

Bölüm 23: Faiz ve Girişimci Kazancı
Önceki iki bölümde görmüş olduğumuz üzere, faiz başkasının parasını ödünç alarak sermaye olarak kullanan faal sanayici ya da tüccarın, elde ettiği kârdan para sahibi kişiye verdiği kısımdır. Faal kapitalist şayet yalnızca kendi sermayesini kullanıyorsa böyle bir kâr bölüşümü olmaz ve kârın hepsi onun olur. Açık ki, kârın bir bölümünü faize dönüştüren ve genel olarak faiz kategorisini yaratan şey, kapitalistlerin para kapitalistleri ile girişimci kapitalistler olarak ikiye ayrılmasıdır. Faiz oranını yaratan şey de, işte bu iki tür kapitalist arasındaki rekabettir.
Sermaye yeniden üretim sürecinde iş gördüğü sürece, kapitalist kişi bir birey olarak bu sermayenin toplamı üzerinde değil, ancak gelir olarak harcayabileceği kâr kısmı üzerinde tasarrufta bulunabilir. Zira sermayesi üretim sürecine bağlanmış durumdadır. Sermaye sahipliği kapitaliste, o bunu emeği sömürmek için kullandığı sürece başka bir şekilde tasarrufta bulunma olanağını vermez. Para kapitalisti için de aynısı geçerlidir. Sermayesini para-sermaye olarak ödünç verdiği sürece faiz kazancı elde eder ama anaparası üzerinde tasarrufta bulunamaz. Bu durum, sermayesini bir ya da çok yıllığına ödünç verdiğinde ve belirli vadelerde anaparası kendisine geri dönmeksizin faiz elde ettiğinde açıkça belli olur. Diyelim sermayesi geri dönmüş olsa bile bir şey değişmez, zira anaparası para-sermaye olarak işlev yaptığı sürece o bunu tekrar borç vermek durumundadır. Anaparasını kendi elinde tuttuğu sürece, ona ne faiz getirir ne de sermaye olarak iş görür; sermaye olarak iş gördüğü sürece ise onun elinde bulunmaz. Anaparanın süresiz olarak ödünç verilmesi olasılığı işte bundan kaynaklanır.
Şayet faiz sıfır olsaydı, sermaye ödünç alan kapitalist ile kendi sermayesiyle çalışan kapitalist aynı durumda olurdu. Her ikisi de aynı ortalama kârı elde eder ve sermaye ister ödünç alınmış ister sahip olunmuş olsun kâr ürettiği sürece sermaye olarak hizmet ederdi. “Bunlar kapitalistler olarak iş gördükleri sürece, ödünç alınmış sermayeyle iş gören kapitalist ile kendi sermayesiyle iş gören kapitalist arasındaki tek fark, birinin faiz ödemek zorunda olması ve diğerinin olmamasıdır.” Bu noktada gündeme gelen soru şudur: Ödünç alınmış olsun ya da olmasın, kârın net kâr ve faiz şeklindeki nicel bölünmesi, nasıl oluyor da nitel bir bölünme halini alıyor? Bu soruyu yanıtlamak için, faiz oluşumunun gerçek başlangıç noktası üzerinde biraz daha durmak gerekir. Para kapitalisti ile üretken kapitalistin birbirlerinin karşısına yalnızca farklı tüzel kişiler olarak değil, yeniden üretim sürecinde tümüyle farklı roller oynayan kişiler olarak çıktıkları varsayımından hareket etmemiz gerekir. “Biri sermayeyi yalnızca ödünç verir, diğeri onu üretken bir şekilde kullanır.”
Borç sermaye ile çalışan üretken kapitalistin elde ettiği brüt kâr iki kısma ayrılır: borç verene ödemesi gereken faiz ve bu faizin dışında kalan kendi kâr payı. Bu son kısım, eğer genel kâr oranı veri ise faiz oranıyla, faiz oranı veriliyse genel kâr oranıyla belirlenir. Toplam kârın gerçek değer büyüklüğü olan brüt kâr ortalama kârdan sapabilecek olsa bile, faal kapitaliste ait olan kısmı faiz belirler. “Çünkü faiz, (özel hukuki şartlar bir yana bırakıldığında) genel faiz oranıyla saptanır ve faizin, üretim sürecinin başlamasından önce, yani bunun sonucu olan brüt kârın elde edilmesinden önce alınmış olduğu varsayılır.” Sermayenin asıl özgül ürünü artı-değer ya da daha doğrusu kârdır. Ama ödünç alınan sermayeyle çalışan kapitalist için bu ürün toplam kâr değil, faizin ödenmesinden sonra kârdan kendisine kalan kısımdır. Kârın bu kısmı ona, iş gördüğü kadarıyla sermayenin ürünü şeklinde görünür; çünkü kendisi faal sermaye şeklindeki sermayeyi temsil eder. O halde, kârın ona kalan kısmı, borç verene brüt kârdan ödemesi gereken faizin aksine, zorunlu olarak sanayi ya da ticaret kârı biçimini alır ya da her ikisini de kapsayan bir ifade kullanacak olursak “girişimci kârı” (girişimci kazancı) şekline bürünür.
