George Floyd’un 25 Mayısta katledilmesinin ardından başlayan protestolar ABD’de toplumsal isyana dönüşürken, sokağa çıkma yasakları, Ulusal Muhafızın devreye sokulması ve polisin azgın saldırıları bu isyanı kısa süre içinde bastırmaya yetmedi. Üstelik ırkçılığa ve polis terörüne yönelik öfke ve tepkinin dile getirildiği protesto gösterileri bu ülkenin sınırlarını aşarak tüm dünyaya yayıldı. ABD’den binlerce kilometre öteye sıçrayan bu ateş, bir kez daha siyahıyla, beyazıyla milyonlarca emekçiyi ortak sloganlar etrafında birleştirdi. “Siyahların Hayatı Önemlidir”le başlayan bu çığlık, giderek sistemin özüne yönelen sloganlarla güçlendirildi.
Kapitalizm yeniden ve yeniden ürettiği ırkçılıkla, adaletsizlikle, eşitsizlikle, devlet terörüyle insanlığı “nefessiz” bırakıyor ve bu yüzden de George Floyd’un “nefes alamıyorum” çığlığı milyonların dilinde bu kadar kolay yankı bulabiliyor. Bu sistemin çıkışsızlık, umutsuzluk, işsizlik ve sefaletten başka hiçbir şey sunamadığı gençler tüm ülkelerde eylemcilerin ana gövdesini oluşturuyor. Öte yandan, protestolara katılanların toplamı dikkate alındığında beyazların ağırlıklı bir yer tutması, bu isyanın sadece ırk ayrımcılığına değil kapitalizmin yarattığı tüm melanetlere karşı da bir başkaldırı olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Tunus’ta kendini yakan Buazizi’nin kendisiyle birlikte tüm Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu tutuşturması, Şilili emekçi kadınların polis terörüne gösterdikleri tepkinin Avrupa’dan Asya’ya yüz binlerce kadında yankı bulması, işsizliğe, yoksulluğa ve siyasi baskılara karşı çıkan emekçilerin isyanının dalga dalga yayılarak onlarca ülkeyi kasıp kavurması ve şimdi de Amerika’da siyah bir emekçinin polis tarafından katledilmesinin tüm dünyayı ayağa kaldırması… Beklenmedik ülkelerde, beklenmedik olaylara, beklenmedik tepkilerin yükselmesi, içinden geçtiğimiz olağanüstü dönemin ürünüdür. Bu olağanüstülüğü koşullayan ise kapitalizmin milenyum dönemeciyle birlikte açığa çıkan tarihsel sistem krizidir. Kapitalizm çıkmaza girmiştir ve her yanından sapır sapır dökülmektedir. Oysa otuz yıl önce “sosyalizm yıkılıyor” çığlıkları altında tarihsel zaferini ilan eden burjuvazi, bu zaferi özellikle Lenin heykellerinin yerlerde süründürülmesiyle sembolize etmişti. Tarihin ironisi olsa gerek, ilan edilen bu “tarihsel zafer”in ne kadar kof olduğu, yine yıkılan heykellerle gözler önüne seriliyor bugünlerde. Irkçılığın, zorbalığın ve sömürünün simge isimlerinin heykelleri başta ABD ve İngiltere olmak üzere onlarca ülkede yerle bir edilirken, bu seremoniye ölümsüz ilan edilen kapitalizmin derin sarsıntıları eşlik ediyor.
Her tarihsel dönemde kitleler eskiyi yıkmaya girişirlerken onun simgelerini parçalamakla işe koyulmuşlardır. Rusya işçi sınıfı, Çarlığa karşı o muhteşem devrimini başlattığında, Çarın taş kafasını gövdesinden ayırıp yerlerde yuvarlamıştı. Onların öncülleri olan Paris Komünarları ise, “Komün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıdır” deyip kızıl bayraklarına enternasyonalizmi nakşederken, şovenizmin ve halkları birbirine karşı kışkırtmanın simgesi olan Vendome Sütununu[1] üzerindeki Napoleon heykeliyle beraber yerle bir etmişlerdi. Bugünse öfkeli kitleler, köleciliğin, sömürgeciliğin ve ırkçılığın sembollerini parçalayarak kapitalizme öfkelerini kusmaktadırlar.
