20. yüzyılın başlarında Marksistler arasında emperyalizm sorunu çevresinde dönen tartışmaların üzerinden uzun yıllar geçti. Fakat bu tartışmalar içinde ortaya çıkan farklı eğilimlerin ve yanlış görüşlerin izleri günümüze dek uzanıyor. Üstelik, o günden bugüne dünyada nice olaylar ve değişimler yaşandı. Örneğin, kolonyalizm ve ulusal bağımsızlık sorunuyla ilgili tartışmalara temel oluşturan sömürge ülkelerin büyük bir çoğunluğu ulusal bağımsızlıklarını kazandılar ve kendi ulus-devletlerini kurdular. Ne var ki, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bu gelişmelere ilişkin olarak da Marksist saflarda ideolojik ve politik bir netlik sağlanamadı. Emperyalist sistemin eşitsiz ilişkilerinden kaynaklanan “bağımlılık” olgusu, sömürge ülkelerin sömürgeci ülkeye bağımlılığı ile neredeyse bir tutularak konu çarpıtıldı.
Bunun doğal uzantısı ise, anti-emperyalizmin proleter devrim mücadelesinin bizzat kendisi olarak ele alınmamasıydı. Anti-emperyalist mücadelenin Marksist içeriğini tamamen boşaltanlar, onu bir çeşit “ulusal bağımsızlık” mücadelesi anlayışına indirgediler. Böylece, aslında sömürge statüsünden kurtulup, kendi ulus-devletini kurarak kapitalizm temelinde yol alan ülkelerde de işçi sınıfının önüne bir “ulusal bağımsızlık” aşaması dikiliverdi! “Üçüncü Dünyacılık” denen siyasal akım sosyalizm mücadelesini bir çeşit “bağımsız ulusal kalkınma” stratejisine indirgedi. Böylece, az ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerin, emperyalistler sofrasındaki kıyasıya rekabet mücadelesinde kendilerine bir yer açmak üzere şu ya da bu emperyalist güce kafa tutmalarının altında bile “anti-emperyalizm” aranır oldu. Öte yandan, ezilen ulus burjuvazisinin siyasal bağımsızlığını kazanmak arzusuyla sömürgeci devlete tutum alışı da anti-kolonyalizm düzeyinden anti-emperyalizm düzeyine yükseltildi.
Çarpıtmalar bu kadarla da kalmadı. Kapitalist gelişme yolunda önemli mesafeler kaydetmiş bağımsız ulus-devletler, büyük emperyalist ülkelere bağımlı oldukları gerekçesiyle “yarı-sömürge” ilân edildiler. Ya da, emperyalizmin bir yeni sömürgecilik olduğu faraziyesinden hareketle, az gelişmiş kapitalist ülkeler birer “yeni sömürge” olarak nitelendiler. Aslında Stalinist tahrifatlar okulunun marifetleri biliniyor. Fakat işin asıl can sıkıcı tarafı, Stalinizmin karşısına doğru görüşlerle dikileceği varsayılan Troçkizm cephesinde de bu gibi tartışmalı konularda yanlış tutumların sergilenmesidir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeci imparatorlukların çöktüğü bir dünyada, çağdaş kapitalizmin özelliklerini yeniden ele almaya çalışan Ernest Mandel ve benzeri kimi Troçkistlerin yaptıkları “katkılar”, sorunları netleştirmeye hizmet etmedi. Tam tersine, pek çok noktada Lenin’in çözümlemelerinden bile geriye düşülerek, emperyalizm çağında işçi sınıfının temel siyasal hedeflerinin nasıl biçimleneceği konusunda bulanıklık yaratıldı. Üçüncü Dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerdeki küçük-burjuva milliyetçiliğine adapte olundu ve bu akımların başını çektiği ulusal kurtuluş mücadeleleri tıpkı Stalinistlerin yaptığı gibi anti-emperyalist mücadele olarak takdim edildi. Hatta bunların bir kısmı proleter devrimlerin gerçekleşmesi kapsamında sunuldu.