Kâr oranının yalnızca artı-değere değil, çok sayıda başka koşula (üretim araçlarının alım fiyatlarına, ortalamadan daha üretken yöntemlere, değişmez sermayedeki tasarruflara vb.) bağlı olduğunu görmüştük. “Kâr oranı, özel koşullara ve her bir ticari işlemde kapitalistin daha çok ya da daha az kurnaz ve çalışkan olmasına, üretim fiyatından fazlasına ya da azına alım satım yapıp yapmamasına ve bunun derecesine, dolayısıyla da dolaşım süreci içinde toplam artık değerin daha büyük bir kısmına mı yoksa daha küçük bir kısmına mı el koyduğuna bağlıdır.” Sermayenin borç alınması durumunda brüt kârın nicel bölünmesi nitel bir bölünmeye dönüşür. Bu durumda kârın faal kapitalistin payına düşen kısmı, ona sanayide ya da ticarette girişimci olarak yerine getirdiği işlevlerden kaynaklanan girişimci kârı olarak görünür. Ödediği faiz ise, ona, sermaye mülkiyetinin sermayenin yeniden üretim sürecinden soyutlanmış ürünü olarak görünür. Brüt kârın iki kısmı arasındaki bu nitel ayrım nesnel bir olguya dayanır. Çünkü faiz, para kapitalistine, yani üretim sürecinin dışında olan ve sermaye mülkiyetinden başka bir şeyi temsil etmeyen borç verene gider; girişimci kârı ise sermayenin sahibi olmayan ve sadece faal olan kapitaliste gider. “Brüt kârın bu iki bölümünün, sanki özsel olarak farklı iki ayrı kaynaktan doğuyorlarmışçasına bu şekilde kemikleşmesi ve bağımsızlaşması, şimdi, kapitalistler sınıfının bütünü ve toplam sermaye için de geçerlilik kazanmak zorundadır.”
Kendi sermayesiyle çalışan kapitalist de, brüt kârını sanki kendisine sermaye ödünç veren kişiymiş gibi, kendisine düşen faiz ile faal kapitalist olarak kendisine düşen girişimci kârına ayırır. Böylece faiz, artık brüt kârın zaman zaman ortaya çıkan bir bölünmesi olarak görünmeyecek biçimde genel bir yerleşiklik kazanır. Burada söz konusu olan, yalnızca kârdan farklı kişilere ayrılan farklı paylar değil, sermayenin farklı yönleriyle ilişkisi bulunan iki farklı kâr kategorisidir. Bu noktada, brüt kârın faiz ve girişimci kârına bölünmesinin, toplam sermaye ve tüm kapitalistler sınıfı için nitel bir bölünme karakterini kazanmasının nedenleri kolaylıkla görülebilir.
Marx, tarihsel açıdan bakıldığında faiz getiren sermayenin, kapitalist üretim tarzının ve ona karşılık gelen sermaye ve kâr kavramlarının ortaya çıkmasından çok önce var olduğunu belirtir. “Para-sermaye, yani faiz getiren sermaye, halkın zihninde işte bu nedenle hâlâ sermayenin kendisidir, türünün en iyi örneği olan sermayedir.” “Ödünç verilen sermayenin, gerçekten de sermaye olarak kullanılsa da kullanılmasa da (sadece tüketim için ödünç alınsa bile) faiz getirmesi, sermayenin bu biçiminin bağımsız olduğu düşüncesini pekiştirir.” Kapitalist üretim tarzının ilk dönemlerinde faizin kârdan ve faiz getiren sermayenin sanayi sermayesinden bağımsız görünmesinin en iyi kanıtı, faizin brüt kârın bir kısmından başka bir şey olmadığının ancak 19. yüzyılın ortasında keşfedilmiş olmasıdır. Sanayici kapitalistin kendi sermayesiyle mi yoksa ödünç alınmış sermayeyle mi çalıştığı, para kapitalistleri sınıfının onun karşısına özel bir kapitalistler türü olarak çıkması olgusunu hiçbir şekilde değiştirmez.
