Bu süreç AKP ve Erdoğan’dan kurtulmak isteyen burjuva kampın ve onun kuyruğuna takılan küçük-burjuva solun her seferinde yeni umutlara kapılıp sonunda hayal kırıklığı yaşamasıyla ve günün sonunda ringi daha büyük bir nefretle terk etmesi biçiminde yaşanagelmekteydi. Bu sefer de genel olarak öyle oldu. Ancak bu seferki hayal kırıklığının daha büyük olduğunu kaydetmek lazım. Bunca yıldan sonra AKP’nin bir iktidar yıpranması yaşayacağı beklenirken bir yandan da hedefler nispeten daha mütevazı ölçülerde tutulmuştu. AKP’ye karşı genel bir zaferden ziyade, onun oylarında anlamlı bir düşüş sağlamak ve İstanbul ve/veya Ankara belediye başkanlıklarını kazanmak şeklinde mütevazı hedefler. Dahası bir yandan Gezi süreci yaşanmış ve buradan yeni umutlar büyütülmüş, bir yandan da seçimler öncesinde AKP/Gülen ittifakının kesin çöküşüyle gelen yolsuzluk ve başka ifşaatların büyük bir etkisi olacağı umulmuştu. Ve sonunda beklentilerin hiçbirisi gerçekleşmeyince moral bozukluğu da çok daha büyük oldu.
Seçim sonuçlarının aşağı yukarı belli olduğu anlardan itibaren bu moral bozukluğunun patolojik yansımalarına tanık olmaktayız. Bu minvalde, AKP’ye oy veren geniş yığınları (ki bunların önemli bir kısmını yoksul emekçi kesimler oluşturuyor) hedef alan yeni bir aşağılama dalgası sökün etti. Seçim gecesi sonuçların çeşitli grafik, harita ve görsellerle verildiği büyük gazete sitelerinden birinde, harita üzerinde hangi partilerin nereleri aldığı ya da önde olduğunu temsili renklerle gösteren haberin altına yorum yazanlardan birinin, haritanın Türkiye’nin “küçükbaş hayvan dağılımını gösterdiğini” yazmış olması, bu tutumların ne denli şirazeden çıktığını göstermek için yeterli olacaktır. İnternette, sosyal medyada bu tür yorumların, karikatürlerin vs. binbir türlüsünün cirit attığını söylemeye bile gerek yoktur. Temelde yoksul emekçi kitlelerin aşağılanması anlamına gelen bu tür kepazeliklerin okumuş kesim içinde bu denli aleni biçimde geçer akçe haline gelmesi çürümenin düzeyi hakkında ipuçları vermektedir.
Bu işi yapanların ya da buna teşne olanların çoğunun kendini solda görenler olması utanç verici olmakla birlikte, asıl vahim olan örgütlü sosyalist hareketin kimi bileşenlerinin de bu dalgaya kapılmış olmasıdır. Bu yapı ve akımların bu kafada oldukları bir sır değildi elbette. Ama sosyalist adabın hiç olmazsa bazı asgari gerekleri çerçevesinde bu yazılı olarak dile getirilmezdi. Oysa 30 Mart seçimleri sonrası bu sınırın da aşıldığını görüyoruz.
Bu durum küçük-burjuva akımların Türkiye koşullarında üzerinde durdukları kaygan zeminin yadırgatıcı olmayan bir ürünüdür aslında. Türkiye’de sosyalist hareketin büyük bölümünün küçük-burjuva sosyalizmi zemininde durduğu bir sır değildir. Marksist Tutum’da bu olgu çeşitli görünüm ve yönleriyle ele alınıp işlenmiştir. Reformist olsun devrimci olsun bu akımların temel sorunu işçi sınıfından, yoksul emekçi kitlelerden kopukluk ve tutarlı bir proleter devrimci fikriyattan, anlayıştan yoksunluktur.
