Show TV’de yayınlanan “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin henüz fragmanı gösterilmeye başlanmıştı ki, dizi üzerine yapılan eleştiriler ve tartışmalar gündeme oturdu. Fragmanda, Osmanlı sarayının haremi, Sultan Süleyman’ın aşk hayatı ve cariyelerinden Hürrem Sultan öne çıkarılıyordu. Dizi yapımcılarının yüksek reyting almanın gereklerini yerine getirmeye çalıştıkları gayet açıktı. Dizi reytingini arttırmanın tipik yöntemi, kurgunun içerisine birbiriyle çatışan taraflar yerleştirmek ve çekişmeleri aşk, rekabet, entrika, trajedi öğeleriyle donatıp izleyicinin ilgi ve merakını ayakta tutmaktır. “Muhteşem Yüzyıl” dizisi de gerek bu yöntemler gerekse de kamuoyunda tartışma gündemi olması sayesinde yüksek reytingler yakaladı. Dizinin Osmanlı’yı eleştirmek gibi bir derdi zaten yok. Bilakis Osmanlı’nın en güçlü olduğu, en fazla toprak işgal ettiği dönem “muhteşem yüzyıl” olarak adlandırılıyor.
Dizinin daha ilk bölümü bile yayınlanmadan, 1,5 dakikalık fragmanı izleyen on binlerce “Osmanlı torunu” RTÜK’e şikâyette bulundu. “Kutsal padişahın yatak odasına giriliyor, Kanuni Sultan Süleyman içki ve kadın sevdalısı olarak gösteriliyor, şanlı Osmanlı tarihi, harem kurumuyla gündeme getiriliyor, ecdadımız karalanıyor” diyen bu muhafazakâr kesimler derhal kazan kaldırdılar. Dizi yayınlanmasın diyen bu muhafazakâr çevreler, başta AKP, MHP, BBP ve Saadet Partisi olmak üzere “istemezük” kampanyası başlattılar. Dizinin afişlerini yırtan, Show TV binasına yumurta atan bu siyasi çevreler, tam da seçim öncesi dönemde muhafazakârlık yarışına girdiler.
Diziyle ilgili egemen sınıfın farklı kesimlerinden siyasetçiler de görüş bildirdiler. Yorum yapmayan siyasetçi neredeyse kalmadı. Muhafazakâr siyaset esnafı zoraki demokratlığının sınırlarını da gösterdi. Dizinin yasaklanmasından “tarihteki Türk büyüklerinin” yasayla korunmasına kadar sert tedbirler almayı tartıştılar. RTÜK’ü derhal harekete geçirip uyarı cezası verdirerek dizi yapımcılarının kulağını çektiler. AKP grup başkan vekili Suat Kılıç’ın sözleri, birdenbire bu kadar saldırganlaşmalarının nedenini açığa vuruyor: “Türkiye'nin yeni nesilleri, gençleri var. Gençlerin tarih algısını doğru oluşturmak ve kendi tarihinden, medeniyetinden, kültüründen, mazisinden gurur duymasını sağlamak, sadece siyasilerin ve eğitimcilerin değil, aynı zamanda medyanın da sorumluluğudur. Bizim yeni nesillere tarih ve medeniyet birikimimizi aktarabilmemiz bu tür yayınlarla mümkün değildir.”
Burjuva siyasetçilerin güncel bir derdi daha var. Türk burjuvazisini bölgesel emperyalist bir güç haline getirmeye çalışırken, Akın Erensoy’un “Kurtlar Vadisi Irak: Osmanlı’nın Ruhunu Çağırmak” yazısında dile getirdiği gibi, Osmanlı’nın ruhunu çağırmaktadırlar. “Kurtlar Vadisi Irak” filmine ilişkin yapılan değerlendirmede arka planda yer alan politik kaygılar şöyle açıklanmıştı:
“Bölge halklarına önerilen, Amerikan egemenliğine karşı TC’nin egemenliğinden başka bir şey değil, elbette din burada birleştirici bir öğe olarak kullanılmış. Osmanlı’nın mirasçısı olan TC’nin emperyal emellerine böylece ideolojik zemin döşenmiş olunuyor. “Kurtlar Vadisi” dizisinde TC’nin emperyal bir güç olduğu ve olması gerektiği daha açıktan dillendirilmekteydi. Burjuva devletin derinindeki stratejistler TC’nin üzerinde yer aldığı coğrafya itibarıyla olsun, “16 devlet”lik geçmişi gereği olsun, emperyal bir güç olduğunu söylüyorlardı. Osmanlı’nın Balkanlar’dan Ortadoğu’ya ve Kafkasya’ya uzanan uçsuz bucaksız toprakları yüzyıllarca hükümranlığı altına alarak yönettiği hatırlatılmakta ve TC’nin emperyal misyonuna tarihsel dayanaklar yaratılmaya çalışılmaktaydı.”