Nitel açıdan bakıldığında, faiz, sermayenin sadece mülkiyetinin sağladığı, sahibinin yeniden üretim sürecinin dışında kalmasına rağmen sermayenin kendisinin getirdiği artı-değerdir. Nicel açıdan bakıldığında ise, kârın faizi oluşturan kısmı para-sermayeyle ilişkili görünür ve faiz oranı bu ilişkiyi güçlendirir. Açık ki, şayet tüm sermaye sanayici kapitalistlerin ellerinde bulunsaydı, faiz de faiz oranı da var olmazdı. Sanayici kapitalist kendisini para kapitalistiyle karşılaştırırsa, kendisini ondan ayıran tek şey, brüt kârın faiz dışındaki fazlası olarak girişimci kârıdır. “Diğer yandan, kendisini, ödünç alınmış sermaye yerine kendi sermayesiyle faaliyette bulunan sanayici kapitalistle karşılaştırırsa, bu kapitalisti kendisinden ayıran tek şey, faizi başkasına ödemek yerine kendi cebine indirdiğinden, para kapitalisti olmasıdır.”
Meseleye tek bir kapitalist açısından bakıldığında, o, sermayesini faiz getiren sermaye olarak ödünç verme ya da üretken sermaye olarak bizzat değerlendirme seçeneklerine sahiptir. Ama bunu, kimi vülger iktisatçıların yaptığı gibi toplumun toplam sermayesine uygulamak ve hatta kârın nedeni olarak gösterecek kadar ileriye gitmek tam anlamıyla mantıksızlık olur. Toplam sermayenin asıl kısmıyla üretim araçlarını satın alacak ve bunları değerlendirecek kişiler olmaksızın, bütün sermayeyi para-sermayeye çevirme fikri doğal olarak çok saçmadır. “Bu düşüncede saklı bulunan daha büyük saçmalık, kapitalist üretim tarzı temeli üzerinde, sermayenin, üretken sermaye olarak iş görmeden, yani faizin sadece bir kısmını oluşturduğu artı-değeri üretmeden faiz getirebileceği; kapitalist üretim tarzının, kapitalist üretim olmadan işleyebileceği düşüncesidir. Kapitalistlerin aşırı derecede büyük bir kısmı sermayelerini para-sermayeye dönüştürmek isteseydi, bunun sonucu, para-sermayenin muazzam derecede değersizleşmesi ve faiz oranının muazzam derecede düşmesi olurdu; kapitalistlerin pek çoğu, hemen, bunların faizleriyle yaşamanın olanaksızlığı durumuyla karşılaşır, dolayısıyla da yeniden sanayici kapitalistlere dönüşmek zorunda kalırdı.”
Görmüş olduğumuz üzere, faiz ve girişimci kârı artı-değerin parçaları olmalarına karşın, kapitalist işleyişte birbirlerine karşıtlıklarıyla var olurlar. Kârın bir kısmı faize dönüştüğünden, kârın diğer kısmı girişimci kârı olarak görünür. “Burada kâr derken her zaman ortalama kârı kastediyoruz, çünkü bireysel kârın ya da farklı üretim alanlarındaki kârın sapmaları (yani ortalama kârın ya da artı-değerin bölüşümündeki rekabet mücadelesinden ve başka koşullardan kaynaklanan farklılaşmalar) burada bizim açımızdan tümüyle önemsizdir. Bu, genel olarak, aşağıdaki incelemenin tümü için geçerlidir.”