Pek çok insana şaşırtıcı gelse de, egemenler bu utanç abidelerini şimdiye kadar göğüslerini gere gere sergileyebilmişlerdir. Bunu emekçi kitleleri ırkçılık ve milliyetçilik temelinde bölüp birbirlerine düşürerek başarabildiklerine şüphe yoktur. Ancak isyanın sihirli değneği tüm ırkları, milliyetleri kendi ateşi altında birleştirip en güzel renk tonlarını yaratınca, gözler açılmış ve gerçek düşman daha geniş kitlelerce fark edilir hale gelmiştir. ABD’de, İngiltere’de, Belçika’da, Yeni Zelanda’da ve diğer pek çok ülkede ırkçı generallerin, devlet adamlarının, köle tacirlerinin, sömürgeci kralların vb. heykelleri birer birer yıkılmakta, sulara gömülmektedir. Halen ayakta kalanlarsa hükümetler tarafından kaldırılmaya başlanmaktadır.
Özellikle İngiltere’de sömürgeciliğin ve ırkçılığın sembol isimlerine yönelik tepki eylemlere güçlü bir şekilde yansımaktadır. Bu tepkiden ünlü başbakanlardan Winston Churchill’in heykeli de nasibini almaktadır. Zira beyaz ırkın daha üstün olduğunu savunan Churchill, Hintlileri “hayvan gibi bir halk” diyerek aşağılayan, “gelişmemiş ırk” olarak tanımladığı Kürtler ve Afganlar için de “gaz kullanımı hakkındaki bu alçak gönüllülüğü anlayamıyorum. Medeni olmayan kabilelere karşı zehirli gaz kullanmayı güçlü bir şekilde destekliyorum” diyen bir ırkçıydı. Churchill’in Parlamento Meydanındaki heykeli, üzerine “bir ırkçıydı” diye yazılmasının ardından belediye tarafından geçici olarak kapatılarak korumaya alınmıştır.
ABD’de ise Kristof Kolomb heykelleri ve Konfederasyon anıtları pek çok kentte hedef haline gelmiştir. Bununla birlikte protestocular çeşitli yerlerde faşistler tarafından engellenmeye çalışılmaktadır. Örneğin New Mexico eyaletindeki bir heykelin (İspanyol istilacı Juan de Onate’nin heykeli) etrafında toplanan emekçilere saldıran faşistler, burada bir eylemciyi silahla vurup yaralamışlardır. Kendilerini “New Mexico Yurttaş Korumaları” olarak adlandıran bu faşistler ağır silahlarla donanmış olmalarına rağmen en ufak bir polis engellemesiyle karşılaşmamışlardır. Bizzat tepeden, Trump tarafından desteklenen ve korunan faşist güçler, hatırlanacağı gibi 2017 Ağustosunda Charlottesville’de gövde gösterisi yapmaya kalkışmışlardı. Charlottesville belediye meclisinin bir heykeli[2] kaldırma kararı almasının ardından, faşistler ülkenin dört bir yanından bu kasabaya akmışlardı. Ne var ki anti-faşist güçler kitlesel bir müdahalede bulunarak meydanı faşistlere bırakmamışlardı.
Konfederasyon liderlerinin heykelleri hedefteyken, onların adlarını taşıyan askeri üslerin isimlerinin değiştirilmesi önerisi de emekçi kitleler tarafından geniş bir destek görmektedir. Ne var ki Trump bunu şiddetle reddetmekte ve attığı tweette şöyle demektedir: “Amerika Birleşik Devletleri, bu Kutsal Topraklarda KAHRAMANLARIMIZI eğitip görevlendirmiş ve iki Dünya Savaşı kazanmıştır. Bu yüzden benim Yönetimim bu Muhteşem ve Efsanevi Askeri Kurumların ismini değiştirmeyi aklından bile geçirmeyecektir.”
Trump, son eylemlerde öne çıkan anti-faşist hareketi (Antifa) “iç terör örgütü” ilan etmiştir.[3] Bunun anlamı, sosyalist gençlerin “anti-terör” yasalarıyla ve ağır hapis cezalarıyla korkutulup sindirilmeye çalışılmasıdır. Zira ABD’de de Avrupa’da da toplumsal muhalefetin önemli bir parçasını oluşturan bu hareket gençlik içinde giderek çok daha yaygın bir taban bulmaktadır. Hareketin belkemiğini esasen Anarşist gruplar oluşturmaktadır. Örneğin şu anda devam eden protestolar sırasında Seattle’da “Capitol Hill” bölgesinde bir mahalle “otonom bölge” ilan edilmiştir. Anarşistler öncülüğündeki bu eylemde, polis de dâhil devlet güçlerinin bölgeye girişleri kurulan barikatlarla engellenmiş, güvenlik emekçilerin kendi güçleriyle sağlanmaya başlamıştır. Bunun üzerine Trump, “şehrinizi derhal geri alın, eğer bunu siz yapmazsanız ben yapacağım” diyerek Demokrat Partili belediye başkanına ve eyalet valisine ültimatom vermiştir. Belediye başkanı ise bu ültimatoma “Hepimizi güvenli kıl. Sığınağına geri dön” diyerek meydan okumuştur. Bu ve benzeri örnekler, burjuva kesimler arasındaki kapışmanın seçimlere gidilirken fazlasıyla sertleşeceğine işaret ettiği gibi, her türlü toplumsal hareketin bu kapışmaya alet edilmeye çalışılacağını da göstermektedir.