Bunda, Türkiye sol hareketinin başlangıçtaki birkaç yıllık kısa bir dönem dışında neredeyse bütünüyle Stalinist bürokrasinin yönlendiriciliği altında Kemalizmin bir sol eklentisi olarak gelişmesinin büyük bir rolü vardır. Bu zeminde Batıcı-laik Kemalist seçkincilik daima sola da sirayet etmiştir. Bunun görünümleri zaman içinde ve grup ve kişiler bakımından farklılık arz etse de öz değişmemiştir. Bu sol kesimler kendilerini ruhen, toplumun Batıcı-laik yaşam tarzını benimsemiş orta ve üst sınıflarına yakın hissederler. Lafzen aksi söylense de, halkçılık pozları kesilse de bu böyledir. Kaldı ki zaten bir tarihsel-siyasal eğilim olarak “halkçılık” bizatihi seçkinci bir akımdır. CHP’nin adında bile halk kelimesinin olması zaten yeteri kadar uyarıcı olmalıdır.
Bu temel zaaf, söz konusu solun, mevcut kamplaşma karşısında doğru bir duruş geliştirememesine yol açmıştır. Sosyalistlere düşen görev, bu kamplaşmayı kıran, onu aşan bir sınıf çizgisini temel alarak bu doğrultuda tutumlar, yaklaşımlar ve pratikler geliştirmektir. Egemenlerin birbiriyle çatışan değişik kesimlerinin körüklediği kamplaşmaya karşı sınıflar arasında bir kamplaşmayı öne çıkarmak ve bu temelde işçi sınıfının bilinçlenmesi ve örgütlenmesi için çalışmak; sorunun çözümü özet bir anlatımla budur. Oysa söz konusu sol kesimler, bunun yerine mevcut kamplaşmaya eklemlenerek buradan kendilerine güç devşirmeye çalışıyorlar ve böylelikle proleter sınıf temelinden kopukluklarını daha da pekiştiren, sınıf kimliğini daha da bulandıran bir çizgi izlemiş oluyorlar.
İşte esas olarak 30 Mart seçimleri sonrasında, bu çizginin adeta bir “strateji” katına yükseltilerek savunulduğunu görüyoruz. Beklenebileceği gibi bu konuda TKP ön almış durumda. Onca yolsuzluk, hırsızlık ifşaatına rağmen seçimlerde geniş yoksul emekçi kitlelerin büyük oranda AKP’ye oy vermiş olması karşısında öfkelenen TKP sözcüleri artık alenen bu kitlelerin “ümitsiz vaka” olduğunu savunup teorizasyonlara girişmiş durumdalar. Ancak bu yeni “trend” TKP ile sınırlı değil, temelde onunla aynı kulvarda yer alan ÖDP’nin önde gelenleri arasında da benzer sözler edenler var. Bu çevrenin başını çekenlerden biri olan Melih Pekdemir’in şu yazdıklarını örnek verebiliriz:
“Efendim, bundan böyle Zalim Şahıs’ın (ZŞ) ve şürekâsının yediği haltları sıralamak, bak işte yine yolsuzluk, zalimlik, hukuksuzluk yaptı filan diye yakınmak külliyen abesle iştigal. … Zalim Rejim’in artık konsolide olmuş (sağlam) bir kitle tabanı var. Ve bu kitle tabanının önemli bir kesimi milliyetçi ve dinci bağlılıklar ötesinde ve daha da vahimi ahlaksızlık ve yolsuzluk eksenindeki suç ortaklığıyla niteleniyor. Böyle bir suç ortaklığı duygusu ise daha saldırgan ve giderek daha militan bir kitle tabanı anlamına geliyor. Çünkü ZŞ destekçiliği yapmak suç ortağı olmaktır ve ona destek olanlar bu suçu bilerek işliyor. «Vebali» elbette büyük olacak. Hilesinin darasını alsak bile toplumun yüzde 40’ından fazlası hâlâ açık diktatörlüğe evet diyor. Lamı cimi yok.” (birgun.net)
Bir zamanlar Dev-Yol hareketinin liderlerinden olan ve bu kesim tarafından “teorisyen” addedilen birisinin, AKP’ye oy veren kitlelerin davranışının nedenleri ve hangi dinamiklere dayandığı konusunda sergilediği yaklaşımın gayri ciddiliğine dikkat edilsin! Pekdemir her zamanki gayri ciddi üslubu içinde söz oyunlarıyla dolu yazısında buradan ne sonuç çıkardığını söylemiyor ve üstü kapalı ifadeler kullanıyor. Ama “artık konsolide olmuş bir taban”dan, bu tabanın “ahlaksızlık ve yolsuzlukta suç ortaklığı” ettiğinden, bunu “bilerek” yaptığından, “vebalinin de büyük olacağı”ndan söz etmenin ne gibi bir sonuca işaret ettiği açıktır. Bu sonuç AKP’ye oy veren yoksul emekçi kitlelerin en hafif ifadeyle gözden çıkarılmasıdır.