Geçmiş dönemler mazi olsa da bu sorunlar hâlâ önümüzde duruyor. Proletaryanın devrim mücadelesini güçlendirmenin yolu, dün olduğu gibi bugün de, her önemli sorunda doğru bir Marksist tutum almaktan, bu temelde netleşmekten geçiyor. Kapitalizmin emperyalizm aşamasının bizzat kendi özellikleri temelinde olgunlaşması, emperyalist yayılmacılığın özünün sömürge tekeline değil, daha zayıf kapitalist ülkeler ve bölgeler üzerinde hegemonya tesisine dayandığını gözler önüne sermiştir. Yine somut gerçeklere dayanarak vurgulamamız gerekir ki, sömürgecilik döneminin uzantısı olarak ortaya çıkan ve siyasal bağımsızlığına, yani kendi ulus-devletine sahip olmayan ezilen ulusların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşları da asıl olarak geçmiş dönemin kapatılmasına ilişkin bir hesaplaşmadır. Yanlış anlaşılmasın, günümüzde sayıları azalmış olsa da henüz siyasal bağımsızlığını kazanmamış ezilen ulusların ve sömürgelerin ulusal kurtuluş mücadeleleri tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi haklılıklarını korumaktadırlar. Ancak bugünün dünyasında “ulusal sorun” artık doğrudan kapitalizmin emperyalist aşamasının özellikleri temelinde biçimlenmektedir.
Güçlü emperyalist ülkelerin çeşitli uluslar üzerinde uyguladığı baskılar, bağımsız devletlerde silah zoruyla gerçekleştirilen siyasal iktidar değişiklikleri, bölgesel emperyalist savaşlarda farklı ulusların birbirine düşürülmesi, ulusal çelişkilerin emperyalist güçler tarafından keskinleştirilmesi çağımızın yakıcı gerçekleridir. Dolayısıyla, kapitalizmin emperyalist aşamasında ulusal sorunun artık ortadan kalktığı, aşıldığı söylenemez. Ama unutmayalım ki, Kürt sorunu gibi örneklerde asıl tartıştığımız konu, kendi ulus-devletinden yoksun ezilen ulusların dünden bugüne uzanan ulusal bağımsızlık sorunudur; bu temelde gelişen ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Eğer genel olarak ulusal eşitsizliklerden, baskılardan, haksızlıklardan, çatışmalardan söz ediyorsak, ulusal sorunun bu kapsamıyla ancak ve ancak kapitalist sistemin yıkılmasıyla yok edilebileceğini en baştan belirtelim.
Emperyalizm döneminde büyük kapitalist güçlerin daha güçsüz ulusları dize getirebilmesi için, onları sömürgeleştirmeleri, siyasal bağımsızlıklarından, kendi ulus-devletlerinden yoksun bırakmaları gerekmiyor. Emperyalist sömürü ve hegemonya mekanizması, siyasal bağımsızlığını kazanmış, kendi devletini kurmuş ulusların varoluşuyla çok da güzel uyuşuyor. Bu gerçekliğin kavranması için, 20. yüzyılın ikinci yarısında ve son dönemlerinde cereyan eden olaylara kısaca göz atmak yeterlidir. Örneğin, eski sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlığın kazanılması, emperyalist sömürü mekanizmasını hiç de sekteye uğratmamıştır. Keza emperyalist çıkarlar uğruna çıkartılan bölgesel savaşlarda ulusal ayrılıklar körüklenmiş, daha önce tek bir ulus-devlet çatısı altında yaşayan uluslar birbirlerine düşürülmüş, fakat sonuçta yeni sömürgeler değil, çeşitli emperyalist devletlerin nüfuz alanına giren yeni ulus-devletler biçimlendirilmiştir.
