Ceza Muhakemesi Kanununun ağır ceza mahkemelerini ilgilendiren suçlarda tutukluluk süresini 5 yılla sınırlayan 102. maddesinin ve “terör” suçlarında bu sürenin sınırını 10 yıla kadar uzatan 252. maddesinin yürürlüğe girmesi, siyasetin gündeminde yer almaya devam ediyor. Bu maddelerin yürürlüğe girmesiyle başta Hizbullah davası sanıkları olmak üzere 2 Ocaktan itibaren tahliye edilenler üzerinden yoğun bir tartışma yürüyor ve özellikle de burjuvazinin çatışan iki kesimi şimdi de bu vesile üzerinden kozlarını paylaşıyor.
Aslında Ceza Muhakemesi Kanununun (CMK) tutuklama sürelerine sınır getiren bu maddeleri yeni değil. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren CMK’da bu maddeler bulunmasına rağmen, devam eden davalarda “sorun yaşanmaması” gerekçesiyle 102. maddenin ilgili bölümünün yürürlüğe girme tarihi önce 1 Nisan 2008’e ertelenmiş, daha sonra bu tarih aynı gerekçeyle 31 Aralık 2010’a kadar uzatılmıştı. Hükümet bir yandan uymak zorunda olduğu uluslararası sözleşmelerden kaynaklı yükümlülüğü gereği, diğer yandan da yargıda yapmak istediği değişiklikleri hayata geçirmek için vesile görerek bu maddenin yürürlüğe girmesini erteleme yoluna bu kez gitmedi. Ama bu durum, kısa süre öncesine kadar Ergenekon davası sanıklarının uzun tutukluluk sürelerini eleştiren statükocu kesimlerin hükümeti eleştiri yağmuruna tutmasına sebep oldu.
Kılıçdaroğlu, hükümeti, istinaf (bölge adliye) mahkemelerinin kuruluşunu hâkim ve savcı yetersizliğini gerekçe göstererek engellemekle ve böylece yargıdaki yavaşlığı sürdürmekle eleştirdi. Kılıçdaroğlu böyle söylüyordu ama istinaf mahkemelerinin kurulmasının engellenmesi, hâkim ve savcı sınavlarının iptal edilmesi gibi durumlarda Yargıtay ve Danıştay ile ortak davranan kendi partisiydi. Yargıtay bu mahkemelerin kuruluşuna bugüne kadar olumlu yaklaşmamıştı. Meselâ 2007 yılında Yargıtay Birinci Başkanı Osman Arslan, istinaf mahkemelerine ilişkin olarak “üniter devlet”in icaplarını hatırlatıyor, statükocu kesimlerden de “eyalet mahkemelerinin temelleri oluşturuluyor” diye itirazlar yükseliyordu. Nitekim bu çevrelerin istinaf mahkemeleri karşısındaki bu mesafeli duruşunu tartışmalar sırasında Cemil Çiçek de hatırlattı ve “Buna bölücülük olur diye karşı çıkanlar olmuştu” dedi.
Neticede söz konusu maddeler yürürlüğe girdi. Elbette, maddeler yürürlüğe girmeden, tahliyelerinin önlenmesi için devrimci tutsaklara açılan davaların bir kısmının hızla sonuçlandırılıp mahkûmiyetlere karar verilmesi ihmal edilmedi. Sonuçta Yargıtay’da temyiz süreci devam eden 953 sanık tahliye edildi. Ancak burjuva kesimlerin birbirlerinin kalesine gol atma gayretlerinin yarattığı atmosfere burjuva medyanın ikiyüzlü tutumları da eklenince meselenin özüne dair “masumiyet karinesi hiçe sayılmıyor mu”, “on yıl tutukluluk süresi mi olur” gibi sorular gölgede kaldı.
252. madde ve “masumiyet karinesi”
28 Ağustos 1789’da ilan edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 9. maddesi, suçlu olduğu kanıtlanıncaya kadar herkesin masum olduğunu öngörür ki, tüm bu norm artık burjuva ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olmuştur. Bu ilkeye “masumiyet karinesi” denir. “Masumiyet karinesi” ilkesine göre kamu davasının amacı sanığın suçlu olduğunu ispat etmektir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre bir suçla itham edilen herkes yasalara göre suçluluğu ispat edilene dek masum kabul edilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarına göre de “görevlerini yerine getirirken bir mahkemenin mensupları diğer ilkelerin yanı sıra, sanığın itham edilen suçu işlediği varsayımı ile işe başlamamalıdır; ispat yükü savcılığa aittir ve tüm şüpheler sanığın lehine kullanılmalıdır”.
