Türk usulü Aydınlanma
18. yüzyıla damgasını vuran Aydınlanma, ekonomik olarak serpilip gelişen burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmek üzere başlattığı bir özgürleşme hareketiydi. Aydınlanma düşünürleri, doğrunun ve yanlışın kriterinin tanrısal vahiy ya da dinsel dogmalar değil “akıl” olması gerektiğini savunuyorlardı ve Aydınlanmaya temel özelliğini veren de bu düşünceydi. Ne var ki bu akıl, iktidarı ele geçirip kendi egemenliğini kuracak olan burjuvazinin idealize edilmiş aklından başka bir şey değildi. Nitekim 1789 Fransız Devrimiyle kurulan burjuva cumhuriyet, yüceltilen bu “akıl” devletinin gerçekte ne olduğunu gösterecekti.
Avrupa’da bu gelişmeler yaşanırken, Asyatik üretim tarzının hâkim olduğu Osmanlı toplumunda, Batı’daki gibi bir sivil toplum oluşumunun esamesi dahi okunmuyordu henüz. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu Batı’dan tamamen kopuk bir imparatorluk da değildi. Bu nedenle, Batı’daki gelişmeler Osmanlı yönetici sınıfını da etkiliyor ve değişime zorluyordu. Nitekim, bir yandan Avrupa burjuvazisinin dayatması, öte yandan devletin bekasını ve kendi sınıfsal çıkarlarını burada gören bürokrasinin reform yanlısı kesimlerinin bastırmasıyla, 19. yüzyıl Osmanlı toprakları da bir dizi reform hareketine sahne olacaktı. Fakat bu reformlar, Batı Avrupa’daki gibi toplumsal gelişmenin dayatması sonucunda ortaya çıkmış reformlar değildi kuşkusuz. Osmanlı’da 19. yüzyılın başlarında karşılaşılan reform çabaları, aslında Batı karşısında giderek zayıflayan ve çökme tehlikesiyle yüz yüze gelen Osmanlı devlet cihazını güçlendirmeye, tahkim etmeye yönelik reformlardı. Tanzimat döneminde (1839-1876) doruğa ulaşan bu reformların gene de Osmanlı devletini ve onunla bağlantılı olarak bürokrasiyi “modernleştirmekten” ve “Batılılaştırmaktan” öte ciddi toplumsal sonuçları olmayacaktı. Çünkü Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılın ilk yarısında giriştiği bu tepeden reform hareketi, Batı Avrupa’daki gibi bir burjuva perspektife sahip olmadığı gibi, onun iktisadi ve sosyal dayanağına da sahip bulunmuyordu.
Ama 19. yüzyılın ilk yarısındaki bu tepeden reform hareketinin, gene de Osmanlı toplumunda belirli değişimlerin yaşanmasının ve daha sonraki reformların yapılabilmesinin yolunu açmış olduğu da görmezden gelinemez. Nitekim yeniçeri ocaklarının 1826’daki tasfiyesinden sonra, Avrupa orduları gibi giyinen, onlar gibi donatılan ve bizzat Avrupalı askeri danışmanlar tarafından eğitilen modern bir ordu kurulmuş (Asakir-i Mansure-i Muhammediye) ve bu ordu hem siyasal merkezileşmede önemli bir rol oynamış, hem de 19. yüzyıldaki modernleşme hareketinin ve reformların itici gücü olmuştu:
“Örneğin, yüksek öğretimin modernleştirilmesine önce askerî okullardan başlandı. Subayların eğitilmesi için Harbiye, askerî doktorların ve veterinerlerin eğitilmesi için Askerî Tıbbiye mektepleri açıldı. Bütün bunların yanı sıra, yeni ordu için modern bir maaş sistemi kuruldu ve buna uygun bir vergi reformu da yapıldı.