Kolonyalizmden Emperyalizme
Sömürge sözcüğü, Avrupa dillerindeki karşılığıyla koloni, metropol ülkeye bağlamak üzere bir başka memlekette yerleşilen yer demektir. Kolonyalizm ise, yeni topraklar ele geçirme, sömürgeci yayılmacılık anlamına gelir. Sömürgeleştirme, açık siyasal ilhaka, yani boyun eğdirilen ülkenin bağımsız siyasal ve hukuksal varoluş hakkının ortadan kaldırılmasına dayanıyordu. Sömürgeci ülke, sömürge durumuna düşürülen ülke üzerinde ekonomik, siyasal, hukuksal, askeri her türlü tasarruf hakkını kendi eline geçirmiş oluyordu. Ve bu, egemen ülkenin egemenlik altına alınan ülke üzerinde kurduğu mutlak tekel hakkı demekti. Sömürge ülke efendi değiştirmediği sürece, bir başka ülkenin o toprak parçası üzerinde benzer bir hak iddiasında bulunması ya da benzeri ekonomik avantajları elde etmesi mümkün değildi. Başka bir ülkenin ekonomisi ya da siyaseti üzerinde hak sahibi olabilmenin yolu, siyasal ilhaktan, sömürgeleştirmekten geçiyordu.
Kapitalizm altında sömürgecilik, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla uzanan ticari kapitalizm (merkantilizm) döneminde, özellikle coğrafi keşiflerde ve denizaşırı toprakların fethinde somutlandı. Bu yayılmacılık, sömürgeleştirilen ülkenin zengin hammadde kaynaklarına el konması, metropol ülkenin fazla nüfusunun bu yeni topraklara yerleştirilmesi üzerinde yükseldi. Serbest rekabetçi kapitalizm olarak adlandırılan dönemin (18. yüzyılın ikinci yarısı ve 19. yüzyıl) sonlarında ise, rekabetin tekelleşmeyi ortaya çıkardığı ve böylece kapitalizmin emperyalizm aşamasına ilerlediği bir geçiş evresi (1870-1900) yaşandı. Fakat sömürgeci İngiliz imparatorluğuna karşı rekabet mücadelesini sürdüren Almanya, İtalya ve Fransa, 1876-1900 yılları arasında gecikmiş biçimde yeni sömürgeler elde ederlerken, dünya da toprak bakımından paylaşılmış oldu.
20. yüzyılın başlangıcıyla birlikte içine girilen kapitalizmin emperyalizm aşaması, sanayileşmenin devasa boyutlara yükseldiği ve kapitalizmin kelimenin gerçek anlamında bir dünya sistemine dönüştüğü yeni bir dönemi başlattı. Daha önceki dönemlerin görece tek boyutlu ticari ilişkilerinin yerini, sermaye birikiminde muazzam atılımlar yapan tekelci güçlerin girift ilişkileri aldı. Mali sermaye, önündeki engelleri aşarak kârlı gördüğü her alana, her bölgeye, her ülkeye akmaya başladı. Kapitalist ülkeler arasında bitmek bilmeyen rekabet mücadelesi, daha önce sömürgecilik temelinde paylaşılmış olan toprakların yeniden paylaşılmasını, yani emperyalist savaşları gündeme getirdi.
Kapitalizmin emperyalist aşamasının özellikleri
Kapitalist gelişme süreci içinde, giderek daha büyük bir kaynaşma temelinde banka sermayeleri ile sanayi sermayeleri iç içe geçti ve böylece mali sermaye oluştu. Bankalar, mali sermayeyi yöneten uluslararası nitelikte kurumlar haline dönüştüler. Kapitalizmin emperyalist aşamasının temel özelliği olarak, tekeller belirleyici önem kazandılar. Emperyalizm mali sermayenin egemenliğine dayanan bir dünya sistemidir. Emperyalizm bir yeni-sömürgecilik sistemi olmayıp, uluslararası mali sermayenin nüfuz alanlarını yeniden ve yeniden paylaşmasına dayanan bir yayılmacılık tarzıdır. 20. yüzyılın başlangıcıyla birlikte kapitalizmin yükseldiği emperyalist aşamanın temel özelliklerini, Lenin’den hareketle, şu şekilde vurgulayabiliriz: 1) kapitalist tekelci birlikler, 2) banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması, 3) yabancı ülkelere sermaye ihracı, 4) dünyanın toprak bakımından paylaşımının çoktan tamamlanmış olması, 5) dünyadaki nüfuz alanlarının uluslararası ekonomik tröstler arasında paylaşılmaya başlanması.