Masumiyet karinesi kendi aleyhine beyan ve delil vermeye zorlanmama hakkıyla da yakın ilişkilidir. Masumiyet karinesine göre, ispat külfeti iddiacıya düşer. Bunun doğal sonucu ise, sanığa susma hakkının tanınması ve bundan sanık aleyhine sonuçlar çıkarılamamasıdır. 2001 tarihli bir kararında AİHM, masumiyet karinesinin uygulama alanını şu şekilde ortaya koymaktadır: “Sanık için aynı zamanda bir güvence teşkil eden suçsuzluk karinesinin suç davasındaki asıl sonucu ve uygulama alanı, esasında, ispat yükümüne ilişkindir: (bir suç işlendiği) iddiasını, makul şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispat iddiacıya (yani suçlayana) aittir. Kural olarak sanık suçsuzluğunu kanıtlamakla yükümlü değildir. İlkenin doğal sonucu, sanığın şüpheden yararlanacağı; iddianın kanıtlanamaması durumunda da davanın beraatla sonuçlanacağıdır. İddianın ispatı konusunda ciddi bir kanıt başlangıcının bulunmamasına rağmen sanığın olay hakkında açıklamada bulunmaktan kaçınması (susma hakkı) ve başka bazı vakıalardan hareketle suçun sabit görülüp mahkûmiyet kararı verilmesi suçsuzluk karinesinin ihlâlidir”.
Burjuva hukukunda genelleşmiş bir ilke olan “masumiyet karinesi” TC anayasasında da anılmaktadır, ancak pek çok durumda rastlanıldığı gibi Türkiye’ye özgü bir yorumla. TC anayasasına göre “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz”. Anayasadaki bu “suçlu sayılamaz” hükmü, ilk anda, masumiyet karinesinin klasikleşmiş formülündeki “masum sayılır” ifadesini çağrıştırıyor. Ama kazın ayağı öyle değil. Çünkü bu ifadeye göre sanık “suçlu sayılamaz” ama “masum” da değildir. Bu katakulli ile yargılama sürecinde sanık hakkında tutuklama gibi güvenlik tedbirlerinin rahatlıkla uygulanabilmesinin ve tutukluluk sürelerinin de istenildiği kadar uzatılabilmesinin yolu iç hukuk açısından açılmaktadır. Nitekim bugüne kadar da işleyiş bu yönde olmuş, tutukluluk süreleri bir cezalandırma yolu olarak kullanılagelmiştir. Bunun böyle olduğunu en iyi bilenler de devrimci ve Kürt tutsaklardır. Yıllar süren dava süreçlerinde tutuklu kalan devrimci ve Kürt tutsakların sayısının haddi hesabı yoktur. Türkiye’deki tutuklamaların çok büyük çoğunluğu gerekçesiz, haksız, adaletsiz ve uzundur. Masumiyet karinesinin bu biçimde çarpıtılarak yasalaşması, özellikle ikiyüzlü burjuva medyanın yönlendirmesinin de etkisiyle, toplumun geniş kesimlerinde tutuklunun suçlu olarak algılanmasını kolaylaştırmaktadır.
Yani burjuva hukukunun genelleşmiş normlarını bile ancak takla attırdıktan sonra kabul edebilen bir hukuk sistemine sahiptir TC devleti. Ancak içinde bulunduğu dünya sistemi onu da genel kabullerin içine girmeye zorlamakta ve değişime yönlendirmektedir. CMK’nın söz konusu maddeleri de bu yüzden yaşama geçirilmek durumunda kalınmıştır. Nedir peki bu maddelerin içeriği? 102. maddede, “Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez” denilmektedir. CMK’nın özel yetkili mahkemelerdeki tutuklama süresini düzenleyen 252. maddesinde de, “250. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde öngörülen suçlar bakımından, kanunda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır” ifadesi yer almaktadır.
Tahliyelerin ardından sürelere dair tartışmalar kızışınca, “yüce” yargı, 102. maddede öngörülen bu süreyi, adli suçlar açısından 2 yıl asıl süre, 3 yıl uzatma süresi olmak üzere toplam 5 yıl olarak yorumladı. 252. maddenin “terör suçlarında bu sürenin iki katı uygulanır” hükmüne dayanarak da 10 yıla çıkardı. Oysa bu yorum burjuva hukukunun sınırlarında bile alabildiğine zorlamadır. Çünkü 102. maddede ağır ceza mahkemelerinin görevine giren işlerde tutuklama süresinin iki yıl olduğu belirtilmektedir. O halde kural iki yıldır. Zorunlu haller bu kuralın istisnası olup, zorunlu hallerde bu süre uzatılabilmekte ve uzatma süresi de üç yılı geçememektedir. İstisna sayılan uzatmanın, kural olan süreden daha uzun olması elbet büyük bir garabettir ama bunun bir de iki ile çarpılıp siyasi tutsakların önüne konulabilmesi garabetle bile tarif edilemeyecek bir şeydir. Tutuklama ceza değil tedbir mahiyetinde bir işleve sahiptir. 5 yıl, 10 yıl gibi tutukluluk sürelerinin tedbir olarak düşünülmesi de burjuva hukukunun genel bir ilkesi haline gelmiş olan “masumiyet karinesi”yle tartışmasız biçimde çelişmektedir. Ne var ki, ürettiği ayrımcılık ve eşitsizlik nedeniyle, siyasi davalardan yargılanan tutukluların bu yasanın Anayasa Mahkemesine götürülmesi yönündeki talepleri bile hiçbir mahkeme tarafından kabul edilmemiştir.