Bu işin asıl süvariliğini yapan TKP’ye gelecek olursak bu cenahta daha büyük bir açık sözlülüğün olduğunu baştan belirtelim. Bu bakımdan Pekdemir’in açık açık söylemediği şeylerin de burada söylendiğini görüyoruz. TKP liderlerinden Kemal Okuyan’ın Pekdemir’le nasıl aynı tastan su içtiklerini görelim öncelikle: “Söylenenler doğrudur, diktatöre oy verenlerin küçümsenmeyecek bölümü bilerek, isteyerek hırsızlığı, zorbalığı, yalancılığı onaylamıştır.” Sonra ne olur ne olmaz kabilinden inandırıcılığı olmayan vecize kılıklı bir tevil cümlesi: “Halka kızılmaz, kapitalizme kızılır.” Bu cümlenin savunma amaçlı bir önalma cümlesi olduğu açıktır. Halk eğer “bilerek, isteyerek” hırsızlığı, zorbalığı, yalancılığı onaylamışsa doğrusu halka da kızılır. Ama sorun şu ki, hiçbir halk hiçbir zaman “bilerek, isteyerek” hırsızlığı, zorbalığı, yalancılığı onaylamaz! Kitlelerin kendiliğinden bilinç durumunu “bilerek, isteyerek” şekline sokmak sinsi bir el çabukluğudur. Peki sonra ne diyor Okuyan: “Ama halk dalkavukluğuna, hele bu dönemde, asla ve asla prim verilmemeli. Zaten, tarihte de örnekleri var, ama özellikle Haziran’dan sonra biz halk kavramını başka bir varlık için kullanıyoruz. Halk, kabullenmeyen, boyun eğmeyendir.” Neresinden tutsanız elde kalacak inciler. Önce şu “halk dalkavukluğu” meselesi: halk dalkavukluğu yapan kim? Meselâ solda seçimlere bakarak “halk neylerse güzel eyler” diyen birileri mi var? Böyle kimse yok. O zaman bu cümlenin ne maksatla yazıldığı anlaşılır hale geliyor. Halkın AKP’ye oy vermesinin gerçek sebep ve dinamiklerini anlamaya çalışmayalım çağrısıdır bu!
Devam eden Okuyan, AKP’ye oy veren kitlelerin halk olmadığını söylüyor. Halkın tanımı “kabullenmeyen, boyun eğmeyen”miş! Peki, halk olmayınca ne oluyor AKP’ye oy verenler? El cevap: “toplam” (“ortada kötücül olana tutunmuş bir toplam var”). Ancak TKP’de bu kitleler için icat edilecek yeni tanım konusunda henüz bir mutabakat oluşmamışa benziyor. Aynı çevreden bir başka yazar Can Soyer bu kitleyi “AKP türü toplumsallık” diye tanımlıyor. Bunun tanımını da şöyle veriyor: “zaman zaman tanık olduğumuz çarpıcı, inanılmaz ya da isyan ettirici örnekleriyle, karşımızdaki kalabalık «AKP türü toplumsallık» gibi bir kavramsallaştırmayı hak etmektedir. Diğer bir deyişle, «AKP türü toplumsallık», kuşkusuz daha iyisi bulunana kadar, bir sıfat ya da betimleme olmanın ötesinde, siyaset bilimi ve toplumbilimleri açısından ayrıksı bir kavram olarak kullanılmalıdır. Bencillik, çıkarcılık, yalancılık, adaletsizlik, yolsuzluk gibi özellikler artık tekil birey düzleminde tanımlanamayacak ölçüde toplumsallaşmıştır. Bu sıfatlar, bir kişiliği, karakteri ya da tiplemeyi değil, kolektif olarak paylaşılan, yeniden üretilen ve örgütlü bir toplumsallığı tanımlamaktadır.” Yani AKP’ye oy veren kitleler “bencillik, çıkarcılık, yalancılık, adaletsizlik, yolsuzluk” gibi sıfatlarla karakterize olan bir topluluk oluşturuyorlar! Bu sözlerin, Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi olsun fark etmez, tüm dinlerdeki bağnazların, hoşnut olmadıkları toplulukları ya da toplum kesimlerini damgalayıp lanetlerken kullandıkları sığ ahlâkçı söyleme benziyor olması bir tesadüf olabilir mi acaba? İşin aslı aynı dinsel fanatikler gibi, Batılı-seküler yaşam tarzına bir varlık/yokluk sorunu olarak sarılıp aklını yele vermiş küçük-burjuvanın bağnaz sayıklamaları ile karşı karşıyayız. Bu sayıklamalar tam da bu yaşam tarzını neredeyse bir din haline getirmiş olan ve bunun mistik bir sembolü olarak da Mustafa Kemal’i ilahlaştıran “Beyaz Türk” kitlelerin ruh halini yansıtmaktadır.