20. yüzyılla birlikte, kapitalizmin en öne çıkan yönü sermaye ihracı oldu ve gelişmiş kapitalist ülkelerden ihraç edilen sermaye gittiği geri ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi hızlandırdı. Eski sömürge ülkeler kapitalist pazara entegrasyon açısından giderek daha elverişli hale gelmeye başladılar. Yani, sermaye ihracının yoğun olduğu bölgeler ve ülkeler, bu nedenle ekonomik açıdan eski dönemlerine oranla daha geri gitmediler. Tam tersine, aslında mali sermaye gruplarının yeterince kârlı bir yatırım alanı olarak görmedikleri ve sermaye ihraç etmedikleri eski sömürge ülkelerin birçoğu diğerlerine kıyasla daha geri durumda kaldılar. Açıktır ki bu değerlendirmeler, emperyalizmi, gelişmiş ülkelerin az gelişmişleri “geri bıraktırıcı” politikaları olarak ele alan “ulusal kapitalizm(!)” taraftarı sözde anti-emperyalistlerin hiç de işine gelmez. Fakat gerçek budur: Eşitsiz ve bileşik gelişme!
Emperyalizm mali sermayenin uluslararası yayılmacılığıdır, mali sermayenin imparatorluğudur. Aslında Marx’ın Kapital çözümlemelerinde tüm ipuçları verilen ve daha sonraki dönemlerde Lenin gibi devrimci Marksistlerin incelemelerine konu olan emperyalizm, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendini tam manasıyla ortaya koymuştur. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğiliminin sonucu olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde dev ölçülere ulaşan sermaye birikimi, kendini el yakan “sermaye fazlası”nda açığa vurur. Bu “sermaye fazlası”, kendisi için kârlı bir yatırım alanı bulabilme iştahıyla, ulusal sınırları aşmak ve ihraç edilmek zorundadır. Onun oluşumundaki ana etken, ulusal ölçekte yatırım olanaklarının tükenmiş olması ya da iç pazarın her türden ürüne doymuş olması değildir. Kapitalistlerin amacının, kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak olmadığını biliyoruz. Sermayeyi güdüleyen yegâne faktör, daha yüksek bir kâr oranı elde edebilme arzusudur. Bu temelde sermaye, daha kârlı gördüğü alanlara, ülkelere akış eğilimindedir. Bu nedenle de emperyalizm döneminin en belirgin özelliği, gerek gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki, gerekse gelişmişlerden orta ve azgelişmişlere –ya da bir ölçüde tersi– yönelen muazzam sermaye hareketidir.
Sömürgecilik siyasal hak gaspı, siyasal ilhak demekti. Oysa mali sermayenin dünya imparatorluğu, asıl olarak ekonomik ilhak, yani zayıf ülkelerin üzerinde hegemonya kurma ve bu temelde emperyalist güçlerin kontrol altına alacakları nüfuz alanlarının yaratılması anlamına gelir. Emperyalizm döneminde aslolan, büyük emperyalist ülkelerin siyasal bağımsızlığa sahip ülkelere bile boyun eğdirebilen ekonomik gücüdür. Bu dönemin alâmet-i farikası olan dev tekeller ve mali sermaye grupları, şu ya da bu ülke pazarına nüfuz edebilmek için birbirleriyle yarışır, pastayı güçleri oranında paylaşırlar. Kapitalizmin inanılmaz bir hızla geliştiği genç bir ülke olan ABD, asıl olarak sömürgeci rekabet temelinde değil, doğrudan yeni bir temelde, yani mali sermayenin dünya ölçeğinde yayılması temelinde yükselen ekonomik bir güç odağı olmuştur.
