2008 krizinden bu yana emperyalist metropollerdeki sağıyla soluyla burjuva iktisatçıların ve siyasetçilerin üzerinde sımsıkı hemfikir oldukları bir konu mevcut: Para basıp “dağıtmak”. O tarihten bu yana emperyalist hükümetler trilyonlarca dolar, avro, sterlin ve yen basıp dağıttılar. Yalnızca ABD Merkez Bankasının bilançosundaki değişim bile bir fikir veriyor: 2007 sonunda 800 milyar dolar olan bu bilanço, 2019 sonunda 4 trilyon dolara, 2020 baharında ise 7 trilyon dolara çıktı. 2020 Martından bu yana türlü isimler altında dağıtılan paranınsa tüm dünyada toplam 20 trilyon doları geçtiği söyleniyor. Bu “helikopterden para dağıtma” çılgınlığı artarak ve sonu gelmezmiş gibi görünerek devam ediyor. Nereye kadar? Kimse bu soruyu düşünmek istemiyor. Burjuva iktisatçılar ve siyasetçiler başka bir soru temelinde kamplaşıyorlar: Para basmak tamam da bu para kimlere nasıl dağıtılacak, yani nasıl kullanılacak? Sağcı kamp, paranın doğrudan ya da dolaylı olarak başta bankalar olmak üzere finans kuruluşlarına, zor durumdaki şirketlerin kasalarına ve borsalara akıtılmasından yana. Solcu kamp ise, doğrudan ya da dolaylı olarak emekçilerin de cebine para konmasını, paranın çoğunun ise yeni kamu yatırımları ve kamu harcamaları için kullanılması gerektiğini savunuyor. Sağcı kamp neoliberalizme tutunmaya çalışırken, solcu kamp sol-Keynesçiliği yeniden parlatmaya çabalıyor.
Bu ikincisinin giderek prim topladığını, hatta solla hiçbir şekilde ilişkisi olmayan burjuva kurumların bile devlet müdahalesini ve kamu harcamalarının arttırılmasını savunmaya başladığını görüyoruz. Zira en ileri kapitalist ülkeler de dahil dünyanın her köşesinde geniş emekçi kitlelerin mevcut toplumsal sisteme karşı kısmen içgüdüsel kısmen de bilinçli tepkileri giderek artmakta, 40 yıllık bir süreçte “başka alternatif yok” denilerek kitlelere empoze edilen neoliberalizm tel tel dökülmektedir. Adeta yeni bir din katına yükseltilen “serbest piyasa” ideolojisi inandırıcılığını giderek artan ölçüde yitiriyor. Emekçi kitleler neoliberal politikaları savunanlara artan bir kin beslemeye başlıyorlar. Bunlar müesses nizamın ve borsaların temsilcisi olarak görülmeye başlanıyor ki, bu algıda hiçbir yanlışlık bulunmuyor. Kapitalist düzenin bir avuç para babasının çıkarları üzerine kurulduğu gerçeğini kitleler artan oranda fark ediyor ve fark ettikçe de bir değişim arayışı içine giriyorlar. Kendileri de has burjuva olmalarına rağmen burjuva elitlere özgü davranışlara karşıt bir profil çizen, kendilerini sıradan insanların temsilcisi ve hatta onlardan biri, “sessizlerin sesi”, “kimsesizlerin kimsesi” olarak pazarlayan aşırı-sağ liderler işte bu değişim arzusunu suiistimal ederek kitlelerden siyasal destek devşiriyorlar. Savundukları çizgi küreselci çizginin tersine, ulus-devlete daha fazla vurgu yapan, milliyetçiliği körükleyen ve daha militarist bir çizgi. Bu haliyle otoriter bir neoliberalizmi temsil ediyorlar ki, aslında yalnızca bu olgu bile neoliberal ideologların iddia ettikleri üzere “serbest piyasa” ile “demokrasi”nin birbirlerinin zorunlu koşulu olduğu görüşünün ne denli büyük bir palavra olduğunu ortaya koyuyor. Gerçekler tam tersine işaret ediyor; neoliberal programı en keskin şekilde hayata geçiren birçok ülkede burjuva demokrasisi (eğer zaten olağanüstü rejimler tarafından hepten yok edilmediyse) daha da güdükleşmiş, plütokratlaşmış, hepten bir sandık komedisine dönüşmüştür. Hele ki milenyum dönemecinden itibaren tüm dünyada otoriterleşme eğilimi giderek güçlenmektedir.