Bu örnekler sosyalist hareketin söz konusu kesimlerinin geniş yoksul emekçi yığınlara ne gözle baktıklarını, hangi sınıfsal zeminde durduklarını çarpıcı biçimde göstermektedir. Aynı yazar sosyalist hareket için stratejik hedefi de göstererek, bu “Beyaz Türk sosyalizminin” adeta esaslarını açıklıyor: “Bugün sosyalist hareketin toplumsal ve siyasal zemini, AKP karşısında direnişine devam eden toplumsallıktır. Kentli, seküler, modern karakteriyle dikkat çeken ve sık sık sola açık bir pratik de sergileyen bu toplumsallığın, esasında «orta sınıf» niteliği taşıdığı iddiası ise, koca bir yalandır. Ezici çoğunluğu, birçok temel parametre açısından emekçi sınıfın üyeleri olan bu topluluk, içinde yaşadığımız ülkede solun kök salıp yeşerebileceği yegane somut kulvar haline gelmiştir. Üstelik, nitelikli ve eğitimli işgücünün önemli bir kısmını kapsayan söz konusu toplumsallık, bu özelliğiyle Türkiye sosyalist hareketine, emekçi sınıfın öncü unsurlarıyla doğrudan iletişime geçmek şansı da sunmaktadır. Dolayısıyla, sosyalist hareket, hiç tereddütsüz, kendisini bu toplumsallığın bir parçası saymalı, çizginin «bu» tarafında olduğunu idrak etmeli, elitizm gibi laflara ise hiç kulak asmamalıdır… söz ettiğimiz topluluk, sadece hareketlilik potansiyeli açısından değil, kültürel, toplumsal ve düşünsel özellikleriyle de belirgin bir nitelik üstünlüğü sergilemektedir.”
Diğer hususlara geçmeden bir noktayı tespit etmek gerekiyor: bu akımlar yukarıdaki anlayışın doğal bir uzantısı olarak CHP’ye oy veren kitleleri AKP’ye oy veren kitlelerden daha muteber görmektedirler. Bu bir Marksist için büyük ayıptır. Şimdi soralım: CHP’ye oy veren kitleler, sosyalist mücadelenin verileri açısından bakıldığında, ne bakımdan daha muteber ya da daha ileri oluyorlar? İşçi sınıfının ve yoksul emekçi yığınların sorunlarına hitap eden taleplerin peşinden giderek mi, sözgelimi CHP’ye oy vermişlerdir? Bu kitlelerin çoğunlukla, kendi yaşam tarzları temelinde ve kendilerine vehmettikleri ayrıcalıklı ve üstün kimliğin tarumar olmasına duydukları tepkiyle hareket ettikleri bilinen bir olgudur. CHP, diyelim kavramın evrensel içeriğine uygun sosyal demokrat bir reform programıyla kitlelerin karşısına çıkmış, onlardan bu temelde oy mu almıştır? Meselâ emeklilik yaşını düşürmeyi, maaşları artırmayı, asgari ücreti yükseltmeyi, parasız sağlık, eğitim, ulaşım, konutu mu vaat etmiştir? Baskı ve yasaklamaların kaldırıldığı yeni yasalar ve bir demokratik anayasa mı sunmuştur? Kürt sorununun demokratik temelde bir çözümünü mü vaat etmiştir? Bunları uzatmak mümkün. Ama cevapların hep olumsuz olduğu da malûm.