Kitlelerin artan tepkisini gören burjuvazi her yerde baskı önlemlerini de arttırıyor. İngiltere’de Adalet Bakanı, hükümetin eylemlerin yayılmasından duyduğu korkuyla, sulh mahkemelerine çalışma saatlerini uzatmaları ve protestocularla ilgili dosyaları çok daha hızlı takip etmelerini emretmiştir. İçişleri Bakanı ise şiddete başvuran protestocuların 24 saat içinde gözaltına alınması emrini vermiştir. Bunun yanı sıra, faşist paramiliter güçler de göstericilere karşı seferber edilerek gösteriler engellenmeye çalışılmaktadır.
Trump’ın katil polisleri “birkaç çürük elma” olarak niteleyerek çürümüş sistemi perdelemeye çalıştığı ABD’de ise iki haftada 10 binden fazla emekçinin gözaltına alındığı eylemler, kameralarla donatılmış dronlarla ve casus uçaklarla havadan takip edilip kaydedilmektedir. New Mexico örneğinde de görüldüğü gibi paramiliter faşist güçler ayağa kalkan emekçilerin üstüne salınmak üzere tahkim edilmektedir.
ABD hükümeti, hareketi yatıştırmak için geçtiğimiz günlerde, polis yasalarında tadilat yapma kararı almıştır. Trump’ın açıkladığı bu kararlara göre, “boyna baskı” uygulaması kaldırılacak, görevden uzaklaştırılan polislerin başka kentlerde polis olarak çalışmasına izin verilmeyecek. Peki yılda binden fazla insanın polis tarafından katledildiği ABD’de sorun bu ufak yasal değişikliklerle çözülmüş mü olacaktır? İşkence, kötü muamele ve cinayet suçları karşısında polis, işten atılma dışında ne gibi bir cezayla karşılaşacaktır? Bunlar aslında yanıtı belli sorulardır. Polisin ve ordunun kapitalist devlet aygıtının temel direkleri olduğu unutulduğunda, polisin reforme edilmesi gibi öneriler bolca havada uçuşmaktadır. ABD’de de bugün Demokratlar tarafından getirilen çözüm önerisi budur. Sistemin en sağdaki savunucuları polisi kayıtsız şartsız koruma, katliamlarına göz yumma, hatta bunu teşvik etme yoluna giderken, diğerleri çözüm olarak polisin şartlarını düzeltme, eğitimini arttırma, cezaları ağırlaştırma gibi öneriler getirmektedirler.
Oysa emekçi kitleler polise duydukları öfkeyle mücadeleyi giderek sertleştirmekte ve polise ayrılan kaynakların kesilmesi talebi yaygın kabul görmektedir. Bu talebe iki militan öğretmen sendikasından da destek gelmiştir. Chicago ve Los Angeles Öğretmenler Sendikası ayrıca okul polisi departmanının kapatılarak okulların polisten arındırılmasını da istemektedir. Polis terörüne yönelik tepkinin artması ve polise ayrılan bütçenin kısılması talebi karşısında, Minneapolis Şehir Konseyi, Haziran ayı başlarında, kentin polis teşkilatının “dağıtılması” yönünde karar almış ve ayrıntılı planın daha sonra oluşturulacağı açıklanmıştır. Bu kararla birlikte, konu üzerine tartışmalar da artmıştır. Demokratlar “yeni, temiz, düşük bütçeli ve kontrol altında” bir polis örgütü oluşturulmasını savunmaktadırlar. Fakat daha soldan, sınırlı da olsa, “polis örgütünün lağvı ve halk milisine geçilmesi” talepleri de yükselmektedir. Milyonların ayağa kalktığı bir dönemde “milis” talebinin tartışma gündemine sokulması kuşkusuz önemlidir. Ancak özellikle ABD gibi bir ülkede, Ulusal Muhafızın bile “halk milisi” adı altında doğduğu ve kapitalizm altında bunun neye dönüştüğü gözden kaçırılmamalıdır. İşçi sınıfının ayağa kalktığı devrimci durumlarda, kapitalizmi hedef alan bütünlüklü bir devrimci programın parçası olarak yükseltilen “işçi milisi” talebi dışındaki afaki “halk milisi” taleplerinin, kitlelerin sisteme yönelik algılarını yıkmak yerine bilinçlerini bulandırmanın ya da en azından ayakları havada kalmanın ötesine geçemeyeceği açıktır.
