Minsk’de biraraya gelen Ukrayna, Rusya, Almanya ve Fransa liderleri, 11 Şubatta, Doğu Ukrayna’da ateşkes ilan edilmesi konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Emperyalist kapışmanın yerel güçler üzerinden yürütülen sıcak bir savaşa dönüştüğü Ukrayna’da, geçtiğimiz Eylül ayında da bir ateşkes anlaşmasına varılmış, fakat bu anlaşmanın ömrü 48 saati geçmemişti. ABD’nin Minsk’e giden süreçte ve sonrasındaki savaşçıl söylemleri, Rusya dahil tüm tarafların hızlandırdıkları savaş hazırlıkları, anlaşmadan bu yana neredeyse her gün birbirlerini ateşkesi ihlal etmekle ve sınır bölgelerinden ağır silahları çekmemekle suçlamaları, aslında bu ikinci ateşkesin de birinciyle aynı kaderi paylaşacağını gösteriyor. Gerçekte her iki tarafta da sorunun çözümü konusunda ciddi bir beklenti yaratmayan Minsk anlaşması, Ukrayna’nın fiili bölünmüşlük durumunu ortadan kaldırma ya da bu durumu resmen kabullenme yönünde de herhangi bir uzlaşı içermiyor.
Bu güncel gelişmeyi değerlendirmeden önce kısa bir hatırlatma yapalım. Bilindiği gibi, Ukrayna 1991’de SSCB’nin dağılmasının ardından bağımsız bir devlet haline gelmiş, fakat 2004’e kadar bu ülkede Rusya yanlısı iktidarlar hüküm sürmüştü. Bu dönemde ekonomi tam anlamıyla çökmüş, ülke yolsuzluk batağına batmış, ülke zenginlikleri bir avuç oligark tarafından yağmalanmış ve bu tabloyu baskıcı ve otoriter bir rejim tamamlamıştı. “İşçi ve emekçi sınıfların ciddi bir sefalete sürüklendiği bu dönemde halk kitlelerinde biriken tepkiyi de arkalarına alan Batı yanlısı burjuva kesimler, 2004’teki başkanlık seçimlerinde Rusya yanlısı Yanukoviç’in karşısına Yuşçenko’yu çıkarmışlar, fakat seçimleri az farkla Yanukoviç kazanmıştır. Yuşçenko’nun hile karıştığı gerekçesiyle seçim sonuçlarına itiraz etmesi üzerine, taraftarı olan kitleler sokaklara dökülmüş ve Yüksek Mahkeme’nin de seçimlerin tekrarlanması yönünde karar vermesinin ardından yenilenen seçimlerde Yuşçenko başkanlığı kazanmış ve Timoşenko da başbakan olmuştur. Yuşçenko’nun seçim sürecinde turuncu rengi kullanmasından dolayı bu halk hareketine «Turuncu Devrim» denmiştir.” (Kerem Dağlı, Ukrayna’da Neler Oluyor?, MT, Mart 2014)
“Turuncu devrim”in ardından ABD’nin ve AB’nin desteklediği Timoşenko’nun da yolsuzluk batağına batması, halkın sefaletinin derinleşmeye devam etmesi, bu iktidarın da ömrünün uzun sürmemesine yol açmıştı. 2010 yılındaki başkanlık seçimlerini Rusya yanlısı Yanukoviç’in kazanmasının ardından Ukrayna’nın NATO üyeliği süreci rafa kalkarken, AB üyeliği süreci de son derece düşük bir tempoyla yürümeye başladı. Bu arada AB Ukrayna’nın talep ettiği kredileri ağır koşullara bağladı ve nihayetinde 2013 Kasımında Yanukoviç yönetiminin AB ortaklık anlaşmasını imzalamamasının ardından, cezaevindeki Timoşenko’nun çağrısıyla muhalefet yanlıları sokağa döküldü. Bu süreçte, faşist güçler ve onların arkasında olan ABD ve AB (özellikle Almanya) emperyalizmi doğrudan bir yönlendirme içindeydi. 2014 Ocağında başkent Kiev’deki “Bağımsızlık Meydanı”nı (kısaca “Meydan” olarak anılmakta) işgal eden göstericilerin sayısının yüzbinleri bulması, faşist paramiliter güçlerin parlamentoyu işgal etmek üzere silahlı çatışma başlatması ve muhalefetin hükümet milletvekillerini parlamentoya sokmayarak gerçekleştirdikleri fiili bir darbeyle Yanukoviç’i de azletmesi karşısında Yanukoviç Şubat ayında ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Kitle hareketinin faşist güçler tarafından ırkçı bir Rus düşmanlığına yönlendirilmeye çalışılması da kanlı bir süreci tetikleyecekti. Özellikle doğusunda yoğun bir Rus kökenli nüfusun yaşadığı Ukrayna’da, bu kışkırtmalar etnik bir çatışmaya dönüşmüş ve Rus nüfusun ağırlıkta olduğu Kırım’da Rusya’nın hamiliğinde yapılan referandumdan bağımsızlık ve ardından Rusya’ya katılma kararı çıkmıştı.