Bir de sanki kapitalizme karşı bir pozisyonu savunuyorlarmış gibi, kapitalizmin mevcut halini hedefe koyarak “toplumsal bir dönüşümü” savunan sol sıfatlı ideologlar ve siyasetçiler mevcut. İster sosyal-demokrat ister yeşil ister alternatif dünyacı bir çizgide olsunlar, bu çizgidekilerin hepsinin ortak yanı aslında kapitalizmin bir türü yerine bir başka türünü savunmalarıdır. Hepsi de neoliberalizme karşıdırlar. Ve aslında kaba bir sınıflamayla hepsini de sol-Keynesçi olarak adlandırmak mümkündür.
IMF’nin açılımları: Aşınan neoliberalizm, parlatılan Keynesçilik
Yalnızca geniş emekçi kitleler arasında değil, sağıyla soluyla burjuva iktisatçılar arasında da neoliberalizmin giderek artan oranda gözden düştüğünü görüyoruz. Bir başka deyişle özellikle ileri ülkelerin burjuva ideologları arasında neoliberalizm “out”, türlü versiyonlarıyla Keynesçilik “in” durumundadır (Keynesçilik dediğimizde, Keynes’in görüşlerinden ibaret olmayan, onun “devlet müdahalesi” fikrini temel alan fakat önemli farklılıklar da içerebilen çeşitli burjuva iktisat ekollerinden söz etmiş oluruz). Bu durum, Davos zirvelerinde ortaya konan, IMF ve Dünya Bankasının toplantılarında dillendirilen görüşlerle ve yayınlanan raporlarla sabittir.
2016’dan beri IMF, “tuhaf” laflar ediyor; sermaye kontrollerinin bir araç olarak kullanılabileceğini, sermayenin hareket serbestisinin ve artan gelir eşitsizliğinin büyümeyi olumsuz etkilediğini raporluyor. 2017 yılında, artan oranlı vergi sistemini, evrensel temel gelir ilkesini, eğitim ve sağlık harcamalarının arttırılmasını önermişti ileri ülkelere. O günden bu yana gerek IMF’nin yeni başkanının gerekse de diğer sözcülerinin konuşmalarına ve yayınladıkları raporlara, “zengin ülkelerin kamu yatırımlarını çok fazla arttırmaları gerektiği” vurguları yansıyor. Bir başka vurgu da hedeflenen toparlanmanın “yeşil bir toparlanma” olması gerektiği şeklindedir. 2008 krizinin ardından gündeme gelmeyen ama 2020 kriziyle birlikte sıklıkla dillendirilen bir başka husus da mali politikaların öne çıkarılmasıdır. Başta IMF başkanı olmak üzere bir dizi önde gelen yetkiliden, para politikalarının (esasen faiz düzenlemeleri) yeterli olmadığı, mali politikaların (vergi düzenlemeleri) devreye sokulması gerektiği açıklamalarını işitiyoruz.
Geçmişteki “mali disiplin”, “bütçe dengesi” vurgularının yerinde yeller esiyor; tersine, faizler bu kadar düşükken kamunun borçlanmasının ve bütçe açıklarının çok önemli olmadığı, “yüksek borç düzeylerinin acil bir tehlike oluşturmadığı” söyleniyor ve hükümetlere “korkmayın borçlanın, harcayın” mesajı veriliyor. Dahası IMF ve DB, ileri ülkelere, yalnızca salgın dönemi için değil, sonrasında da kamu harcama ve yatırımlarının “ekonomik toparlanmada önemli rol oynayacağı”nı söylüyor. IMF’nin Ekim ayında yayınlanan son Mali Görünüm Raporunda, “kamu yatırımlarının millî gelirin %1’i kadar artması, GSYH’yi %2,7, özel yatırımları %10 yukarı çekecek; 20 ilâ 33 milyon arasında istihdam artışı sağlayacaktır” denilerek, devletin yatırım yapması teşvik ediliyor. Bu yaklaşımlar hem geçmişteki IMF yaklaşımlarının tam tersidir, hem de geçmişteki neoliberal paradigmanın reddedilmesi anlamına gelmektedir. Zira geçmişte IMF, kamu yatırımlarını, verimsiz olduğu, israf anlamına geleceği ve özel sektör yatırımlarını azaltacağı iddiasıyla kesinlikle reddediyordu.