Yazarın “orta sınıf” meselesi bağlamında söyledikleri doğrudur doğru olmasına, ancak yazar bunları söz konusu kitlelere bir güzelleme düzmek, onları olduklarından başka bir şeymiş gibi göstermek için bir örtü olarak kullanmaktadır. Gerçekte bu kitle bilimsel anlamda büyük oranda işçi sınıfı kategorisine girmekle beraber sınıf bilinci ve örgütlenmesine yatkınlığı, örneğin sanayi işçilerine göre çok daha az olan sınıf katmanlarını oluşturmaktadır. Psikolojik motivasyonları, kolektivist reflekslerinin zayıflığı, yaşam tarzları, kendilerine dönük elitist algıları bakımından büyük handikaplar barındırırlar. Bu açılardan bakıldığında AKP’ye oy veren kitleye göre çok daha küçük-burjuva zihniyetli ve üstünlük kompleksiyle malûl bir kitle söz konusudur.
Şimdi gelelim TKP sözcülerinin yukarıdaki türde tespit ve değerlendirmelerinden çıkardıkları politik yönelişe. Kemal Okuyan da diğer TKP sözcüsü de bu noktada benzer şeyler söylemekte. Ancak Soyer konuyu daha kapsamlı ve sistematik biçimde ele aldığı için ondan alıntı yapmak daha uygun görünüyor.
“Sosyalist hareketin, öncelikle ya da eşzamanlı olarak bu toplulukla temas ve diyalog kurmasını öneren stratejiler tereddütsüz reddedilmelidir. Sosyalist hareketin görevi, AKP toplumsallığıyla ilişkilenmek değil, onunla mücadele etmek, bu mücadeleyi toplumsal bir dinamik haline getirmektir. Söz konusu topluluğun büyük ölçüde yoksul ve emekçi oluşu gibi özellikler yanıltıcı olmamalıdır. Derin bir cehaletle ve gericilikle sarmalanmış AKP toplumsallığı ile pozitif bir ilişki, ancak sosyalist devrim sonrasında bir aydınlanma hamlesinin konusu olabilecektir. Verili anda ise, sosyalist hareketle söz konusu topluluk arasında tanımlanabilecek tek ilişki biçimi reddiye ve mücadeledir. Bu reddiye ve mücadele, elbette, sokakta AKP’li seçmen avına çıkmak anlamına gelmemektedir. Reddiye ve mücadele, bizi ve onları birbirinden ayıran tüm parametrelerin daha da fazla vurgulanması, iki topluluk arasında ihtilaf yaratan tüm farklılıklara daha fazla sahip çıkılması anlamına gelmektedir. Empati, saygı, ötekileştirme gibi sözlerle yaratılan çekiniklik, AKP karşıtı mücadeleyi kötürümleştirmekten başka bir sonuç yaratmamıştır, yaratmamaya da devam edecektir.”
Bu satırların çeşitli anlamları var elbette, ama öncelikle altını çizelim ki, önerilen strateji “kamplaştırmayı devam ettirelim, hatta bununla da yetinmeyelim daha da derinleştirelim” stratejisidir. O kadar ki, ta sosyalist devrime, hatta onun da sonrasına kadar bunu devam ettirelim! Burada sosyalist düşüncenin tüm ruhuna pervasızca aykırı bir anlayış sırıtmaktadır. Yani sanayi işçilerinin büyük bölümü, yoksul emekçi kitlelerin büyük bölümü sosyalistlerin ilgisi ve çalışma alanı dışında kalacak, dahası bunların içinde yer almadığı bir “sosyalist devrim” gerçekleşecek ve daha dahası bunlar devrimden sonra tabir caizse “ıslah” edilecekler! Ne güzel bir sosyalist devrim! Bunun tipik bir Stalinist diktatörlük tasavvuru olduğunu ve tam da böyle şeyler yaşandığı için bu diktatörlüklerin çöküp gittiklerini söylemeye gerek var mı?