“Esasında bu reform çabalarının tümü de temel bir amacın gerçekleştirilmesine yönelikti: Ordunun güçlendirilmesi, iktidarın merkezîleştirilmesi ve tüm karar mekanizmasının merkezî iktidarın elinde toplanması. Bu amaca ulaşabilmek için, taşradaki hanedanları ve İstanbul’daki yeniçerileri zora başvurarak ortadan kaldıran II. Mahmud yönetimi, ulemanın hareket alanını da kısıtlama yoluna gitti. Ulemaya iktisadî güç sağlayan vakıfların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı ve bunlar yeni kurulan Evkaf Nezareti’ne (Vakıflar Bakanlığı) bağlandı. Ayrıca bu dönemde, eski «divan teşkilâtı» da kaldırılarak yerine Avrupa tipi bakanlıklar (nazırlık) kuruldu. Avrupa’yla daha yakın ilişkiler kurulmak üzere, Avrupa’nın önemli kentlerinde daimi elçilikler açıldı. Bürokrasinin yabancı dil öğrenmesine önem verildi ve tercüme odası kuruldu. Bürokrasi açısından son derece önem taşıyan diğer bir değişiklik daha yapıldı bu dönemde. Bürokratların sağlığında veya ölümünden sonra servetlerine devletçe el konulması (müsadere) usulü kaldırıldı ve böylece bürokrasiye çok önemli bir güvence sağlanmış oldu.
“İktidar tümüyle bürokrasinin elinde merkezîleşirken, bürokrasi de kendi içinde bir değişim geçirmekteydi. Bürokrasi, Batılı anlayışta modern yönetici kuşakların yetişmesi için okullar açıyor ve bu okullarda öğrenimlerini tamamlayan öğrenciler, yüksek öğrenimlerine Avrupa’da devam ediyorlardı. Bunlar öğrenimlerini bitirip ülkeye geri döndüklerinde, devletin idarî kademelerinde önemli mevkilere geliyorlardı. Bürokrasinin burjuva idealleriyle yoğrulmuş aydın kesimini oluşturan bu Avrupa eğitimli bürokratlar, ilerde göreceğimiz üzere, reform hareketlerinin öncüsü ve itici gücü haline geleceklerdi.
“Ne var ki, Osmanlı bürokrasisi içinde burjuva idealleri benimsemiş olan bu aydın yönetici kesim, esaslı bir çelişkiyi taşımaktaydı bağrında. Bunlar bir yandan, siyasî ve iktisadî güçleri merkezîleştirmek ve kendi güçlerinin esas kaynağı olan devlet yetkilerini hep muhafaza etmek isterken, diğer yandan da devleti, Avrupa’dan esinlendikleri liberal fikirler doğrultusunda evrimleştirmek isterlerdi. Tabii bu ikincisini, yani devleti liberalleştirme isteklerini, kendi çelişkili sınıf doğalarından ötürü hiçbir zaman gerçekleştiremediler.
“Öte yandan, Avrupa’nın burjuva ideallerini ne denli benimsemiş olurlarsa olsunlar, sistemin niteliği ve kendi sınıf doğaları gereği, bu bürokratların kapitalistleşme yönünde bir evrim geçirmeleri de pek olası değildi. Osmanlı bürokrasisinin 19. yüzyılda Avrupa’yla girdiği ekonomik ilişkiler ve devleti modernleştirme doğrultusunda attığı adımlar, bu sınıfı burjuvalaşma yönünde bir değişikliğe uğratmamış, aksine onun bürokratik-despotik iktidar tekelini daha da güçlendirmişti. Bürokrasinin iktidar tekelinin güçlenmesi ise, ilerde göreceğimiz gibi, Batı’dakine benzer bir ulusal kapitalist sanayileşmeye değil, Avrupa kapitalizminin Osmanlı pazarına nüfuz etmesine yol açacaktı. Paradoks gibi gelecek ama, bürokrasinin devletçiliği, Avrupa sermayesinin Osmanlı toplumunu sömürmesini engellememiş, tersine kolaylaştırmıştır.”[1]
Osmanlı’nın ve sonrasında TC’nin Batı’ya öykünen modernleşmeci asker-sivil bürokratlarının Aydınlanmacılığı aslına bakılırsa iki büyük dezavantajla malûldü. Birincisi, Avrupa’da Aydınlanmayı da doğuran tarihsel-toplumsal koşullarla bu topraklardaki koşullar arasındaki derin farklılıktı. Aydınlanma Batı tarzı gelişim çizgisinin bir ürünüydü. Dolayısıyla, toprakta özel mülkiyetin olmadığı, feodalizmin yaşanmadığı, Batı’daki gibi bir burjuva sınıfın gelişmediği, Doğu despotizminin hüküm sürdüğü bu topraklarla arasında kan uyuşmazlığının olması şaşırtıcı değildi.