Tüm bunlar neoliberal çizginin yerine Keynesçi uygulamaların öne çıkarılması anlamına geliyor. Dahası da var, bu Keynesçi çizgi, önerilen vergi politikalarıyla, düzen soluna doğru çekiştiriliyor: Artan oranlı vergilerden, şirketlerin vergilendirilmeye hakkaniyetli katılımından, üst gelir dilimlerinin vergi oranlarının arttırılmasından ve hatta servet vergisinden bahsediliyor. Bu haliyle bu program, son yıllarda sol adına konuşan türlü ıslahatçıların programıyla neredeyse özdeştir.
Raporlara ve konuşmalara yansıyan bu öneriler, neoliberal kemer sıkma programlarıyla tezat oluşturduğuna göre, bu tezatlığı nasıl açıklamalıyız? IMF ve DB, neoliberalizmden tümden ve resmen kopup, bir kez daha Keynesçiliği mi resmi politika olarak benimsemiştir? Henüz bu noktaya gelinmemiştir. Moda olan söylemin değişmesi, neoliberalizmin artık mezara gömüldüğü ya da definden önceki son işlemlerin yapıldığı anlamına henüz gelmemektedir. Ama kapitalizmin tarihsel krizi bastırdıkça bu yöndeki eğilim güçlenmektedir, yani gidişat o yöndedir. Ancak bu yöndeki açıklamalarla pratikteki uygulamalar, yani söylemle eylem arasında ciddi bir farklılık olduğunu da vurgulamalıyız. Haklı olarak birçok eleştirmen, IMF’nin söylediği ile yaptığı arasındaki farklılıklara ve çelişkilere işaret ediyor. Toplumsal eşitsizliklere vurgu yapan, eğitim ve sağlık alanına büyük kamu yatırımları yapılması gerektiğini söyleyen, yeşil bir ekonomiden bahseden IMF’nin bu söyleminin en azından bir boyutunun, bir halkla ilişkiler operasyonu olduğunu vurgulamalıyız. IMF aşınan itibarını restore etmeyi, kendisini şirin göstermeyi hedeflemektedir. Bu ikiyüzlülük, “gelişmekte olan ülkelere tavsiye edilen” programların halen neoliberal dayatmalar ekseninde şekillendirilmesiyle zirve yapıyor. Yani aslında IMF emperyalistlere Keynesyen akıl verirken, geri ülkelere neoliberal dayatmaları sürdürüyor. Kapitalist hiyerarşinin daha alt basamaklarındaki ülkeler dışarıdan ciddi mali destek almadan bu Keynesyen önerileri hayata geçirebilecek olanaklara zaten sahip değiller. Aynı ayrımın, bu ülkelerdeki burjuva iktisatçılar arasında da geçerli olduğunu söylemek mümkün; ileri ülkelerde neoliberalizm daha fazla sorgulanıp devlet imdada çağrılırken, daha geri ülkelerde serbest piyasa tapınmacılığı halen daha büyük ölçüde revaçtadır. Yani geri ülkelerin iktisatçı ve politikacıları, ileri ülkeleri bu açıdan da geriden takip ediyorlar. Bunda uluslararası finans kapitalden borç dilenmek için onlara her seferinde artan garantiler verme zorunluluğunun da azımsanmayacak bir rolü bulunuyor.