TKP ileri gelenleri bu çerçevede mücadele stratejisi olarak “Haziran yolunu” öneriyor: “30 Mart’ın en açık biçimde gösterdiği şeylerden biri de, AKP’yle ve sırtını dayadığı toplumsallık ile mücadelenin en geçerli ve etkili yolunun Haziran’dakine benzer bir toplumsal muhalefet biçimi olduğudur.” Tasavvura göre, diğer kitle, öncü rolü verilen Haziran kitlesi tarafından “çözülecek ve etkisizleştirilecek”tir. Oysa bu körlüğün daniskasıdır. Tam da o yoldan gidilirse o geniş yoksul emekçi kitleler karşı safta daha da kemikleşirler ve işin karşılıklı bir kırım boyutuna kadar uzanma riski doğar. O kitlelerin hiçbir can alıcı sorununa hitap etmeyen, onları AKP’den ve düzenden koparacak talepler ileri sürmeyen, ama daha önemlisi onlarla hemhal olup onları örgütlemeyen bir hareketin başarısızlığa mahkûm olduğu açıktır. “Gezi parkına dokunulmasın”, “hükümet istifa”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi niteliği belli birkaç slogan ve talep dışında hiçbir toplumsal soruna ilişmeyen, ağır sorunların cenderesindeki işçi sınıfının sorunlarına yıldızlar kadar uzak olan bu kitle nasıl olup da “yüksek nitelikli” ve “öncü” bir kitle oluyor, bilen beri gelsin!
Bu zihniyetin taşıyıcılarının bir de kendi önlerine koydukları görevleri “zor” olarak tarif edip, kendi zavallı seçkinciliklerinin ürünü olan yalıtılmışlıklarını adeta cefakâr ve meşakkatli bir öncülük rolüne bağlamaları yok mu? Tam anlamıyla “güler misin, ağlar mısın” denecek bir durum. Efendim, onlar “başarı” uğruna (ya da “kitleselleşmek” uğruna) “halkın geriliklerine” prim verecek değillermiş! Kendiliğinden bilinç durumu içindeki tüm kitlelerin tanımı gereği türlü gerilikleri vardır. AKP’ye oy veren kitlelerin gerilikleri olduğu gibi, diğer kitlenin de gerilikleri vardır. Küçük-burjuva beyaz Türk sosyalistleri burada sadece belirli türde gerilikleri tercih etmiş oluyorlar ve ama bunları gerilik değil ilerilik olarak görüyorlar.
Burada örneklediğimiz anlayış hiç kuşkusuz bu keskinliğiyle en çok TKP’de ifadesini bulmaktadır. Ancak bu keskinlikle olmasa ve daha çelişkili görünümler arz etse de bu anlayış ruhen sosyalist hareketin daha geniş bir kesiminin muzdarip olduğu sakat bir anlayıştır. Diğer sosyalist kesimler seçimin ortaya koyduğu temel sonuçların derinlikli bir analizinden kaçınarak, meseleyi yüzeysel biçimde “düzenin aldatmacaları” ve bunun da bir uzantısı olan seçim hileleri gibi etmenlerle “açıklama” yoluna gitmişlerdir. Bu da son tahlilde devrimci bir işçi hareketinin temel yatağı olacak sınıf katmanlarının neden AKP’ye yöneldiklerini, bu katmanların davranışlarının dinamiklerini anlamaktan kaçma çabasıdır. TKP gibiler zaten baştan itibaren fiilen defterden silmiş oldukları bu katmanları şimdi alenen ve beyanen adeta düşman ilan ederken, diğerleri söz konusu işçi-emekçi kesimleri görmezden gelmeyi tercih etmişlerdir sadece. Temelde her iki eğilim de bu işçi-emekçi katmanlardan zihnen kopukluklarını ve bunu değiştirmeye niyetlerinin olmadığını ortaya koymuş olmaktadırlar.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekiyor ki, işçi sınıfının içinde devrimci bir sınıf çalışması yürütüp orada örgütlenmedikçe, kapitalist düzene ve onun siyasal temsilcileri olan AKP’sine, CHP’sine, MHP’sine, Kemalizmine, liberalizmine vs. karşı mücadele başarıya ulaşamaz. Beyaz Türk sosyalizminin gidiş yolu tam bir elitizmdir, tam bir bataklıktır. Doğru yol burjuva kamplaştırma stratejisini tümüyle boşa çıkaracak biçimde, sınıfın birliğini ön plana çıkaran bir yöneliş ortaya koymaktır, bu doğrultuda örgütlü devrimci çalışmayı ısrarla yürütmektir.
link: Levent Toprak, Beyaz Türk Sosyalizmi, Mayıs 2014, https://marksist.net/node/3458
Mısır’da Askeri Diktatörlüğün Kanlı Yüzü
Emperyalizm Sorunu Üzerine