Faiz, sermaye sahipliğinin sermaye sahibine getirdiği net kârdır. “Paranın ve genel olarak değerin sermayeye dönüşmesi nasıl kapitalist üretim sürecinin değişmez sonucuysa, sermaye olarak varlığı da aynı sürecin değişmez ön koşuludur. Kendisini üretim araçlarına dönüştürme yeteneği sayesinde, sürekli olarak karşılığı ödenmemiş emeğe komuta eder ve dolayısıyla metaların üretim ve dolaşım süreçlerini, sahibi için, artı-değer üretimine dönüştürür.” Demek ki, gerçek üretim sürecinde üretim araçları şeklini alan değerin, bağımsız bir güç olarak canlı emek gücünün karşısına çıkmasının ve karşılığı ödenmemiş emeğe el koymasının bir aracı olmasının ifadesidir. Değerin böyle bir güç olmasının nedeni de, işçinin karşısına başkasının sahip olduğu sermaye olarak çıkmasından başka bir şey değildir. Ama söz konusu faiz olduğunda, para sahibinin sermayesinin ücretli emekle bu karşıtlığı görünmez olur, çünkü faiz getiren sermayenin bizzat karşıtlık içinde bulunduğu şey ücretli emek değil üretim sürecine giren faal sermayedir. Borç veren kapitalist, kapitalist üretim koşullarında üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun bırakılan ücretli emekçinin değil, yeniden üretim sürecinde fiilen iş gören kapitalistin karşısında yer alır. Faiz getiren sermaye, işlev gören sermayeden farklı ve mülkiyet olarak sermayedir. “Ama sermaye iş görmediği sürece, işçiyi sömürmez ve emekle herhangi bir karşıtlık içinde bulunmaz.”
Diğer yandan, ücretli emekle karşıtlık içinde olan artı-değer üreten sermayedir; girişimci kârı ise faizle karşıtlık içindedir. Birincisi: Ortalama kâr verili kabul edildiğinde, girişimci kârının oranı ücretle değil faiz oranıyla belirlenir. Girişimci kârı, faiz oranıyla ters orantılı olarak yüksek ya da düşüktür. İkincisi: Faal kapitalist, girişimci kârı üzerindeki hak iddiasını genel anlamda sermaye sahibi olmasından değil, sermayesinin faal sermaye olmasından türetir. Girişimci kârı sermayenin yeniden üretim sürecindeki işlevinden kaynaklanır, yani faal kapitalistin sanayi veya ticaret sermayesinin işlevlerini yerine getiren faaliyetinin bir sonucudur. “Ama faal sermayenin temsilcisi olmak, faiz getiren sermayenin temsilciliği gibi zahmetsiz bir iş değildir. Kapitalist üretimde, kapitalist, hem üretim sürecini hem de dolaşım sürecini yönetir.” Üretken emeğin sömürülmesi bir çaba harcamayı gerektirir. Dolayısıyla, kendi girişimci kârı ona, faizin aksine, sermaye mülkiyetinden bağımsız bir şey, daha çok sanki sermaye sahibi olmayan bir kimse, bir emekçi olarak üstlendiği işlevlerin sonucuymuş gibi görünür.
Bu nedenle, girişimci kapitalistin kafasında, zorunlu olarak, kendi girişimci kazancının emeğin denetim ve yönetimiyle ilgili ve sıradan bir işçininkinden yüksek bir ücret olduğu düşüncesi yer eder. Girişimci kazancının faizle karşıtlığı içinde, faal kapitalistin işlevinin artı-değer ürettirmek, yani başkalarının karşılığı ödenmeyen emeğine el koymak olduğu gerçeği tümüyle unutulur. Kârın ve şu halde artı-değerin bölündüğü faiz ve girişimci kârı kısımlarının zıt biçimleri nedeniyle, bu bölünmenin artı-değerin niteliği, kökeni ve varlık koşullarında hiçbir şeyi değiştirmediği unutulur. Ayrıca, faal kapitalistin işçileri kendisi için çalıştırma ya da üretim araçlarına sermaye olarak iş gördürme işlevini ancak işçiler karşısında üretim araçlarının temsilciliğini yaparak yerine getirebileceği de unutulur. Bunun nedeni, sermayenin yeniden üretim sürecindeki işlevi ile yeniden üretim sürecinin dışındaki salt sermaye mülkiyeti arasındaki karşıtlıktır.
Kârın faiz ve girişimci kazancı olarak aldıkları biçim, emekle herhangi bir ilişkiyi ifade etmez. Çünkü bu ilişki, yalnızca bu iki kısmın toplamı ve birliği olarak artı-değer ve emek arasında mevcuttur. “Kârın bölünme oranı ve bu bölünmeye temel oluşturan farklı yasal haklar, kârın zaten gerçekleştirilmiş olduğunu, elde bulunduğunu varsayar. Bu nedenle, kapitalist, kullandığı sermayenin sahibiyse, tüm kârı ya da artı-değeri cebine indirir.” Kapitalistin bunu mu yaptığı yoksa bir kısmını tüzel sahip olarak üçüncü bir kişiye mi ödemesi gerektiği işçi açısından hiçbir önem taşımaz. “Emek gücü, değer yaratma yeteneği olarak satın alınır. Birilerinin onu üretken bir şekilde çalıştırmadan, örneğin tümüyle kişisel amaçlar doğrultusunda, hizmet etmesi için vb. satın alması da olasıdır. Sermaye için de aynı şey geçerlidir. Onu sermaye olarak kullanıp kullanmayacağı, yani ona içkin olan artı-değer üretme özelliğini gerçekten de harekete geçirip geçirmeyeceği, borç alan kişinin sorunudur. Bu kişinin karşılığını ödediği şey, her iki durumda da, sermaye metasına içkin olan potansiyel artı-değerdir.”