Topluma dayatılan neoliberalizm mi, neo-Keynesçilik mi ikileminde ibrenin giderek ikincisinden yana kaymasında Çin’deki devlet kapitalizminin de bir etkisi vardır. Çin’de, devletin üstlendiği ağırlıklı rol sayesinde Batı’dakilere kıyasla daha istikrarlı ve yüksek bir büyümenin sağlanması, onun oluşturduğu modelin burjuva akademisinde giderek itibar kazanmasına yol açıyor. Bu ekonomik gelişmenin totaliter bir diktatörlük rejimi altında gerçekleşmesi, burjuva rejimlerin tüm dünyada zaten giderek otoriterleştiği bir konjonktürde pek de rahatsızlık yaratmıyor bu burjuva akademisyenler ve özellikle de siyasetçiler camiasında. Tersine, koronavirüs salgınını devlet terörüne varan sert önlemlerle kontrol altına alması, daha doğrusu kontrol altına aldığını iddia etmesi, bu modele düzülen methiyeleri arttırıyor ve otoriter rejimlerin meşrulaştırılması için kullanılıyor.
Teşhis de tedavi de yanlış
2019 yılının sonbaharında, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının tepe isimleri “fırtına bulutlarının biriktiği” uyarısında bulunuyor, “yeni bir krizin kapıda olduğu” vurgusunu yapıyorlardı. Davos zirvelerinde geniş kapsamlı bir dönüşümden dem vuruluyor, yeni bir düzenlemenin şart olduğu sesleri yükseliyordu. Bugün bu sesler daha da yükseliyor ve krizden çıkış için, kırk yıl önce ekonomik alandan kovulan (daha doğrusu kovulduğu iddia edilen) devlet, tüm kaynaklarıyla tekrar ekonomik faaliyete davet ediliyor. Kurtuluş devletin kamu harcamaları yoluyla hem ekonomik faaliyeti canlandırması hem de yeni istihdam alanları açması olarak sunuluyor; yeni istihdam alanları sayesinde işsizlik düşecek, özel sektör yatırımları da çarpan etkisiyle canlanacak ve böylelikle ekonomi hareketlenecektir. Aslında tüm bunlar Keynesçi yaklaşımların ana argümanları ve reçetesidir. Ne var ki burada, birincisi teşhisin ne kadar doğru olduğu, ikincisi de önerilen tedavinin uygulanabilirliği ve yan etkileriyle nasıl baş edileceği gibi iki temel sorun mevcuttur.
Teşhise dair söylenebilecek olan şey, bu tür yaklaşım sergileyenlerin, kapitalist krizlerin nedenlerini genelde efektif talep yetersizliğine indirgedikleridir. Bunların yaptığı gibi, kapitalizmin içsel eğilim ve yasalarının (üretim anarşisi, plansızlık ve ekonominin çeşitli kesimleri arasındaki orantısızlıklar, ortalama kâr oranlarının düşme eğilimi) kapitalist gelişimin önüne birer engel olarak dikildiği gerçeğini tümüyle bir tarafa bırakıp, üretim alanındaki temel sorunu da (emeğin sömürülmesi) yok sayıp tüm sorunu dolaşım alanındaki kaçınılmaz tıkanıklıklara indirgemek doğru bir yaklaşım değildir. Bu tür yaklaşımlar, genellikle ıslahatçı bir program önerisini gerekçelendirmek için kullanılırlar. En iyi ihtimalle, düzeni kurtarmak için işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının bir nebze iyileştirilmesi programıdır bu. Ama bu programın hayata geçirilebilmesi için, sistemin bu kırıntıları verebilecek durumda olması gerekir. Sorunun bam tellerinden biri budur; tarihsel bir sistem krizi içindeki kapitalizm, kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarında ciddi ve köklü bir iyileştirme yapabilecek durumda değildir. Reform diye yutturulan uygulamaların bir kırıntıdan öteye geçmesi mümkün değildir.