İşçi sınıfı cephesinden
ABD, tarihi boyunca gördüğü en yaygın eylemlerle çalkalanırken, bu eylemler nüfusun önemli bir kesiminden destek görüyor. İşçi sınıfı da bu eylemlere kimi sektörleri itibariyle örgütlü bir şekilde katılıp destek veriyor.
4 Haziranda New York’taki altı hastanenin sağlık çalışanları Floyd ve hayatını kaybeden diğer siyahlar için diz çöküp saygı duruşunda bulundular. 6 Haziranda ise Seattle’da 7 binden fazla sağlık çalışanı şehir merkezine yürüyerek benzer bir dayanışma eylemi gerçekleştirdiler. Eyleme katılan sağlık işçileri “Siyahların Hayatı İçin Beyaz Önlükler”, “Irkçılık Kamu Sağlığı İçin Acil Bir Tehlikedir” gibi dövizler taşıdılar. Eylemden önceki gece de protestocular bu işçilerin çalıştığı hastanelerin önünden geçerken hemşirelere teşekkür eden sloganlar atmışlar, hemşirelerse camlardan yumruklarını kaldırarak eylemcileri selamlayıp dayanışma gösterisinde bulunmuşlardı. Bu dayanışmanın çarpıcı bir örneği de Minneapolis’te yaşandı. Eylemler sırasında tahrip olan bir sağlık kliniğinin yöneticisi olan bir kadın profesör, yaptığı açıklamada şunları söylüyordu: “Bizler buna yol açan devrimci öfkeyi anlıyor ve saygı duyuyoruz … bizler halkımızla tam destek ve dayanışma içindeyiz. … Mülkiyet mülkiyettir ve adalet için feda edilebilir.”[4]
Bir diğer örnekse, 1300’e yakın halk sağlığı uzmanı ve epidemiyoloğun, bu eylemlerin korona salgınını daha da şiddetlendireceği iddiaları karşısında isyanı destekleyen bir açık mektup yayınlamaları olmuştur.[5] Söz konusu mektupta “beyaz üstünlükçülüğü, Covid-19’a katkıda bulunan ölümcül bir halk sağlığı sorunudur” diyen doktorlar, siyahların, uğradıkları ayrımcılığın Covid-19 açısından da bariz bir eşitsizlik yarattığını, salgın bahanesiyle gösterilerin yasaklanmasını onaylamadıklarını vurguluyorlar. Maske ve mesafe önlemlerini öneren doktorlar, gösterilere katılanların buna her zaman uyamadıklarını da bildiklerini, ama buna rağmen ırkçılık gibi devasa bir halk sağlığı sorununa karşı mücadele eden göstericileri desteklemeye devam ettiklerini belirtiyorlar.
George Floyd ve polis terörünün diğer kurbanları için anlamlı eylemlerden biri de, 9 Hazirandaki cenaze töreniyle aynı esnada Floyd’un anısına 8 dakika 46 saniye[6] iş bırakan ve saygı duruşu gerçekleştiren ILWU (Uluslararası Liman ve Ambar İşçileri Sendikası) üyesi liman işçilerinden gelmiştir. ILWU “Siyahların hayatı önemli olduğu zaman hepimizin hayatı önemli olacaktır, çünkü birimize yapılan hepimize yapılmıştır!” sözlerinin de yer aldığı bir açıklamayla diğer sektörlerden işçilere de bu eyleme katılma çağrısı yapmıştır. Bu çağrıda, aynı gün New York metrosunda çalışan Teamsters sendikası üyesi işçilerin yanı sıra ILA (AFL-CIO) sendikasına üye 65 bin liman işçisinin de iş bırakacağı duyurulmuştur. Söz konusu çağrının ardından çok sayıda işçiden daha uzun süreli iş bırakma ve hatta genel grev çağrılarının gelmiş olması ise son derece anlamlı ve önemlidir.