İkincisi, 19. yüzyılın ikinci yarısının ve TC’nin kuruluş dönemine denk gelen 20. yüzyılın, burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği ve siyasal olarak gericileştiği bir tarihsel döneme denk gelmesiydi. Üstelik TC’nin kuruluşunun ilk dönemlerinde bu tabloya 1929 ekonomik krizinin ve Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm melânetinin eklenmesi, bu gericiliği iyice katmerlendirmişti. Dolayısıyla, Osmanlı’dan miras alınan despotik ve bürokratik devlet geleneği, TC’nin modernlik kisvesi altında aynı kıyıcılığı ve baskıcılığı sürdürme şansı bulacaktı.
Osmanlı’dan TC’ye uzanan süreklilik
Yukarıda dile getirmeye çalıştığımız gibi, Türkiye’de modernleşme ya da Aydınlanma çabaları, Kemalist mitin aksine, cumhuriyetle birlikte başlamamıştı. Kemalist burjuva önderliğin cumhuriyet döneminde gerçekleştirdiği reformlar, Mehmet Sinan’ın da dile getirdiği gibi, Tanzimat dönemindeki aydın bürokrat tabakanın otokratik reformlarının bir devamıydı ve her iki dönemde de bu reformlar merkezi devletin mutlak hâkimiyetini korumak ve güçlendirmek amacıyla yapılmışlardı. Fakat bu noktada Osmanlı ile TC arasında esaslı bir fark bulunmaktaydı:
“Osmanlı’da toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman halkın bütünlüğünü ve birliğini sağlamak bakımından, devletin dayandığı ideoloji İslamdı. Osmanlı’nın aydın bürokrat eliti, modernleşme/Batılılaşma projesini sürdürürken de bu ideolojiye dayanmış ve hiçbir zaman onu bir kenara itmeyi düşünmemişti. Oysa yeni ulus-devletin (TC’nin) inşası sürecinde yönetici bürokrasi dinî ideolojiyi bir kenara itecekti. Çünkü çok uluslu, çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin siyasal yapısının ruhunu oluşturan dinsel ideoloji (İslam), Batı normlarına göre inşa edilmeye çalışılan yeni ulus-devletin siyasal sistemine hiç uygun düşmüyordu. Ulusal temelde inşa edilmeye çalışılan yeni devlet yapılanmasına, yeni bir siyasal ideoloji gerekiyordu.
“Bu nedenledir ki Kemalist bürokratik elitin dört elle sarıldığı yeni ideoloji, etnik milliyetçilik temelinde bir ideoloji, yani «Türk milliyetçiliği» ideolojisi oldu. Kemalist bürokrasi bu yeni siyasal ideolojinin hem dinden doğan boşluğu doldurmasını hem de yeni ulus-devletin inşasında kaynaştırıcı bir çimento işlevi görmesini istedi. Bu nedenledir ki Kemalist bürokrasi, bir yandan dinin yerine ikame ettiği şoven Türk milliyetçiliğini toplumda egemen kılmaya çalışacak, diğer yandan da dine ve dinsel temelli örgütlere karşı yürüttüğü mücadeleyi “devrimciliğin gericiliğe karşı mücadelesi” olarak sunacaktı topluma. Ve böylece, “devrimcilik” konusunda esaslı bir ideolojik yanılsama da yaratılmış olacaktı toplumda. Nitekim Kemalist bürokrasi toplumda yaratılan bu yanılsamadan yararlanarak, kendisini devrimci, rakiplerini ve muhaliflerini ise hep gerici, bölücü, irticacı vb. olarak göstererek, sorgusuz sualsiz bir şekilde tasfiyeye girişti.”[2]
Bu dönemde gerçekleşen Kürt isyanları irticaî hareketler olarak damgalanırken, Mustafa Kemal’in mutlakçı yönetim tarzına muhalefet eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da aynı şekilde irticacılıkla suçlanıp tasfiye edildi. Benzer şekilde, Mustafa Kemal’in kendi emriyle kurdurtup kısa bir süre sonra kapattırdığı Serbest Fırka da irticacılık suçlamasından nasibini alacaktı.