Böylelikle geliyoruz ikinci soruna, yani tedaviyle ilgili soruna. İstihdamı arttırmak ve ekonomiyi canlandırmak üzere yapılacak kamu harcamaları nasıl finanse edilecek, bunun doğuracağı bütçe açıklarıyla ve enflasyondaki artış eğilimiyle nasıl baş edilecektir? Bu sorular cevaplanmalıdır çünkü Keynesyen uygulamalar geçmişte hayata geçirilmiş ve doğurduğu ya da azdırdığı bu sorunlar nedeniyle sonunda iflas ettiği ilan edilmişti. Kısaca hatırlayalım.[*]
Keynesçi reçetenin ilk uygulama alanı 1930’lardaki ABD’dir. 1929 krizine egemenlerin ilk tepkileri ekonomide “daha fazla liberalizm” şeklindeydi, fakat bu politikalar krizi daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Ardından da Keynes’in önerisiyle örtüşen “New Deal” (Yeni Anlaşma) programı gelmişti. Ne var ki, kriz o denli derin ve sarsıcıydı ki, “New Deal” da kapitalistlerin yarasına tam merhem olamamıştı. İddia edildiğinin aksine, kapitalizmin büyük krizden çıkabilmesi, Keynesyen politikalar sayesinde değil, esasen II. Dünya Savaşı ve yarattığı sonuçlar sayesinde mümkün oldu. Savaş öncesinde kamu yatırımlarının önemli bir kısmını oluşturan silahlanma harcamaları inanılmaz boyutlara ulaşmış ve kaçınılmaz hale gelen II. Dünya Savaşı muazzam bir yıkımla sonuçlanarak krizden çıkış için gerekli koşulları oluşturmuştu. İşsizliğe sürükleyerek fazlalık haline getirdiklerinin bir kısmı da dahil on milyonlarca insan katledilip ortadan kaldırılmış, aşırı birikmiş olan sermayenin bir kısmı imha edilip devre dışı bırakılmıştı. Kapitalist ekonominin uzun ve çok güçlü bir canlanma dönemine girebilmesi ancak böylelikle mümkün hale gelebilmişti.
Savaştan sonra ABD’nin kapitalist dünyanın tartışılmaz hegemonu haline gelmesi, bu sayede yapılabilen para sistemindeki değişiklik (Bretton Woods anlaşması) ve Marshall Planıyla Avrupa’ya akan dolarlar, bu canlanmanın finansmanında önemli rol oynamıştı. Buna savaş sonrası dönemde tüketici kredisi sisteminin yaygınlaştırılmasını da eklemeliyiz. Çok önemli bir diğer faktör de teknolojik yenilikler, buna dayanan yeni ve büyük yatırımlar ve ABD sınai kapitalizminin üretim yöntemlerinin (Fordizm gibi) yaygınlaşması sayesinde emek verimliliğinde ciddi bir artışın sağlanması ve böylelikle kâr oranlarındaki önemli artış idi. Örgütlü bir işçi hareketinin ve SSCB’nin varlığının bindirdiği basıncı da bu faktörlere sosyal ve siyasal faktörler olarak ekleyelim. İşte ancak bu koşullarda Batı dünyasında Keynesyen uygulamalar geniş bir uygulama alanı bulmuş, buna ek olarak “sosyal devlet” uygulamaları hayata geçirilebilmişti. Özellikle bu sonuncusu, savaş sonrası patlamalı ekonomik büyümenin (boom) nedeni değil, onun bir ürünü idi. İşte bugün devlet müdahalesiyle ve “sosyal devlet”in restorasyonuyla krizden çıkılabileceğini savunanlar, hem krizin gerçek nedenlerinin üstünü örtmekte hem de ondan nasıl çıkılabildiğine dair tarihsel gerçekleri çarpıtmaktadırlar. Hem nedenlerle sonuçları birbirine karıştırmakta hem de bu politikalara imkân sağlayan nesnel ve siyasal koşulları gözden kaçırmaktadırlar. Bugünün dünyasında yukarıda başlıklar halinde özetlediğimiz koşulların hiçbiri mevcut değildir.