Marx bu açıklamalardan sonra, girişimci kârını biraz daha ayrıntılarıyla ele alır. “Faiz, sermaye mülkiyetinin karşılığı olarak artı-değerin bir parçası olarak göründüğünde, girişimci kazancı sanki sermayenin kendisinden değil de üretim sürecinden kaynaklanıyormuş gibi görünür. Ama sermayeden ayrı olarak üretim süreci, emek sürecinden ibarettir. Bu nedenle, sermaye sahibinden farklı olarak sanayici kapitalist, faal sermaye olarak değil, sermayeden de bağımsız bir şekilde bir görevli, genel olarak emek sürecinin basit bir taşıyıcısı, bir emekçi, daha doğrusu bir ücretli emekçi olarak görünür.” Faiz, açıklandığı üzere, başkalarının emeklerinin ürünlerine el koymanın aracı olarak salt sermaye mülkiyetini temsil eder. Faiz, kapitalist ile işçi arasındaki bir ilişki değil, iki kapitalist arasındaki ilişkidir.
Faiz biçimi, kârın diğer kısmına nitel olarak bir girişimci kazancı ve bunun ötesinde yönetim ve denetim ücretleri biçimlerini kazandırır. Kapitalistin kapitalist olarak yerine getirmesi gereken ve tam da işçilerden farklı ve onlarla karşıtlık içinde bulunan özel işlevler, düpedüz emeğe ait işlevlermiş gibi gösterilir. “Böylece, sömürme emeği ile sömürülen emek, emek olarak özdeşleşir. Sömürme emeği de, sömürülen emek kadar emektir.” İşte bu aldatıcı görünüm, kapitalist düşünüş tarzı içinde bilhassa çarpıtılarak, işçinin emeği üzerinden elde edilen kârı haklı çıkarmanın (öznel) gerekçelerine dönüştürülür.
Kârın bir kısmının yönetici ve denetici (gözetici) ücreti olarak ayrılabilecek olması ve gerçekten de ayrılması, girişimci kazancının emek gözetiminin ücreti olduğu düşüncesini daha da güçlendirir. A. Smith’in de doğru şekilde keşfetmiş olduğu üzere, bu kısım, hem kârdan hem de kârın faizin çıkarılmasından sonra “girişimci kazancı” olarak kalan kısmından bağımsız ve tümüyle ayrı olarak yönetici maaşlarında kendisini gösterir.
“Gözetim ve yönetim işi, dolaysız üretim sürecinin toplumsal olarak birleşik bir süreç şeklini aldığı ve bağımsız üreticilerin yalıtık işi olarak görünmediği her yerde zorunlu olarak ortaya çıkar. Ama ikili bir doğaya sahiptir. Bir yandan, çok sayıda bireyin el birliği yaptığı tüm işlerde, sürecin bağlantılılığı ve birliği kendisini zorunlu olarak komuta eden bir iradeyle ve bir orkestra şefi örneğinde olduğu gibi, kısmi işlerle değil işyerinin toplam faaliyetiyle ilgili olan işlevlerle ortaya koyar. Bu, her birleşik üretim tarzında yapılması gereken üretken bir iştir.” Diğer yandan, ticaret departmanı tümüyle bir yana bırakıldığında, bu gözetim işi, doğrudan üretici olan işçi ile üretim araçlarının sahibi arasındaki karşıtlığa dayanan tüm üretim tarzlarında zorunlu olarak ortaya çıkar.
Bu karşıtlık ne kadar büyük olursa, söz konusu gözetim işinin rolü de o kadar büyük olur. “Bu nedenle, en yüksek düzeyine kölelik sisteminde ulaşır. Ama kapitalist üretim tarzında da vazgeçilmezdir, çünkü burada üretim süreci aynı zamanda emek gücünün kapitalist tarafından tüketilmesi sürecidir. Tıpkı, despotik devletlerde, gözetim işinin ve iktidarın çok yönlü müdahalelerinin, hem her tür topluluğun doğasından kaynaklanan ortak işleri hem de iktidar ile halk yığını arasındaki karşıtlıktan kaynaklanan özgül işlevleri içermesi örneğinde olduğu gibi.”