TC, Osmanlı tarihine başvurarak Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’dan Kafkasya’ya uzanan bir coğrafyada hegemonya sahaları oluşturmak istiyor. Kirli emperyalist amaçlarını perdeleyecek ideolojik arka plan Osmanlı tarihi üzerinden kurgulanmakta ve milliyetçi-şoven zehir film endüstrisi marifetiyle kitlelere zerk edilmektedir. Nitekim dizi başladıktan sonra Kanuni’nin Macaristan’a saldırısı, Belgrad’ın işgal ve ilhak edilmesi gibi tarihsel olaylar “fetih” adı altında kutsanarak canlandırıldı. Osmanlı’nın en fazla işgal gerçekleştirdiği dönem “muhteşem yüzyıl” olarak benimsetilmeye çalışılıyor. Bu konuda egemenler arasında çatlak ses çıkmıyor.
Resmi ideolojinin okullardaki tarih anlatımı ibret vericidir. Osmanlı’yı kutsamak için sayısız taklalar atılır. Ekonomik ve siyasal yapı ciddiyetle ele alınmaktan uzak durulur, bilimdışı bir kurguyla Osmanlı’nın “milli tarihi” yazılır. Bu olağanüstü fantastik kurguya göre Osmanlının “yükseliş dönemi” padişahlarının hepsi mükemmel kişiliktedir. “Durgunluk dönemi” padişahları vasat, “gerileme dönemi” padişahları ise hatalar yapan, dış güçlerin oyununa gelen şahsiyetler olarak resmedilir. İmparatorlukların sona erdiği ve ulus-devletlerin kurulduğu bir çağda, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde kendi ulus-devletlerini kurmaya yönelen halklar ihanetle suçlanır. Tarihin çarpıtılması bununla da sınırlı değildir. Devletin milli tarih kitaplarında, “I. Dünya Savaşında kahramanca savaştık, lakin beraber savaştığımız ülkeler yenilince biz de yenik sayıldık” denebiliyor!
Tarih yazımını çocuk kandırmaya, beyin yıkamaya odaklayan milli tarih kitaplarının rezilliği tartışılmaz. Özetle, Osmanlı padişahlarını “ecdadı” olarak gören, Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya egemen olmasından gurur duyan, işgallerle övünen kuşaklar yetiştirdi Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenleri. Üstelik hanedanlık olan Osmanlı İmparatorluğu ile asıl olarak II. Meşrutiyetten ve TC’nin kuruluşundan sonra sivriltilen “Türk kimliği”ni sahtekârca bağdaştırmaya çalıştılar. Egemen sınıfın tarihçileri imparatorluğun ulus kimliği taşımadığını bal gibi bilirler. Ama bu tarihçiler tıpkı hizmet ettikleri sınıf gibi sahtekârlıktan utanmazlar.
Osmanlı neydi? Kim kimin ecdadı?
Asya tipi üretim tarzı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Asyatik-despotik yapısı Mehmet Sinan’ın “Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı” yazı dizisinde bilimsel bir tarih anlayışıyla ortaya konmuştu: “Osmanlı toplumunun sosyal bileşimi, tepedeki yönetici-devlet sınıfı (saray, asker-sivil bürokrasi, ulema) ile tabandaki doğrudan üreticilerden (tarımcılar ve zanaatkârlar) ibaretti. (…) Osmanlı’nın klasik döneminde (…) ticaret, daha çok sarayın (despotun) ve kentlerde oturan asker-sivil yönetici bürokrasinin lüks tüketim ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan uzak mesafe ticaretinden ibaretti. (…) Osmanlı toplumunda üretici olmayan (asalak) devletlû sınıfın toplam nüfus içindeki payı, Orta Çağ Avrupa’sının feodal toplumlarındaki yönetici sınıfa oranla çok daha büyük bir yer tutmaktaydı…”
Tüm toprakların padişahın mülkü sayıldığı, tebaanın padişahın kulu kabul edildiği, eski çağa ait bir imparatorluktur egemenlerin böbürlendikleri. Elbette “ecdadımız” diye böğüren muhafazakâr siyasetçiler kendilerini Osmanlı sınırları içerisindeki yoksul halkların torunları olarak görmüyorlar; Osmanlı padişahlarının ya da en azından saraylıların torunu olarak görüyorlar. “Hepsinin soyu saraydan mı gelmiş” diye sorulabilir. Önemli olan elbette kimlerden geldikleri değil, neyi sahiplendikleridir. Peki, kimdir bu öve öve bitiremedikleri ecdatları?