ILWU 10 nolu şubenin eski mali sekreteri Clarence Thomas, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “polis katliamlarıyla ve beyaz üstünlükçülüğüyle mücadele etmek bir sınıf sorunudur” derken son derece haklıdır: “Unutmayalım ki siyahların ezici çoğunluğu ve polis baskısına kurban gidenlerin ezici çoğunluğu işçi sınıfına mensuptur. … Polis terörünü durdurmanın en etkin yolunun işçi sınıfının üretim noktasında harekete geçmesi olduğunu düşünüyoruz … İşçi sınıfının tüm toplumsal mücadelelerin öncüsü olmaya çalışması gerektiğine inanıyoruz, sadece kendi üyelerimizin sorunlarının ötesinde tüm bunlar için mücadele etme sorumluluğumuz var.”[7]
Levent Toprak, Charlottesville’de yaşananları değerlendirdiği yazısında, anti-faşist hareketin faşist gösterilere müdahale edip karşı gösteriler örgütleyerek meydanı boş bırakmamasının olumlu olduğunu, ancak bu dinamiğin daha fazla güçlenmesi için işçi sınıfı eksenine oturmasının bir zorunluluk olduğunu belirterek şöyle diyordu:
“Bu ayağın zayıf kalması hareketin bütünü açısından zaaf doğuracak niteliktedir. Bununla bağlantılı olarak su yüzüne çıkan bir tehlike de, son tahlilde çürümüş bir postmodernist söylemin uzantısı olarak, tüm beyazları ırkçılıktan sorumluymuş gibi ele alan sözde daha radikal, sol görünümlü liberal entelektüalizmdir. Gerçekte çok büyük bir beyaz kitle anti-faşist bir duyarlılık içindedir. Aktif militan anti-faşist güçlerin de çoğunluğu beyazlardan, sosyalistlerden oluşmaktadır. Irkçılığa karşı mücadelenin, anti-faşist mücadelenin sahipleri sanki sadece siyahlar, Müslümanlar, Yahudiler, Latinolar, göçmenler vs. imiş gibi bir yaklaşıma asla prim verilmemelidir. Yapılması gereken, bu azınlık kimlikleri temelinde mücadele verenlerin de sınıf temelli mücadeleye çekilmesidir. Gettolaşma, çarpık kimlik siyaseti, yoksul beyaz işçi kesimlerin ırkçıların kucağına itilmesi tehlikesini doğurur. Tüm renk ve kökenlerden işçilerin birliğini örecek tarzda bir mücadele hattı elzemdir.”
Irkçılığı da, kapitalizmin diğer melanetlerini de ortadan kaldırmanın yolunun bu mücadele hattını genişletip güçlendirmekten geçtiği her durumda bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Protesto hareketleri işyerlerini kapsayacak şekilde genişledikçe, yani işçi sınıfı harekete damgasını basmaya ve bu örgütlü bir müdahale olmaya başladıkça, tüm gidişat çok daha hızlı bir şekilde değişecektir.
[1] Napoleon bu sütunu 1809 savaşından sonra düşmandan alınmış toplarla döktürmüştü.
[2] “Bu heykel Amerikan iç savaşında köleciliğin sürmesi için savaşan ve Konfederasyon adıyla kendi aralarında birlik kuran Güney eyaletlerinin ırkçı ve kölecilik yanlısı generallerinden birinin heykeliydi. Güney eyaletlerindeki çeşitli kentlerde buna benzer Konfederasyon sembolü yüzlerce anıt bulunuyor ve oluşan basınç nedeniyle son iki yıldır bunların kaldırılması doğrultusunda bir süreç işlemekteydi. Charlottesville Belediye Meclisi de, uzun zamandır beklenen şeyi yaparak, yaklaşık yüz yıldır orada duran bu utanç abidesini nihayet kaldırma kararı almıştı.” (Levent Toprak, Charlottesville Ne Anlatıyor?, Ağustos 2017, marksist.com)
[3] AKP hükümeti de oyundaki komedi unsurunu arttırmak için olsa gerek, vakit kaybetmeden “girişim”de bulunmuştur. Cumhurbaşkanlığı, Antifa’nın Suriye’deki terörist gruplarla (PKK ve YPG) işbirliği içinde olan çok tehlikeli bir hareket olduğu konusunda Trump’ın bilgilendirildiğini büyük bir gururla açıklamıştır! Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un bu konuda İngilizce olarak yayınladığı videoda, Antifa’nın barışçıl gösterilerden çıkar sağlamak için kaos çıkardığı, Türk hükümetinin “radikal sol” ve “anarşist” olarak bilinen bu örgütün NATO müttefiki ABD’deki “yıkıcı eylemlerinden” ve “Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit eden terör örgütleriyle bağlantısından” büyük endişe duyduğu söylenerek Trump bilinçlendirilmiştir!
[6] Polisin George Floyd’un boğazına çöküp onu nefessiz bıraktığı süreye atfen.
link: İlkay Meriç, Heykeller Yıkılırken!, 18 Haziran 2020, https://marksist.net/node/6977
“İşyeri Konuşmaları”ndan
Kim?