Marx’ın belirttiği üzere,kölelik sistemi döneminde yaşayan Eski Çağ yazarları köleliği haklı göstermede denetim işinin rolünden yararlanmışlardır. Aynı şekilde, modern köle sisteminin savunucusu modern iktisatçıların da denetim işinden yararlandıkları bir gerçektir. Marx, Mommsen adlı yazardan alıntılayarak, köleci Roma’nın devlet adamı Cato zamanındaki villicus (büyük tarım arazilerindeki denetçi) örneğini verir: “Köle çalıştıran çiftliklerin (jamilia rustica) başında, tahsilat ve harcama yapan, alıp satan, efendinin talimatlarını alan ve onun yokluğunda emir veren ve cezalandıran idareci (villa’dan [çiftlik] türetilmiş villicus) duruyordu... İdareci, doğal olarak, diğer kölelere göre daha fazla özgürlüğe sahipti.” Kartacalı yazar Mago’nun köleliğe dayalı plantasyon hakkındaki eserinde belirtildiğine göre, idarecinin evlenmesine, çocuk yetiştirmesine ve kendi bütçesine sahip olmasına izin verilir. Cato da kadın idareciyle evlendirilmesini tavsiye eder. Ayrıca, “hal ve tutumunun iyi olması durumunda efendisinden özgürlük elde etmeyi de herhalde yalnızca o umut edebiliyordu. Bunun dışında, hepsi ortak bir hane halkını oluşturuyordu. İdarecinin kendisi de dahil olmak üzere her bir kölenin gereksinim duyduğu şeyler efendi tarafından belirli aralıklarla ve sabit tarifelerle sağlanıyordu ve kölenin bunlarla geçinmesi gerekiyordu. Bunların niceliği emeğe göre belirleniyordu ve örneğin kölelere göre daha hafif işler yapan idarecinin onlara göre daha az şey elde etmesinin nedeni buydu.”
Marx diğer bir örneği de, parantez içine kendi ifadelerini ekleyerek, Aristoteles’in “Republica” adlı eserinden aktarır: “Çünkü efendi” [kapitalist], “efendi olduğunu, köle edinerek değil” [ona emek satın alma gücünü veren sermaye mülkiyetiyle değil], “ama köleleri kullanarak” [üretim sürecinde emekçi, şimdi ücretli emekçi kullanarak] gösterir. … “Ama bu bilimde büyük ya da yüce olan hiçbir şey bulunmuyor”; “çünkü efendi, köle neyi yapabilecekse onu emretmek zorundadır.” “Efendilerin, denetim işini kendilerine dert edinmek zorunda olmadığı durumlarda, yönetici, bu onurlu görevi üstlenir ve efendiler de kendilerini devlet işlerine ya da felsefe öğrenimine verirler.” Böylece Aristotales, birkaç sözcükle, siyasal ve iktisadi alanlardaki egemenliğin güç sahiplerine hükmetme işlevlerini yüklediğini, dolayısıyla, bunların ekonomik alanda da emek-gücünü tüketme sanatını bilmeleri gerektiğini anlatmış olur. Ve bu gözetim işinin büyütülecek bir tarafının olmadığını, bu nedenle de efendinin yeterince zenginleşir zenginleşmez bu ağır işi yapma “onur”unu bir gözetmene bıraktığını ekler.