Oysa aynı Kemalist önderlik, daha birkaç yıl önce, kitleleri peşine takmak için dini ideolojik bir silah olarak kullanmaktan geri durmamıştı. Milli Mücadele döneminde işçiler ve köylüler, “hilafeti ve saltanatı korumak üzere yürütülen kutsal savaş”a çağrılmışlardı. Şeriat devleti olarak görülen Osmanlı’da II. Meşrutiyet Meclisi dini törenle değil Anayasaya övgülerle açılırken, “Aydınlanmacı” Mustafa Kemal, Birinci Büyük Millet Meclisinin hilafete ve saltanata övgülerle ve dini törenlerle açılmasını buyuruyordu. 23 Nisan 1920’de yayınladığı tamimde, Cumanın kutsallığından yararlanarak, Hacıbayram-ı Veli Camiinde namazdan sonra Sakal-ı Şerif ve sancak-ı şerifi taşıyarak, Kuran ve namazın nurları feyzlenerek bir dua okumasıyla kurbanlar kesileceği söyleniyordu. Tüm Ankara’da hatim ve Buhari-i şerif okunmasına başlanacağı, ülkenin her yanında Cuma günü ezandan önce minarelerde salavat-ı şerife okunacağı ve hutbe sırasında “Hilafetmeâbımız Padişahımız efendimiz hazretlerinin” ünlü adının seslenileceği belirtiliyordu.
İlerleyen yıllarda, bazı milletvekilleri 1924 Anayasasındaki “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” maddesinin kaldırılmasını önerirlerken, Mustafa Kemal, “daha zamanı ve sırası gelmedi” diyerek bu maddenin kalmasını savunacaktı. Üstelik bu ısrar 1928’e kadar devam edecekti. Laikliğin anayasa ilkesi haline getirilmesi ise ancak 1937’de gerçekleşecekti. Görüldüğü gibi, tümüyle pragmatist bir tutumla hareket eden Kemalist rejim, çıkarı gereği her türlü demagojiye başvurmuştu.
Aydınlanma adına, onun en elitist, en despotik, en anti-demokratik yorumunu benimsemiş olan Kemalist iktidarın laiklik anlayışı da bu yoruma paralel olarak şekillenmişti. Kemalizmin laiklik anlayışı, Aydınlanma filozoflarından Locke’un savunduğu özgürlükçü laiklik yerine, Fransa’da benimsenmiş olan ve dinin devletin güdümüne sokulmasını savunan Voltaire usulü bir laiklikti. Yazımızın ilk bölümünde belirttiğimiz gibi, Locke’un “özgür bir devlette özgür bir kilise” sözleriyle formüle ettiği laiklik anlayışı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, devletin din işlerine karışmamasını ve hiçbir mezhepten yana olmamasını, dinin insanın vicdanını ilgilendiren bir meseleye dönüşmesini, insanların dinsel inançları doğrultusunda özgürce bir araya gelme ve örgütlenme hakkına sahip olmasını öngörüyordu. Voltaire ise, bütün gücün siyasal iktidarın elinde toplanması ve dinsel alanın siyasal iktidarın denetiminde bulunması gerektiğini söylüyordu. Kemalist bürokrasi kendine model olarak bu ikincisini almıştı, ancak daha despotik bir yorumla uygulamaya koyacaktı:
“Kemalist bürokrasinin bu dönemde yaptığı reformların bazıları, işte bu nevi şahsına münhasır «laiklik» ve «modernleşme» anlayışı temelinde yapılmış reformlardır. Örneğin, Şeyhülislamlığın kaldırılması ve yerine, dini otorite olarak bir devlet memurunun, yani Diyanet İşleri Başkanı’nın geçirilmesi, dini mahkemelerin ve medreselerin kapatılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini mevzuat yerine Batılı kanunların ikamesi (İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu vb.) gibi. Bunun yanı sıra, gene Batıya benzemek için tepeden inmeci bir şekilde yapılan reformlar