Rusya’nın bu fiili ilhakının ardından çatışmalar giderek şiddetlenirken, Rus nüfusun ağırlıkta olduğu Donbas bölgesinde de benzer bir gelişme yaşanmıştı. 2014 Mayısında gerçekleştirilen referandumlar sonucunda, Ukrayna’nın doğusundaki Donbas bölgesini oluşturan Donesk ve Lugansk illeri bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Kiev yönetiminin bu referandumlardan iki hafta sonra gittiği başkanlık seçimleri ülkenin doğusunda yüksek oranda boykot edilirken, ülkenin en zengin oligarklarından olan Petro Poroşenko, Batılı emperyalist güçlerin de desteğini arkasına alarak devlet başkanı seçilmişti. Seçimlerin ardından ülkenin doğusundaki ayrılık yanlılarının ezileceğini duyuran Poroşenko, Donbas bölgesine yönelik askeri saldırıyı yoğunlaştırarak savaşı tırmandırmıştı. On aydır şiddetlenerek devam eden bu iç savaşta şimdiye kadar 5500’e yakın insan katledildi, 13 bin kişi yaralandı ve 1,5 milyondan fazla insan ülkelerini ya da yaşadıkları kentleri terk etmek zorunda kaldı. Ukraynalı emekçiler yıllardır mahkûm edildikleri derin yoksulluğa ek olarak şimdi de kanlı bir savaşın içine itildiler.
Ukrayna çapında sıkıyönetim ilan etmeye hazır olduklarını söylemekten çekinmeyen Poroşenko, 100 bin kişilik ek asker alımı çağrısında bulunurken, bu çağrıya icabet oranının son derece düşük kaldığı, askere alınmak istenen erkeklerin ezici çoğunluğunun savaşa gitmek istemedikleri için gizlendiği belirtiliyor. Rus emperyalizminin hamiliğindeki Donesk yönetimi de aynı şekilde 100 bin kişilik ek asker alımına gideceğini duyurmuş durumda.
Görüldüğü gibi, burjuva güçler kendi çıkarları uğruna milyonları ateşe atmaktan çekinmediklerini sadece Ortadoğu ve Afrika’da değil, emperyalist savaşın Ukrayna cephesinde de ortaya seriyorlar. Ukrayna’da yaşanan savaş, Batılı emperyalist güçlerle Rusya arasındaki kapışmanın yanı sıra Batılı güçlerin kendi aralarındaki kapışmaya ve rekabete de sahne oluyor. Ukrayna’daki gelişmelerin fitilini yakan “Meydan” hareketini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için her türlü müdahaleyi yapan ABD ile bu bölgenin kendi nüfuz alanına girmesini isteyen Almanya arasındaki çekişme, son süreçte iyice belirginleşmiş bulunuyor. Ukrayna’da kendine bağlı bir yönetim isteyen ABD savaş dilini sivriltirken, Almanya ve Fransa’nın diplomatik atakları, gerçekte bu iki ülkenin ABD karşısında ön alma çabasından ibarettir. Ateşkes kararının çıktığı Minsk toplantısı da bu çabanın bir ürünüdür.