“Yönetim ve gözetim işi, her tür birleşik toplumsal emeğin doğasından kaynaklanan özel bir işlev olmak yerine, (ister emek gücü kölelik sisteminde olduğu gibi işçinin kendisiyle birlikte satın alınsın isterse işçi emek gücünü kendisi satsın ve bu nedenle üretim süreci aynı zamanda onun emeğinin sermaye tarafından tüketilmesi süreci olarak görünsün) üretim araçlarının sahibi ile salt emek gücünün sahibi arasındaki karşıtlıktan kaynaklanan bir işlev olduğu sürece, dolaysız üreticinin köleliğinden kaynaklanan bu işlev, büyük bir sıklıkla, söz konusu ilişkinin kendisini haklı çıkarmak için kullanılmış ve sömürü, yani başkalarının karşılığı ödenmemiş emeğine el koyulması, aynı sıklıkla, sermaye sahibinin hak ettiği ücret olarak sunulmuştur.” Marx, bu çarpıtmayı, ABD’deki köleliğin savunucusu olan O’Connor adlı bir avukattan daha iyi yapan birinin çıkmadığını belirtir ve bu kişinin 19 Aralık 1859’da New York’ta düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmadan aktarır: “Zenciyi bu kölelik durumuna sokan doğadır. Kuvvetlidir ve çalışma gücüne sahiptir; ama bu gücü yaratan doğa, yönetme zekâsını da çalışma isteğini de ondan esirgemiştir. … İkisi de ondan esirgendi. Ve onu çalışma iradesinden yoksun bırakan doğa, bu iradeyi dayatması ve hem kendisi hem de onu yöneten efendi için yararlı bir şekilde yaşayabildiği bir ortamda yararlı bir hizmetçi olmasını sağlaması için ona bir efendi verdi. İddia ediyorum ki, zenciyi doğanın onu yerleştirdiği durumda bırakmak, onu yönetmesi için ona bir efendi vermek adaletsizlik değildir.”
Marx, burjuva iktisatçıların da benzer mantıkla durumu şöyle açıklayacaklarını ifade eder: “Köle gibi ücretli emekçi de, onu çalıştıracak ve yönetecek bir efendiye sahip olmak zorundadır. Ve bu efendilik-kölelik ilişkisinin varlığı kabul edildiğinde, ücretli emekçinin, kendi ücretini üretmek ve buna ek olarak, gözetim ücreti, yani kendi üzerindeki egemenlik ve gözetim işi için bir karşılık «ve onu yönetmek ve onu kendisi ve toplum için yararlı kılmak için kullandığı emek ve yetenek karşılığında efendisine adil bir karşılık ödemek» zorunda bırakılmasında herhangi bir sorun bulunmaz.”
Denetim ve yönetim işi, hâkim sınıfın emek üzerindeki egemenliğinden doğmuştur ve kapitalist üretim tarzı gibi sınıf çelişkilerine dayanan bütün üretim tarzlarında ortak bir özelliktir. Kapitalist sistemde de her tür birleşik toplumsal emeğin tek tek bireylere özel işler olarak yüklediği üretken işlevlerle dolaysız ve ayrılmaz şekilde bağlantılıdır. Yapılan iş, böyle bir yöneticinin maaşını ödemeye yetecek ölçeğe ulaştığı zaman, kârdan tamamen ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine girer. Bütün bunlara karşın, Marx’ın deyişiyle “bizim sanayi kapitalistlerimiz kendilerini devlet işlerine vermekten ya da felsefe öğrenimi yapmaktan pek uzaktırlar”.
Kapitalist üretim tarzı, yöneticilik emeğinin sermaye mülkiyetinden tümüyle ayrılmış olarak her yerde bulunabilir olmasını sağlamıştır. “Bu nedenle, yöneticilik işinin kapitalistler tarafından yapılması gereksizleşmiştir. Ne bir orkestra şefinin orkestradaki aletlerin sahibi olması gerekir, ne de diğer müzisyenlerin «ücretleriyle» herhangi bir şekilde ilgilenmek, şef olarak onun işlevlerinin bir parçasıdır.” Marx, kooperatif fabrikaların, bir üretim görevlisinin işi bağlamında, kapitalistin tıpkı daha öncesinin büyük toprak sahipleri gibi gereksizleştiğinin kanıtını sunduğunu belirtir. Buna rağmen, bu işin kapitalistin işlevi olarak zorunlu olduğu düşüncesi, sıradan insanların kapitalist üretim tarzının kucağında gelişen biçimleri, çelişkili kapitalist karakterlerinden ayrılmış ve kurtarılmış olarak hayal edememesinin ürünüdür.
Sanayici kapitalist para kapitalistiyle karşılaştırıldığında bir işçidir, ama başkalarının emeğinin sömürücüsü olan bir “işçidir”. “Elde ettiği ücret, tamı tamına, el koyulan başkalarına ait emek miktarına eşittir ve gerekli olan sömürme çabasını kendisinin göstermesi ölçüsünde bu emeğin sömürülme derecesine bağlıdır.” İngiltere’de yaşanan iktisadi bunalımlarda, bu kapitalist “işçilerin” geçmişte kendilerine ait olan fabrikalarda düşük ücretler karşılığında gözetmen olarak çalıştığına rastlanmıştır. Engels konuyu daha da çarpıcı şekilde örneklemek için buraya şöyle bir not düşer: “Benim bildiğim bir örnekte, 1868 bunalımının ardından, iflas eden bir fabrikatör kendi eski işçilerinin ücretli emekçisi olmuştu. Çünkü fabrika iflas sonrasında bir işçi kooperatifi tarafından işletilmişti ve eski sahibi yönetici olarak atanmıştı.”