Sarayda kümelenen egemenlerdir. Padişahın eteğini öperek ikbal peşinde koşanlardır; köylünün ve zanaatkârın ürettiğine el koyan asalak soyudur; halktan sömürdükleriyle saraylar kurduran zevk ve ihtişam düşkünleridir; haremlerine kadınları köle olarak alanlardır; iktidar kavgası uğruna kardeşlerini bile boğdurtan zalimlerdir. 700 bin m2 alana Topkapı Sarayı’nı yaptıran (II. Mehmet), devlet borç içerisinde yüzüp halk açlıktan kıvranırken Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırıp duvarlarını tonlarca altınla süsleten (Abdülmecit) padişahlardır onların “ecdat” dedikleri. Dalkavukları vezir eden padişahlar ve dalkavukluk ederek yükselen vezirlerdir. Devletlû bürokrasinin devamı için ailelerinden koparılıp devşirilen bürokratlar ve askerlerdir... İşte övündükleri devlet erkânı yani ecdatları bunlardır.
Kendileri de bugün saray gibi villalarda yaşıyorlar; işçi ve emekçileri kulları olarak görmek istiyorlar. Emekçilerin sırtından geçinen asalak burjuvalar zevk, lüks ve ihtişama değer veriyorlar. Ecdatları, hüküm sürdükleri coğrafyada halkları haraca kesiyordu. Çağdaş asalaklar sınıfı hegemonya sahası oluşturmanın, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar işgücünün en ucuz olduğu ülkelerde yatırımlar yapmanın, oradaki emekçileri de sömürmenin hesabıyla iştahlanıyorlar. Ahlâkları da ecdatlarının devamı olduklarını ispat ediyor. Zenginleşmek için her yolu mubah gören bu “Osmanlı torunları”, rüşveti, yolsuzluğu, vurgunculuğu pek iyi bilirler. Arsızlıkta sınır tanımaz bir yağmacı soyudur bunlar.
Biz Türkiyeli işçi ve emekçilerin bu yağmacı soyuyla da onların pek övündükleri ecdatlarıyla da en küçük bir bağımız yoktur. Türkiye işçi sınıfının kökü Anadolu’nun ve Rumeli’nin yoksul köylüleridir, kentlerdeki zanaatkârlardır. Bizim tarihimiz saraylı asalakların tarihi değildir. Bizim ecdadımız amele sınıfıdır.
Kapitalizm dünya ölçeğinde egemendir. Bunun karşısında işçi sınıfı da uluslararası bir sınıftır. İnsanlık tarihinin tüm ezilenleri ve adaletsizliğe isyan edenler bizdendir artık. Egemenlere başkaldıranların, kralları, imparatorları, beyleri, diktatörleri deviren yiğit isyancıların geleneğini sahipleniyoruz. Bizim atalarımız kölelikten kurtulmak için ayaklanan Spartaküslerdir. Selçuklu’nun adaletsizliğine karşı ayaklanan Baba İlyaslar, Baba İshaklardır; Osmanlı’nın ağır vergileri altında ezildiği için ayaklanan Celali isyancılarıdır kökümüz. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik özlemiyle Fransız ihtilaline katılan baldırı çıplaklardır, işçi sınıfının iktidar olabileceğini ispatlayan Paris Komünarları ve Ekim Devrimi’nin kahramanlarıdır ecdadımız. Hayatını insanlığın kurtuluşuna adamış Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, ezilenlerin safında savaşarak can veren Rosa’nın, Liebknecht’in, Troçki’nin, Mustafa Suphi’nin soyundan geliyoruz biz. Latin Amerika’nın devrimci halkları bizdendir; Kuzey Afrika’nın diktatörlerine cesaretle kafa tutanlar, Tunus’ta, Mısır’da diktatörler deviren, çağdaş firavunların adamları üzerlerine ölüm kusarken gövdeleriyle direnerek mevzilerini terk etmeyen isyankâr Arap halklarıdır soyumuz. İnsanlığın umudunu, devrimin ateşleri içerisinde ayağa kaldıranlar, cüretkâr isyanlarıyla tarih yapmaya soyunanlar bizim ecdadımızın torunlarıdır.
Bir yanda doymak bilmez sömürüleriyle, şımarık ihtişamlarıyla, otoriter zalimlikleriyle saray torunlarının sahiplendiği tarih; öte yanda alınteriyle yaşamış ezilenler ve onların isyanlarının, devrimci kahramanlarının tarihi… Ne diyelim, her sınıfın ecdadı kendine!
link: Zehra Aras, Her Sınıfın Ecdadı Kendine!, Mart 2011, https://marksist.net/node/6206
Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm /2
Demokratik Özerklik Tartışmaları Üzerine