70’li yıllarla birlikte, kaçınılmaz olarak, kapitalizmin içsel çelişkilerinden türeyen yeni bir kriz yaşanmaya başladı. Keynesyen politikalar, önceki dönemin koşullarının ortadan kalkması, Bretton Woods’ta çekidüzene sokulan uluslararası para sisteminin iflas etmesi, artan kamu borçları ve bütçe açıkları, tırmanan enflasyon ve en önemlisi kâr oranlarının bir kez daha ciddi bir gerileme içine girmesiyle işlevsiz hale geldi. Burjuvazi bu kez de sistemi kurtarmak için faturayı, doğurduğu yüksek enflasyon ve bütçe açıkları probleminden ötürü Keynesyen uygulamalara kesti ve neoliberalizmin önünü açtı. Keynesçilikten farklı olarak neoliberalizm, sistemin kendiliğinden kriz üretme potansiyelini teorik olarak reddeder, krizler ekonomi dışı nedenlerle izah edilir. Neoliberalizm krizden çıkış için esasen kâr oranlarını tekrar yükseltecek bir emeğe saldırı programı öneriyordu. Kârlılığı tekrar yükseltebilmek için emek verimliliğini (yani sömürüyü) arttırmak, bunun için de emeğin örgütlülüğüne darbe indirmek gerekiyordu. Sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, özelleştirmeler ve esnek çalıştırma aracılığıyla bu darbe vurulacak ve işçilerin çalışma ve yaşam koşulları her yerde kötüleşecekti. 1968 devrimci dalgasının geriye çekilmesiyle zayıflayan toplumsal mücadeleler nedeniyle bu saldırı dalgasını hayata geçirmek geçmişe kıyasla daha mümkün hale geldiyse de bunlar hiç de kolayca varılabilecek hedefler değildi. Bu yüzden de faşist askeri rejimler gerektiği her yerde imdada çağrıldılar.
İlk kez Şili’deki askeri faşist diktatörlükle denenmeye başlayan neoliberal politikalar, 12 Eylül rejimi eliyle Türkiye’de de uygulanmaya başlandı. 80’lerin başından itibaren ise ABD ve İngiltere’den başlayarak tüm ileri kapitalist ülkelerde hayata geçirildi. SSCB’nin yıkılışı, devletin ekonomik rolünün tümüyle reddedilmesi gerektiğinin pratik kanıtı olarak sunuldu. Az ve orta gelişmişlik düzeyindeki kapitalist ülkelerin burjuvazilerinin (en başta da onların ideologlarının) bu yeni paradigmayı hızla benimsemesi ve “yeni dünya”yla hızla entegrasyon hedefini öne çıkarması, neoliberal uygulamaların önünü daha da açtı. Gönüllü olmayıp ayak direyenler olursa onlar da borç için başvurdukları IMF kapılarında “istikrar programı” adı altındaki neoliberal dayatmalarla hizaya sokulacaktı. Böylelikle neoliberalizm dünyanın her tarafında yaygın politika halini aldı. Neoliberal paradigma tüm dünyada adeta bir din katına yükseltilerek sorgulanamaz ilan edildi, “başka bir alternatif yok” idi. Neoliberal saldırı programları, SSCB’nin çöküşüyle açılan yeni pazarlar ve bilgisayar-internet teknolojisinin ulaşım, iletişim ve üretim alanında sağladığı atılımla birleşerek kapitalizme 90’lı yıllarda bir parça rahat nefes aldırdı. Ama tam da aynı olgular temelinde kapitalizme içkin olan küreselleşme eğilimi iyice olgunlaşarak onun temel betimleyicisi haline geldi. Küreselleşen kapitalizmin artık nihai zaferi ilan edilirken bir de bakıldı ki, aslında kapitalizm son barutunu da kullanmış, toplumu ilerletici potansiyellerini neredeyse tüketmiş ve gideceği bir yol kalmamıştı. 90’lı yıllar ölüm döşeğindeki bir kişinin son canlılık belirtisi gibiydi, ardından milenyum dönemeciyle birlikte sistem komaya girdi.