Hem işçilerin kooperatif fabrikalarında hem de hisse senetli kapitalist girişimlerde, ticaret ve sanayi yöneticilerine ait yönetim ücretleri, girişimci kârlarından tümüyle ayrılmış durumdadır. “Kooperatif fabrikasında, yönetici, işçiler karşısında sermayeyi temsil etmek yerine ücretlerini onlardan aldığından, gözetim işinin karşıtlık içeren karakteri ortadan kalkar.” Marx, kredi sistemiyle birlikte gelişen hisse senetli şirketlerde bu yönetim işini, tıpkı burjuva toplumunun gelişmesiyle birlikte yargıçlık ve yönetim işlevlerinin feodal dönemde simgeleri oldukları toprak mülkiyetinden ayrılması örneğinde olduğu gibi, sermaye mülkiyetinden ayırma konusunda gitgide artan bir eğilim olduğunu belirtir. “Ne var ki, bir yandan, faal kapitalistin karşısına salt sermaye sahibinin, yani para kapitalistinin çıkmasıyla ve kredi sisteminin gelişmesiyle birlikte bu para-sermayenin kendisinin toplumsal bir karakter kazanmasıyla, bankalarda toplanmasıyla ve artık dolaysız sahipleri yerine bankalar tarafından ödünç verilmesiyle; diğer yandan da, ödünç alma yoluyla olsun başka bir yolla olsun sermaye üzerinde herhangi bir hakka sahip olmayan salt yöneticinin faal kapitaliste düşen tüm gerçek işlevleri üstlenmesiyle birlikte, geriye yalnızca görevli kalır ve kapitalist, gereksiz bir kişi olarak üretim sürecinin dışına düşer.”
Girişimci kârının gözetim ya da yönetim ücretiyle karıştırılmasının, başlangıçta, kâr ile faiz arasındaki karşıtlıktan kaynaklandığını belirtir Marx. Fakat kârı artı-değer, yani karşılığı ödenmemiş emek olarak değil de, kapitalistin yaptığı iş karşılığında aldığı ücret olarak göstermeye yönelik özürcü yaklaşım bunu daha da ileriye götürmüştür. O dönemin sosyalistleri ise, yanılsama içinde ve “madem ki öyle” noktasından hareketle, kârın özürcülerin teorik olarak iddia ettikleri şeye, yani sırf denetim ücretlerine indirilmesi talebiyle karşılık vermişlerdir. Fakat bu istem, özel eğitim almış emek gücünün üretim maliyetlerini düşüren genel gelişmeyle birlikte vasıflı emeğe ödenen tüm ücretlerin düşmesi ölçüsünde, kapitalizmin teorik özürcülerini alabildiğine rahatsız etmiştir.
“İşçilerin tarafında kooperatiflerin, burjuvazinin tarafında hisse senetli girişimlerin gelişmesiyle birlikte, girişimci kazancının yönetim ücretiyle karıştırılmasının son bahanesi de ortadan kalktı ve kâr, pratikte de, teoride yadsınamayacak şekilde olduğu şey olarak, yani salt artı-değer olarak, karşılığında herhangi bir eş değer ödenmeyen değer olarak, gerçekleştirilmiş olan karşılığı ödenmemiş emek olarak göründü; şimdi ortaya çıkmıştı ki, faal kapitalist emeği gerçekten sömürmektedir ve sömürüsünün ürünü, ödünç alınmış sermayeyle çalışıyorsa, faiz ile girişimci kazancına (yani kârın faiz dışında kalan fazlasına) bölünmektedir.” Marx konuyla ilgili olarak, diğer bir olguya da dikkat çeker: “Kapitalist üretim temeli üzerinde, hisse senetli girişimlerde, fiili yöneticilerin yanına ve üzerine, yönetim ve gözetimi gerçekte sadece hissedarları soymanın ve kendini zenginleştirmenin bahanesi olarak kullanan bir dizi yönetim ve gözetim kurulunun eklenmesiyle, yönetim ücretleriyle ilgili yeni bir dolandırıcılık türü gelişir.”
(devam edecek)

link: Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /22, 3 Haziran 2025, https://marksist.net/node/8523