da vardır. Örneğin, halkın fes giymesinin yasaklanması ve şapkanın milli başlık olarak halka zorla dayatılması; Batı giyiminin ve adabı muaşeretinin resmileştirilmesi; Latin alfabesinin ve Batılı ölçü birimlerinin kabulü; hafta tatilinin Cuma yerine Pazar gününe alınması; Hıristiyan takviminin kabulü; soyadı kanununun kabulü; alaturka müziğin yasaklanması, buna karşılık opera, bale ve çok sesli müziğin teşvik edilmesi ve tabii bir de Mustafa Kemal’in heykellerinin her yere dikilmesinin teşvik edilmesi! İşte «Atatürk Devrimleri» denen reformların belli başlıları bunlardır! Burada şu hatırlatmayı yapmadan da geçmeyelim: Bu «devrimler» içinde en kanlısı «Şapka Devrimi» olmuştur. Halka zorla şapka giydirebilmek için tam 70 kişiye idam cezası vermek zorunda kalmıştır Kemalist bürokrasinin «modern» cumhuriyet rejimi!”[3]
Emekçi kitleleri dışlayan, demokrasisiz bir cumhuriyetçilik, ırkçı bir milliyetçilik, halksız bir halkçılık, tepeden çıkarılan kanunlara ve buyruklara indirgenmiş bir devrimcilik, devletin dini tümüyle kendi denetimi altına aldığı ve kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı bir laiklik, emekçilerin dizginsiz ve kuralsız sömürülmesi yoluyla sermaye birikimi sağlamayı hedefleyen kapitalist bir devletçilik! “Aydınlanmacı” Kemalizmin altı oku işte budur.
Üstelik bu oklar arasında demokrasi göstermelik olarak bile hiçbir zaman yer almamıştır. Kemalizmin ideologu ve tek parti diktatörlüğünün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un şu sözleri Kemalizmin demokrasi anlayışını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır aslında: “Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer, tabanı halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde, buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de, bundan başka bir şey değildir.”[4]
Tıpkı Osmanlı’daki gibi, M. Kemal önderliğindeki sözde Aydınlanmacı bürokratik elit de halkı cahil, kafasız bir sürü olarak görmüştür. Bu geriliğin “eğitim ve kültürlendirme” yoluyla ortadan kaldırılması gerektiğini dillendirirken, onun asıl kaynağı olan toplumsal ve iktisadi yapıya hiçbir şekilde dokunmamıştır. Bu yapıyı hızla parçalamaya yönelik adımlar atmak yerine, kırın en geri unsurlarıyla (toprak ağaları, aşiret reisleri vb.) uzlaşma yoluna gitmiştir.[5] Bu politika nedeniyle kırın yapısı uzun yıllar boyunca değişmeden kalmıştır. Bu arada modernleşme adına yapılan dayatmalarsa muazzam bir toplumsal travmaya yol açmıştır:
“Tek parti diktatörlüğü dönemindeki bu çabaların en önemli sonucu, bir bütün olarak toplumsal yaşamda kent ile kır arasındaki çatlağın genişlemesi ve uçurumun derinleşmesi oldu. Nüfusun çok küçük bir kesiminin yaşadığı kentlerde mülk sahibi sınıfların mensupları ve bu arada öğretmenler, hâkimler, müdürler, valiler, kaymakamlar, devletlû aydınlar vb. gibi düzenin gözbebeği durumundaki ayrıcalıklılar ordusu, Batı’dan aynen kopyalanmış, ama içi boş kalan bir modern kapitalist kültürle yaşamlarını sürdürürlerken, toplumun sözde efendisi olan köylüler, bir Amerikalı gözlemcinin sözleriyle, Hititlerden kalan yöntemlerle tarımla uğraşıyor ve onlar gibi yaşıyorlardı. Bu muazzam kopukluk, bugün ‘Beyaz Türk’ lakabıyla anılanların atalarının, kırı sürekli bir tehdit ve gericilik kaynağı olarak görüp horlamalarını da beraberinde getirmişti.”[6]