Emperyalizm aşamasına yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi mali sermayenin yayılmacılığı sayesinde aşmaya çalışır. Bazen küçük ulusların siyasal bağımsızlığını tanımak emperyalistler açısından daha kârlı olabilir. Siyasal ilhaka başvurmaksızın ekonomik ilhak gerçekleştirilebilir ve bu yola geniş ölçüde başvurulmaktadır. Emperyalist kapitalist sistem altında, bazı istisnalar dışında genelde eski sömürge ülkelerin çoğu siyasal bağımsızlığını kazanmış ve böylece asıl bağımlılığın ekonomik bağımlılık olduğu gerçeği olanca çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. Fakat dünya kapitalist sistemi işte budur; ekonomik açıdan sisteme bağlı olmaksızın, tek başına yalıtılmış biçimde yaşayan bir kapitalist ülke olamaz. Emperyalist kapitalizm altında güçlü kapitalist ülkeler, bu bağımsızlığa sahip tüm ülkeleri de bin bir türlü ekonomik mekanizmayla kendilerine bağımlı kılmaktadırlar. Ama bu, artık sistemin bir bütün olarak işleyişine içsel olan eşitsizlik temelinde karşılıklı bağımlılık olgusudur. Kapitalizm altında bu bağımlılıktan kurtulmak mümkün değildir. Ve daha da önemlisi, ekonomik bağımlılığı gerekçe göstererek, az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin bir zamanların sömürge ya da yarı sömürge ülkelerinde olduğu gibi bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermeleri gerektiğini ileri sürmek hiç doğru değildir.
Marksizmin kurucularının Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto gibi erken fakat temel eserlerinden itibaren, tüm çözümlemelerinde dünya ekonomisi kavramı çok önemli bir yer tutar. Dünya ekonomisi, kapitalizmin emperyalizm aşamasında giderek çok daha belirginleşen bir biçimde ete-kemiğe bürünür. Bu nedenle, emperyalizm çağında kapitalist üretim tarzının tüm unsurlarını (üretici güçler, üretim ilişkileri, işbölümü, artı-değerin üretilmesi ve bölüşülmesi, pazarlar, fiyatların oluşumu vb.) artık ulusal değil, uluslararası ölçekte kavramak gerçek bir zorunluluk haline gelmiştir. Günümüzde moda olan globalleşme (küreselleşme) gibi tüm tanımlamalar, aslında kapitalizmin 20. yüzyılda ulaştığı ve halen de içinde yaşamakta olduğumuz son evresini, yani mali sermayenin egemenlik çağını, kısaca emperyalizm olarak adlandırdığımız bu çağı anlatmaktadır. Günümüzde kapitalizm, tek bir dünya pazarında somutlanan ve irili ufaklı tüm kapitalist ülkeleri –bu arada Stalinist bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte kapitalistleşme yolunu tutan ülkeleri de– kucaklayan, uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten bir dünya sistemidir.