Poroşenko’yla ve faşist güçlerle el ele ateşkesi bozma bahanesi yaratmaya çalışan ABD ise, ateşkesin Rusya’nın elini güçlendirdiğini, Ukrayna’ya askeri yardımda bulunmak gerektiğini savunarak AB’yi de buna zorlamaya çalışıyor. Ayrıca IMF’nin 40 milyar dolarlık bir yardımda bulunacağını açıklaması da ABD’nin Poroşenko yönetimini destekleme ve kendine bağlama politikasının bir parçasını oluşturuyor. ABD’nin Gürcistan’dan kaçmak zorunda kalan “prensi” Saakaşvili’yi Ukrayna’ya ataması da bu ülkeye yönelik planlarının derinliğine delalet ediyor. “Reformlar Uluslararası Danışma Kurulu Başkanı” görevi verilen Saakaşvili, Gürcistan’ın ardından bu kez Ukrayna’nın gerçekleştireceği “reformlara”, yani kapitalizme derin entegrasyon adımlarına öncülük etmekle görevlendirilmiştir. Gürcistan’ın Ukrayna’dan resmen iadesini istediği Saakaşvili’nin, ülkesinde “yolsuzluk” ve “eylemcilere aşırı güç kullanma” suçlamalarıyla yargılandığını da belirtelim.
Emperyalist paylaşım savaşının en büyük cephesini oluşturan Ortadoğu’da Rusya’yla kıran kırana rekabet içinde olan başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, Avrupa’yla tampon bölge niteliği taşıyan Ukrayna’yı Rusya’nın nüfuz alanı olmaktan çıkararak onu zayıflatmak istiyorlar. İsveç Dışişleri Bakanının Rusya’yla savaşın muhtemel olduğunu söyleyerek “tarihin en tehlikeli aşamalarından birine gidildiğini” itiraf etmesi, emperyalist güçlerin çok daha kanlı hesaplar içinde olduklarını gösteriyor.
Obama’nın Şubat ayı başında, IŞİD’le mücadele bahanesiyle Kongre’den daha da genişletilmiş bir “askeri güç kullanma yetkisi” talebinde bulunması ve NATO’nun aralarında Polonya, Romanya ve Bulgaristan’ın da bulunduğu Doğu Avrupa ülkelerinde bu yaz 6 yeni komuta merkezi daha kuracağını açıklaması da yürümekte olan emperyalist savaşı yayma ve derinleştirme hazırlıklarının bir parçasını oluşturuyor. ABD dört bir koldan Ukrayna ordusunun ağır silahlarla donatılması gerektiği, Putin’in ancak bu dilden anlayacağı yolunda bir propaganda bombardımanı yürütüyor. Milyarlarca dolarlık yeni satış sözleşmelerinin yükselen kokusu elbette silah tekellerini mest ediyor.
Rusya ise Kıbrıs’ın güneyindeki hava ve deniz üslerini kullanmak üzere 25 Şubatta Kıbrıs Cumhuriyeti’yle anlaşma imzalamaya hazırlanıyor. Rusya’nın bir AB ülkesi olan ve Ortadoğu’da yürüyen savaşta önemli bir ikmal üssü niteliği taşıyan Kıbrıs’ta böylesi bir avantaj elde etmesi, Batılı emperyalist güçleri son derece rahatsız ediyor.
Şimdiye dek konvansiyonel silahlarla yürütülen emperyalist savaşın bir nükleer savaşa dönüşmesi ihtimali ise her geçen gün daha da yükseliyor. İkinci Dünya Savaşından bu yana askeri gücü belli sınırlar içinde tutulan Japonya gibi bir devletin bile Batılı emperyalist koalisyonla işbirliği halinde Ortadoğu’daki savaşa müdahil olmaya başlaması, bunun da ötesinde aynı zamanda plütonyum stoklarını arttırmak için nükleer santral yapımına hız verme kararı alması, dünyayı nasıl büyük bir felâketin beklediğini gösteriyor.
Bu gidişatı durdurabilecek tek güç örgütlü işçi sınıfıdır. Yüz milyonlarca insanı yıkıma sürükleme pahasına kârını arttırma güdüsüyle hareket eden asalak burjuvazi ve onun sömürü sistemi kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça dünya yok oluşa her gün bir adım daha yaklaşacaktır.
link: İlkay Meriç, Ukrayna’da İkinci “Ateşkes”, 23 Şubat 2015, https://marksist.net/node/3973
İtaatkâr Bir İşçi Sınıfı Olmayalım
Emekçi Kadınlar, Kadına Şiddete Karşı Mücadeleye!