Kemalizmin biçimsel ve yüzeysel bir şekilde içini doldurduğu ilericilik-gericilik ayrımı, egemen sınıf içindeki iktidar kavgasının ilericilerle gericiler arasındaki mücadele olarak yansıtılmasında ve rejim muhaliflerinin tasfiye edilmesinde son derece güçlü bir silah olarak kullanılmıştır. Kemalist rejimin dogmalarıyla eğitilen ve kendini “ilerici” olarak gören okumuş kesim de bu sayede Kemalist rejime kolayca yedeklenmiştir. Bu olgu ne yazık ki günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Üstelik Kemalist şablondan hareketle dinci gericiliğin iktidarı olarak tanımlanan AKP iktidarı, Kemalist devletlûların yoğun çabaları sonucunda, bu sözde ilerici kesimi paranoik bir infiale sürüklemiştir. Kimi sosyalist çevreler de bu akıl tutulmasını soldan beslemeyi kendilerine vazife edinmişlerdir.
Bugün, ilericilik adına Aydınlanma kılıcına sarılan sosyalizm postuna bürünmüş Kemalistlerin başını TKP çekiyor. Aydınlanmanın hiç olmadığı kadar tehlike altında olduğunu söyleyerek “Aydınlanma ve Özgürlük” kampanyaları örgütleyen, okullarda “aydınlanma komiteleri” kurmaya girişen ve “büyük bir Aydınlanma hamlesine” ihtiyaç olduğundan dem vuran TKP’ye göre AKP Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına sürüklemektedir. Bu yüzden de Aydınlanmaya ve cumhuriyete sahip çıkmak solun öncelikli meselesi olmalıdır. Anayasa referandumunda evet oyu veren yüzde 58’lik kesimi “gericiler” olarak dışlayıp yüzde 42’yi “ilericiler” olarak kucaklayan, Çankaya’daki son 29 Ekim resepsiyonuna Hayrünisa Gül’ün başörtüsüyle katılmasının ardından “cumhuriyetin tasfiyesi tamamlanmıştır” diyerek karalar bağlayan bu sözde komünistler, Kemalizmle “aydınlanmış” “sol”u AKP’ye karşı ortak mücadele cephesi oluşturmaya çağırmaktadırlar. Görüldüğü üzere Kemalist rejimin muhaliflerini tasfiye etmek için başvurduğu antika silah, bugün kendine komünist diyen Kemalistlerce de kullanılmaktadır.
Tek parti diktatörlüğüne dayanan Kemalist cumhuriyeti “Aydınlanma devrimi” olarak kutsamak, bırakalım Marksizmi, genel demokratlık ve ilericilik kriterlerine göre bile, Aydınlanmanın çağrıştırdığı özgürlükçü, demokratik değerleri ayaklar altına almak anlamına gelmektedir. Ancak asıl hazin olan, Marksizm tarafından aşılmasının üzerinden neredeyse iki asır geçtikten sonra, komünistlik iddiasında olanların Aydınlanmayı bayraklaştırmalarıdır. Bırakalım komünizm kisvesine bürünmüş Kemalistler bizzat Kemalizmin paçavraya çevirdiği Aydınlanmaya “elden gitti” diye ağıtlar yakadursunlar, devrimci işçi sınıfını aydınlatan ışık burjuva Aydınlanmanın değil Marksizmin ışığı olmaya devam edecektir.
[1] Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /13, www.marksist.com
[2] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /3, www.marksist.com
[3] Mehmet Sinan, age
[4] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.137
[5] Ayrıntılı bilgi için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[6] Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler, MT, Ekim 2007
link: İlkay Meriç, Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm /2, Şubat 2011, https://marksist.net/node/2590