Milenyum dönemecinden itibaren, en başta toplumsal eşitsizliği ve yoksulluğu derinleştirmenin, emeği ve doğayı dizginsizce sömürmenin doğurduğu devasa sorunlarla birlikte artık neoliberalizm de burjuvazi için hem artan oranda işlevsiz hem de tehlikeli hale gelmiştir. Tüm ileri kapitalist ülkelerde emek sömürü oranları o denli artmıştır ki, onu anlamlı bir biçimde daha da arttırmak alabildiğine zorlaşmıştır. Dahası derinleştirdiği yoksulluk sistemin bütünü açısından ciddi bir tehdit haline gelmiştir. Aklı başında tüm burjuvaların, “toplumsal patlama” riskinden ve hatta açık açık devrim tehdidinden bahsetmeleri boşuna değildir. Kapitalizmin tarihsel krizi içerisinde yaşanan krizler zincirinde 2008 krizi önemli bir dönemeç olmuştur. Bu krize de ilkin “daha fazla liberalizm” refleksiyle yaklaşılmış, ardından o güne dek görülmedik miktarlarda para basılarak başta finansal kurumlar olmak üzere dev tekellere trilyonlarca dolar aktarılmıştı. Devletin zordaki dev şirketleri kamulaştırması ya da hisselerini alarak ortak olması uygulamaya sokulmuştu. Özellikle bu sonuncular liberaller tarafından “ne oluyor, sosyalizme mi geçiyoruz” şeklinde eleştirilse de aslında olan şey, kapitalistlerin zararlarının devlet eliyle toplumun sırtına yıkılmasından başka bir şey değildi. 2020’de artık inkâr edilemez biçimde açığa çıkan ve koronavirüs salgınıyla gerekçelendirilen son kriz dalgasına da aynı önlemleri misliyle arttırarak yanıt üretmeye çalıştılar. Bu kez onlarca trilyon dolar basılıp dağıtıldı; dev şirketlerin bir kısmına (özellikle havacılık sektöründe) devlet ortak oldu ve sıfır ya da negatif faiz uygulamasına geçildi. Ancak ilerleyen süreçte bu önlemlerin yeni bir büyük toparlanma için yeterli olmadığı, bilakis hem iktisadi hem de toplumsal sorunlar doğurduğu görüldü.
Tarihin gösterdikleri bunlar. O zaman tekrar soralım, hayata geçirebilseler bile (ki yukarıda temel sıkıntılara işaret ettik) Keynesyen uygulamaların doğuracağı sorunlar nasıl bertaraf edilecektir? Milenyum dönemecinde, bu soruyu yanıtlamak yerine, böyle bir sorunun varlığını dahi reddeden yeni bir yaklaşım ortaya atıldı: Modern Para Teorisi (MPT). Buna göre, bu uygulamaların finansmanı ne enflasyon sorunu doğuracaktır ne de bütçe açığı sorununu kafaya takmaya gerek vardır. ABD’de Demokrat Partinin sol kanadının (Sanders, Alexandria Ocasio-Cortez ve “Demokratik Sosyalistler”), İngiltere’de İşçi Partisinin Corbynci sol kanadının, Almanya’da Sol Partinin ve solcu Yeşillerin, İzlanda’da Yeşil solcu kadın başbakanın, Yeni Zelanda’da sosyal-demokrat kadın başbakanın, bilimum solcu akademisyenin dört elle sarılıp bel bağladığı bu çizginin temel iddialarını ele almakta fayda var. Kendisini bu düzen solunun daha solunda görüp gösteren iktisatçıların bir bölümünü de kapsayan geniş bir yelpazenin özünde Keynesçiliğin sol bir versiyonunu savunduğunu ve MPT’nin de aslında bu kategoriye girdiğini düşündüğümüzde bu daha da önem kazanıyor. Bu teoriyi savunanların görüş ve önerilerini ele almadan önce dayandığı teorik görüşü (“fermancılık” ya da “Devlet Parası Teorisi”) gözden geçirmekte fayda var.
(devam edecek)
[*] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum adlı broşüründe ve ayrıca Çürüyen Kapitalizm adlı broşürde bu dönemleri ayrıntılı bir şekilde ele alır.
link: Oktay Baran, Para Basmak Kapitalizmi Kurtarır mı?, 17 Aralık 2020, https://marksist.net/node/7132