Özellikle siyasi tutsaklara yönelik tutuklulukla ilgili düzenlemeler ve keyfi uygulamalar devletin niteliğini bir kez daha açık biçimde gözler önüne sermektedir. Ölümcül hastalıklara yakalanmış ve cezaevinde yaşamaları olanaksız hale gelen çok ağır konumdaki hasta tutuklular için bile mahkemeler yıllarca salıverme kararı vermediler. Ailelerin ve avukatların hiç olmazsa son günlerini dışarıda aileleriyle birlikte geçirebilsinler diye tahliyelerini istedikleri hasta tutukluların tahliyesi engellendi ve cezaevlerinden tabutları çıkarıldı. Masumiyet karinesi hiçe sayıldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde, sonra adı değiştirilip özel yetkili mahkemeler yapılan DGM’lerde, özel yargılama usullerine, tutukluluk sürelerine, infaz rejimine maruz kalan siyasi tutsaklar AİHM’de TC’yi mahkûm ettirdiler çoğu kez, ama bu mahkûmiyetlerin yaptırımı tazminatlarla sınırlı kaldı. Burjuva medya da bu duruma yıllar boyunca kayıtsız kaldı. Ancak, Ergenekon davası gibi davalarda kendi canları yandığında, aralarından ses çıkaranlar oldu, ama yine tam anlamıyla ikiyüzlü bir tutumla.
102. ve 252. maddenin uygulamaya konulması vesilesiyle ortaya serilen tablo bir kez daha göstermiştir ki, burjuvazi kendi genel ölçütleri dâhilinde bile adil davranmaktan uzaktır. Burjuvazinin hukuku, sanık sandalyesine oturttuğu insanları, özellikle devrimci tutsakları keyfi biçimde delilsiz, mesnetsiz, sudan gerekçelerle on yıllarca hapislerde süründürme pervasızlığındadır. Ama burjuvazinin aynı hukuku, bütün deliller, itiraflar ortadayken, Kürt halkına saldırttığı, işlevini yerine getiremez hale gelip pislikleri ayan beyan görünür olduğunda da koruma altına aldığı Hizbullah kadrolarının davalarını bitirmeme ve böylelikle salıverilmelerini sağlama keyfiyetindedir.
Burjuvazinin hukuku
Burjuva hukuk, egemen sınıf olan burjuvazinin üretim ve mülkiyet ilişkilerini hâkim kılmaya dönük kurallar ve anlayışlar bütünüdür ve ideolojik bir araçtır. Hukuk özünde egemen sınıfın ideolojisine, gereksinimlerine ve çıkarlarına göre biçimlenir. Burjuva hukuku da soyut kavramlar sistemi değil, burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir biçimidir. Hukuk üretim ilişkileri ve sınıf mücadelelerinin oluşturduğu nesnelliğin üstyapıdaki karşılığı olarak meydana gelir. Burjuvazi kendi egemenliğini sağlamlaştırmak, değişen ihtiyaçlarının gereğini yapmak için hukuka başvurur. Hukuk kurumunu işçi sınıfı üzerinde bir baskı aracına dönüştürür. Bu yüzden liberallerin tüm iddialarının aksine burjuvaların hukuk sisteminden işçiler için adalet sağlamasını beklemek boşunadır.
Bunun yanı sıra, burjuvazi ancak hukukun adalet dağıttığı yanılsamasına işçilerin çoğunluğunu inandırarak sistemini ayakta tutabilir. Bugün işçilerin çoğunluğunda ne yazık ki bu yanılsama hâkimdir. Engels’in söylediği gibi, “Burjuvazinin hukuk hayali işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu bütünüyle ifade etmeye yetmez. İşçi sınıfının kendisi, şeylere ancak kendi gerçeklikleri içinde, hukuksal renklerle boyanmamış gözlüklerle bakarsa, durumu tam olarak tanıyabilir”. Bu yüzden Marksistlere düşen görev burjuvazinin yarattığı bu yanılsamanın dağılması için burjuva hukukunun işçilere ve devrimcilere reva gördüklerini tüm açıklığıyla ortaya koymaktır. Burjuvazinin hukukunun işçilerin derdine deva olamayacağını, hukuk mücadelesinin son kertede asla bel bağlanamayacak bir şey olduğunu göstermektir.
link: Selim Fuat, Tahliyelerin Aynasında Burjuva Hukuku, Şubat 2011, https://marksist.net/node/2589
Eğreti Çalışma ve Artan Sömürü
Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm /2