları, atılan güllenin nasıl gümbürdediği görülür.”[8]
Bu makalelerde sadece monarşi hedefe konmuyor, işçi sınıfı “kolay zafer” hayallerine karşı uyarılıyordu. Ve en önemlisi de, burjuva devriminin görevlerinin bir tekini bile yerine getirmeyip, işçi sınıfından duyduğu korkuyla gericilikle işbirliği yapan büyük burjuvazinin karşı-devrimci rolü teşhir ediliyordu.
Tüm egemenlerin, hâkimiyetlerini sürdürmek için “halkları birbirine karşı kışkırttıklarını ve boyunduruk altına almak için birine karşı diğerini kullandıklarını” belirten Engels, Almanya’nın bu açıdan özellikle öne çıktığını vurguluyordu. Sadece imparatorluk sınırları içindeki halkları boyunduruğu altına almakla yetinmeyen Prusya monarşisinin tüm Avrupa’da gerici egemenlerin en büyük suç ortağı ve müttefiki olduğunu söylüyordu. “Almanya’nın Dış Politikası” başlıklı yazısında (2 Temmuz 1848) Marksizmin “başka ulusları ezen uluslar özgür olamazlar” yaklaşımı da Engels tarafından şöyle dile getiriliyordu:
“Diğer ülkelerde Almanya’nın yardımıyla yapılan alçaklıkların suçu sadece hükümetlere değil, büyük ölçüde Alman halkına da düşüyor. Almanların vehimleri, köle ruhları, «ilahi hakla» efendilerin paralı askerleri, «iyi huylu» gardiyanları ve aletleri olarak hareket etme yetenekleri olmasaydı, Alman adı yurtdışında bu kadar nefret edilen, lanetlenen ve aşağılanan bir şey olmazdı ve Almanya tarafından ezilen uluslar çoktan özgürce gelişebilirdi. Madem şimdi Almanlar kendi boyunduruklarını fırlatıp atıyorlar, o halde tüm dış politikalarını da değiştirmeliler. Aksi takdirde, diğer uluslara vurduğumuz prangalar, daha yeni, zar zor öngörülen kendi özgürlüğümüzü de zincirleyecektir. Almanya, komşu ulusları özgür bıraktığı ölçüde kendini özgürleştirecektir.”[9]
Engels, Toplu Eserler’in üç cildini kaplayan Neue Rheinische Zeitung yazılarında devrim sürecindeki gelişmeleri ele alırken, Prusya İmparatorluğunun boyunduruğu altındaki çeşitli ulusların bu esnada aldıkları tutumu da irdeliyordu. Bunlardan bazıları Macaristan ve Polonya örneğinde olduğu gibi devrimci bir savaş verirken, güney Slavlarının karşı-devrimin yanında saf tutmasının tarihsel köklerine inen Engels, Marksizmin ulusal soruna yaklaşımının da sabit kalıplara değil somut durumun somut tahliline dayandığının canlı örneklerini sergiliyordu.[10]
Neue Rheinische Zeitung sadece Almanya’daki değil başta Fransa olmak üzere devrim ateşiyle tutuşan tüm Avrupa’daki gelişmeleri yorumluyordu. Engels’in dediği gibi, Fransa’da proletaryanın burjuvaziyle karşı karşıya geldiği 1848 Haziran ayaklanması sırasında Neue Rheinische Zeitung “tüm ülkelerin burjuva ve küçük-burjuvalarının zafere ulaşanları kara çalma kampanyasıyla bunalttıkları bir anda, hor görülen proletaryanın bayrağını yükseklerde tutan tek gazete” idi. Saf bir işçi isyanı olarak nitelendirdiği bu ayaklanmayı değerlendirdiği 27 Haziran tarihli yazısında, tarihte buna benzer sadece iki örneğin olduğunu belirterek şöyle diyordu: “Roma’daki köleler savaşı ve 1834 Lyon ayaklanması. Lyonluların «çalışarak yaşamak ya da dövüşerek ölmek» sloganı[11] on dört yıl sonra birdenbire yeniden ortaya çıktı ve bayraklara yazıldı.”
Burjuvazinin işçileri “yenilmesi gereken düşmanlar” olarak değil, “ezilmesi gereken toplum düşmanları” olarak ilan ettiğini dile getirerek nasıl bir vahşet gerçekleştirdiğini teşhir ettiği 28 Haziran tarihli yazısını ise şöyle bitiriyordu:
“80 bini aşkın asker ve 100 bin ulusal muhafıza, kurşun yağmuruna, top mermilerine, yangın roketlerine ve Cezayir’de kullandıkları yöntemlere başvurmaktan çekinmeyen generallerin parlak savaş deneyimlerine karşı tam üç gün dayanan 30 ilâ 40 bin kadar işçi! Ezildiler ve büyük bir bölümü katledildi. Temmuz ve Şubat’ın ölülerine ihsan edilen onur, onların ölülerine verilmeyecek. Fakat tarih onlara, proletaryanın ilk belirleyici savaşının şehitlerine tamamen farklı bir yer ayıracak.”[12]
Paris’teki Haziran ayaklanmasının acımasızca bastırılması, sadece Fransa’da değil bir bütün olarak Avrupa’da karşı-devrimin galibiyetinin işaret fişeği olacaktı. Üzerindeki baskılar giderek artan ve başyazarı Engels hakkında çıkarılan tutuklama kararı yüzünden yayınlanması olanaksız hale gelen Neue Rheinische Zeitung 19 Mayıs 1849’da kırmızı harflerle yayınlanan son sayısıyla işçi sınıfına veda edecekti. Bu arada Almanya’nın çeşitli bölgelerinde devrimci savaş şiddetlenecek ve Engels bu savaşlara bizzat katılacaktı. Çatışmalarda çok sayıda komünist işçinin yanı sıra Joseph Moll de hayatını kaybedecekti ne yazık ki. Son olarak Baden bölgesindeki devrimci birliklerin Temmuz ortalarında yenilgiye uğraması üzerine Engels bu birliklerle İsviçre sınırını geçerek Almanya’yı terk edecekti.
O günlerde Marx’ın Paris’te tutuklandığı haberini alan Engels, Jenny Marx’a yazdığı mektupta (25 Temmuz 1849), Marx’tan ayrı kaldığı haftalarda komünist Willich’in komuta ettiği gönüllüler müfrezesinde onun yaverliğini yaptığını, Baden ve Pfalz eyaletlerinde dört muharebeye katıldığını söyleyip şöyle devam etmekteydi: “… şu demokrat geçinen lümpenlerin tümü Baden ve Pfalz eyaletlerinde bulunup sonradan hayali kahramanlıklarıyla böbürlendikleri için Neue Rheinische Zeitung’dan birinin orada bulunması da iyiydi. Yoksa gene Neue Rheinische Zeitunglu beylerin savaşmaya cesaret edemedikleri söylenebilirdi. Ancak, tüm bu demokrat baylardan, ben ve Kinkel dışında savaşan yoktu.”
Almanya’da karşı-devrim galip gelmişti. Ama Marx ve Engels’in sosyalizm uğruna verdikleri mücadele daha yeni başlıyordu. Marx Paris’te kaldığı birkaç haftada maruz kaldığı baskıların ardından Ağustos sonunda Londra’ya geçmişti. Engels ise İsviçre’de bir süre daha kaldıktan sonra Kasım ayında Londra’ya varacak ve Marx’la birlikte derhal Komünist Birliğin örgütlenme çalışmalarını hızlandırmak için harekete geçeceklerdi. Öte yandan, teorik faaliyetlerine de yansıyacağı üzere 1848-49 devrimlerinin derinlemesine değerlendirilmesine yoğunlaşacaklardı.
(devam edecek)
[1] Friedrich Engels Biyografi, Sorun Yay., s.67
[2] Friedrich Engels Biyografi, s.74
[3] Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi, marksist.com
[4] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., s.43
[5] Bkz. “Komünizmin İlkeleri”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay.
[6] Engels 1888 tarihli İngilizce baskıda buraya “daha doğru bir ifadeyle yazılı olarak aktarılan tarih” notunu düşmüştür.
[7] Komünist Manifesto için kapsamlı bir değerlendirme amacıyla, okurlarımıza, bu yoğun metnin tarihsel ve güncel önemini ayrıntılı bir şekilde ele alan Elif Çağlı’nın Manifesto’nun Sönmeyen Ateşi başlıklı yazısını okumalarını öneriyoruz.
[8] Akt. E.A.Stephanova, General Engels, Ceylan Yay., 1997, s.48
[9] Marx-Engels, Collected Works, c.7, s.166
[10] Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Özgür Doğan, Ulusal Soruna Marx ve Engels’in Tarihsel Yaklaşımı, marksist.com.
[11] Çok sayıda işletmenin kapanması sonucu kitlesel işsizlikle karşı karşıya kalan, çalışanlarınsa çok düşük ücretlere ve uzun çalışma saatlerine maruz bırakıldıkları Lyonlu ipek işçileri, bu koşullara isyan edip sokağa döküldüklerinde, kara bir pankartın üzerine bu sloganı yazmışlardı. İşçiler insanca çalışma koşulları ve onurlu bir ücret olmadıkça savaşarak ölmeyi tercih edeceklerini söylüyorlardı böylece.
[12] Marx-Engels, Collected Works, c.7, s.143
link: İlkay Meriç, Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /3, 20 Aralık 2020, https://marksist.net/node/7133