Tekelleri doğuran bizzat serbest rekabetin kendisidir. Ancak tekellerin varlığı kapitalist rekabeti ortadan kaldırmaz. Yani, tekel ve rekabet olgularının skolastik bir mantıkla birbirini dışlar tarzda ele alınması yanlıştır. Kapitalist gelişimin diyalektiği içinde, tekel ve rekabet birbiriyle çelişen fakat birlikte var olan bir bütünsellik oluşturur. Rekabet tekeli doğurur; ama rekabetin tekelleşme yoluyla aşılmaya çalışılması, bir üst düzeyde rekabeti, yani tekeller arasındaki rekabeti yaratır. Bir an için düşünecek olursak, böyle bir hareketin kendi diyalektiği içinde varabileceği nihai sonuç, rekabeti tamamen dışlayacak olan bir “tam tekel” durumu olabilirdi. Ama bu, özel mülkiyete dayanan kapitalist üretim ilişkilerinin reddi demektir. Zaten emperyalist dönemin Marksist analizi, kapitalizmin en yüksek aşamasının gittiği bu yönü gösterir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, yani tekelleşmenin niceliksel gelişimi giderek niteliksel bir dönüşümü zorlamaktadır. Emperyalizm dönemi ilerledikçe tekelleşmenin ulaştığı boyutlar, üretimin alabildiğine toplumsallaşması, kapitalizmin neredeyse kendi özünü inkâr ettiği bir noktaya doğru hızla ilerlemesi anlamına gelir. Kuşkusuz ki bu Marksist analiz, kapitalizmin tekelci gelişiminin içerdiği ana eğilime, onun gidişatına, onun yerini komünizmin alması gerektiğine işaret ediyor. Ancak kapitalizm kendiliğinden, doğal bir evrimin sonucunda yerini komünizme bırakmayacaktır. Bu niteliksel dönüşümün olabilmesi için proleter devrimlerle dünya kapitalist sisteminin yıkılması zorunludur.
Büyük kriz dönemlerinde zor duruma düşen sermaye gruplarının, sermayenin vatanı yoktur prensibinden hareketle kendilerine daha güçlü “yabancı” ortaklar aramaları kapitalist işleyişin dayattığı bir zorunluluktur. Tekelci kapitalizm, tekelci evlilikler demektir. Ve bu türden evliliklerde de “gelin” ya da “damat”ın ulusdaş olması değil, ekonomik çıkarlar önemlidir. Orijinleri itibarıyla bir ulus-devlete dayanan her bir sermaye grubu, rekabet mücadelesinde başı sıkıştığında kendi ulus-devletini imdada çağırsa da, emperyalizm aşamasına yükselmiş kapitalizm işte böyle çelişik bir karaktere sahiptir. Hem birleşme, hem kapışma! Hem gerektiğinde ulus-devletin kanatları altına sığınma ihtiyacı, hem de ulus-devletin dar sınırlarını aşma çabası içinde milliyetine bakmaksızın gerçekleştirilen dünyasal evlilikler! Yani, sermayenin bütünleşme eğilimine rağmen, ulusal bölünmüşlükten azade, adeta dünya devletlerinden kopup bulutlar üzerinde gezinen soyut bir uluslararası sermaye yoktur. Fakat, belirttiğimiz çelişkili işleyiş içinde ve çok yönlü ekonomik ilişkilerin sonucunda, büyük mali sermaye grupları yine de ayaklarını tek bir ulus-devlet zeminine basmaktan ziyade giderek uluslararası bir karakter kazanırlar.
Emperyalist ülkeler ve farklı sermaye grupları uluslararası alanda girift ilişkiler içinde olsalar da, bu rekabet içindeki bir birlikteliktir. Dolayısıyla bazı dönemlerde rekabetin alabildiğine kızışması, emperyalist ülkelerde daha çok silahlanma ve savaş yönünde bir eğilim doğurur. Kapitalist sistemin verili ekonomik güç dengesinde önemli değişimler yaşandığında ve hegemonya krizi derinleştiğinde, emperyalist güçler kozlarını yeniden paylaşmak üzere dünya siyasetini silahların eşliğinde yürütmek zorunda kalabilirler. Emperyalist çağın ayrılmaz parçası hegemonya savaşlarıdır. Emperyalizm çağında sermayenin ulusal sınırları aşma gereksinimi nedeniyle, tekelci rekabet uluslararası boyuta sahiptir. Büyük kapitalist devletler, sürüm pazarları, hammadde pazarları ve sermaye yatırım alanları üzerinde egemenlik kurabilmek amacıyla birbirleriyle yarışırlar. Kapitalist üretimin yükseliş dönemlerinde bu yarış görece barışçıl koşullarda sürdürülebilir olsa da, büyük ve derin kriz dönemlerinde rekabet mücadelesini eski yöntemlerle sürdürmek olanaksız hale gelir. Böylesi dönemlerde emperyalist devletlerin nüfuz alanları üzerindeki hegemonya mücadelesi, açık paylaşım savaşlarına dönüşebilir.
Emperyalist savaşlar, emperyalistler arası kapışma politikasının askeri yöntemlerle sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Emperyalist savaşlar, militarizm, dünyadaki nüfuz alanlarının yeniden paylaşılmasına eşlik eden şiddet politikası, tüm bunlar emperyalist çağın ayrılmaz parçalarıdır. Bu nedenle, emperyalizmi mali sermayenin politikalarından biri olarak gören ve barışçı bir kapitalizme geçileceği düşünü yayan Kautsky gibilerin siyasal açıdan mahkûm edilmesi gerekir. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya kavgasını yansıtan çeşitli bölgesel savaşlarla kanıtlandığı üzere, günümüzde de “barışçı kapitalizm” tehlikeli bir düştür. Emperyalist çağa damgasını basan hegemon güç ABD örneği, mali sermayenin saldırgan yayılmacılığının açık göstergesidir. Amerikan emperyalizminin hegemonyası altında geçen yıllar, bu hegemonyanın sürdürülebilmesinin ve çeşitli bağımsız devletlere dayatılabilmesinin yolunu da çok açık biçimde gözler önüne sermiştir. Emperyalizm, çeşitli uluslar üzerinde baskı, onların içişlerine karışma, siyasal komplolar, siyasal gangsterlik ve en önemlisi de emperyalist savaşlar demektir. Emperyalist ülkeler işlerine geldiğinde ulusal ayrılıkları körüklemekte, farklı ulusları birbirine düşürerek yeni ulusal sorunlar yaratmaktadırlar. Ayrıca, emperyalist güçlerin çıkarttığı bölgesel savaşlarda, savaşa konu olan ülkelerin toprakları işgale uğrayabilir ve bu nedenle de ulusal sorun yeniden ve yeniden gündeme gelebilir.
Emperyalizme karşı mücadelede doğru tutum
Anti-emperyalist mücadele ulusal kurtuluş mücadelesine indirgenemez. Artık genelde karşımızda, kendi siyasal kurumları, kendi burjuva egemenlik aygıtlarıyla kapitalist devletler vardır. Bir zamanlar öne çıkan “ezen ve ezilen ulus” sorununun yerini, artık kapitalist devlet altında “ezen ve ezilen sınıf” sorunu almıştır. Fakat yine de, çeşitli emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabet ve hegemonya mücadelesinde, herhangi bir nüfuz alanını yeniden paylaşmak amacıyla çıkarttıkları ve çıkartacakları savaşlar karşısında doğru bir tutum alma gereği devam ediyor. Evet, komünistler ulusların kaderini tayin hakkını savunurlar, emperyalist ülkelerin askeri müdahalelerine ve toprak ilhaklarına karşı çıkarlar. Ezilen ulusların siyasal bağımsızlık mücadelelerini haklı bulur ve desteklerler. Fakat tüm kapitalist ülkelerde, komünistler, savaşın yarattığı devrimci durumdan proleter devrimin gerçekleşmesi için yararlanmayı başa alırlar. Emperyalist devletlerin askeri müdahalelerine karşı mücadele, burjuvaziyle “ulusal birlik”i (!) savunmak ya da burjuva iktidarların varlığını güçlendirmek için değil, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi uğruna yürütülmelidir.
Haksız bir emperyalist saldırı karşısında, saldırıya uğrayan ülkenin kendi kaderini tayin hakkı doğuyorsa da, devrimci proletaryanın görevi asla bu hakkın kabulü noktasında bitmemektedir. Tam tersine, asıl görev tam da bu noktada başlamaktadır. Çünkü, ulusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi kitlelerin, elde silah cephelerde ölümlere koşup ülkeyi işgalden kurtarmaya çalıştığı haklı savunma savaşlarında bile, burjuvazinin tek bir amacı vardır. Yalnız ve yalnızca kendi burjuva düzeninin korunması ve güçlendirilmesi! Egemen burjuvazinin, ulusun kaderini tayin hakkından anladığı budur, asla daha ötesi değil! O halde böylesi koşullarda mücadele yürüten devrimci proletaryanın görevi, ulusun öncüsü olabilmek ve emekçi kitlelerin gerçekten de kendi kaderlerini tayin edebilmelerinin yolunu açmaktır. Sıcak savaş ortamlarında, tüm kapitalist ülkelerde işçiler, kendi ülkelerindeki burjuva iktidarlarına son vermek, emperyalist savaşları iç savaşa çevirmek üzere ileriye atılmalıdırlar. Günümüz dünyasında emperyalistlerin kışkırttığı bölgesel savaşlarda “burjuvazinin küçüğünü büyüğüne karşı destekleyeyim” diyerek sözde bir anti-emperyalizme savrulanlar, saldırıya uğrayan ülkelerde ortaya çıkan devrimci durumları da görmezden gelmektedirler. Ve zaten tüm emperyalist devletlerin esas korkusu da, küçük bir kapitalist devletin büyüğüne kafa tutması değil; küçük büyük herhangi bir kapitalist ülkede proleter devrimin patlak vermesidir.
Emperyalizme karşı savaşımı, ulusların kaderlerini tayin hakkının kabulü ile sınırlayan bir siyaset burjuva reformizminden öteye geçemez. Emperyalizme karşı mücadeleyi, yalnızca ilhaklara karşı çıkmaya indirgeyen ve böylece emperyalizmin ekonomik temellerine cephe almayan bir siyaset, anti-emperyalist değildir. Ne zaman ki ilhaklara ya da ulusal baskıya karşı başlayan bir mücadele, emperyalist sistemin ekonomik temellerine karşı da yönelir, işte ancak o zaman anti-emperyalist bir nitelik kazanmış olur. Fakat mücadelenin bu boyutlara yükseltilmesi ne burjuvazinin ne de küçük-burjuvazinin derdi değildir. Ulusal ezilmişliğe karşı ortaya çıkabilecek herhangi bir mücadelenin anti-emperyalist bir başkaldırıya dönüşebilmesi ancak ve ancak devrimci proletaryanın sorunudur. Burjuvazinin hiçbir kesiminden anti-emperyalizm beklenemez! Aslında, küçük-burjuvaziden de tutarlı bir anti-emperyalizm beklenemez! Küçük-burjuva demokratların anti-emperyalist mücadele anlayışları yarım yamalaktır; çünkü bunlar, emperyalist politikalarla kapitalist işleyişin ekonomik temelleri arasındaki çözülmez bağları görmezden gelirler. Emperyalizmin karşısına “ulusal kapitalizm”i çıkartarak, emperyalizmden bağımsız bir kapitalizmin de pekâlâ mümkün olabileceği hayalini yayarlar. Emperyalizmi, tüm kapitalist ülkeleri kaçınılmazlıkla içine alan dünya kapitalist sistemi olarak kavramaktan acizdirler ya da böyle kavramak işlerine gelmez. Oysa kapitalizmin bu en yüksek aşaması, dünya ölçeğinde proleter devrimin koşullarının olgunlaşmasından, sosyalizmin maddi temellerinin döşenmesinden başka bir anlama gelmiyor. Bir dünya sistemi düzeyine yükselen kapitalizm, aslında kendi sonuna doğru ilerliyor.
[Elif Çağlı tarafından Kolonyalizmden Emperyalizme adlı kitabından kısaltılarak hazırlanmıştır]
link: Elif Çağlı, Emperyalizm Sorunu Üzerine, 25 Mayıs 2014, https://marksist.net/node/3460
Beyaz Türk Sosyalizmi
Seçimlere Yansıyan Erkek Egemen Zihniyet