İnsanlığın büyük bir çoğunluğu, ya büyük felâketler ve saldırgan politikalarla ya da şişirilen özgürlükler ülkesi söylemleriyle tanıdı Amerika’yı. Amerika bugün dünyanın en büyük askeri, siyasi ve ekonomik gücü. İşte bu büyük güç Amerikan işçi sınıfının yoğun sömürüsü üzerine kuruldu. Burjuva ideologlarının allayıp pullayıp üstüne örttüğü aldatıcı kılıf aralandığında altından çıkan gerçeklikler de bunun kanıtı. Bugün Amerikan ekonomisinin büyüklüğü 14 trilyon dolar. Ve bu büyük ekonomi şimdilerde depremlerle sarsılıyor. Batan sermaye kuruluşlarını kurtarmak için 700 milyar dolarlık kurtarma paketleri hazırlayan Amerikan hükümeti geçmişte olduğu gibi bugün de bunun faturasını işçi ve emekçi sınıflara kesecek.
İşçi ve emekçilerin hayatı bankalara olan kredi borçlarıyla, borsa tahvilleriyle adeta ipotek altına alınmış durumda. Milyonlarca insan, bir bankanın kredi kartına, aldığı bir tüketici kredisine, ya da borsadaki hisse senedine bağımlı hale gelmiş durumda. Amerikan burjuvazisi bugün geçmiştekinden daha vicdanlı değil. Amerika’da kapitalizmin ortaya çıktığı yıllardan bugüne kadar yaşananlar bunun kanıtı.
Kapitalizmin Amerika kıtasını fethedişi, acımasızlığı ve vahşiliği, toplumcu yazarların romanlarında da anlatılır. İşte bu romanlardan biri de Chicago Mezbahaları. Amerika’da yaşanan hızlı tekelleşme süreci, sömürünün yoğunlaşması, büyük kitleler halinde toprağından kopartılmış insanların işçileşmesi sırasında yaşanan trajediler, insan aklının alamayacağı yokluk ve acılar, Upton Sinclair’in Chicago Mezbahaları adlı romanının satırlarından ruhunuza doğru içinizi de acıtarak yol alıyor.
Yaşadıkları topraklarda geçinme umutlarını yitiren emekçiler, büyük bir umutla başka diyarlara yola çıkarlar. Bilinmeyen korkutur korkutmasına ama kaybedecek bir şeyleri kalmamıştır bu insanların. Chicago’daki mezbahalarda insanlık dışı koşullarda çalışmaya mahkûm edilen binlerce işçiden kimi sevdiği ile evlenmenin, küçük güzel bir ev sahibi olmanın, kimi çocuklarıyla mutlu olma hayalinin ardına düşüp gelmiştir. Ama kazın ayağı hiç de göründüğü gibi değildir. Amerika’nın Chicago’sunda kapitalizmin en çirkin yüzüyle karşı karşıya gelirler. Bu “rüyalar ülkesinin” topraklarına ilk adımlarını yeni atmışlarken kapitalist sistemin egemenlik araçları devreye girer. Gökyüzünün göründüğü gibi olmadığı bu ülkede, egemen düzenin kirli burjuva siyasetiyle, emlakçısıyla, patronuyla, bankacısıyla ablukaya aldığı işçilerin ve ailelerinin yaşadıkları trajedi yüreklerimizi burkar.
Yazar 1900’lerin başındaki Amerikan kapitalizminin genel durumunu ve Amerikan rüyasının ne pahasına ve neyin üzerinde yükseldiğini, yaşanmış öyküler ve kaybolan hayatlar üzerinden anlatır. Büyüyen, yıldızı parlayan Amerikan ekonomisinin bu gelişmesine, dünyanın her yerinden hızlı bir göç dalgası da eşlik etmektedir. İnsanca yaşam ihtiyacının yola düşürdüğü insanlar, büyük umutların büyük trajedilere dönüştüğü Amerika’ya ulaşmak için nice acılara katlanmışlardır. Ne var ki bu muazzam sömürü çarkı, bu umut yolcularını çok kısa sürede dişlileri arasında öğütür.
Çok zorlu bir yolculuk geçirip, simsarların, dolandırıcıların kucağından Chicago mezbahalarında zengin olma hayallerinin peşine düşen insanlar, bu kazancı bol, fiyatları yüksek ülkedeki yoksul işçinin, dünyanın öbür ucundaki yoksul işçiden en ufak bir farkının olmadığını kısa sürede anlayacaklardır. İrikıyım vücudu ve pazulu kollarına bakıp “bu kollarla insanlar beni aç mı bırakırlar” diye düşünen kahramanımız Jurgis’in öteden beri peşini bırakmayan zengin olma hülyaları da bir gecede sönüp gidecektir.
Binlerce işçi ağır ve vahşi çalışma koşullarına karşı direnmeye çalışır. Sadece karın doyurmaya yetecek kadar kazanmaktadırlar. Barınacak bir yer bulamamalarını, elde avuçta ne var ne yok tükettikten sonra, kimi zaman kış ortasında aç açık kalmalarını ve hayatta kalma, yaşama tutunma kavgalarını anlatır Sinclair romanında. Sadece bununla da yetinmez, bu koşulları işçilere reva gören et tröstlerinin kâr uğruna insan sağlığını nasıl hiçe saydığını gösteren resimleri de çizer satırlarında. Bir gizli kamera gibidir Upton Sinclair’in satırları. Bu nedenle de roman, yayınlandığı yıllarda, işçilerin çalışma ve yaşam şartlarının korkunçluğunun ve et üretiminin insanlık dışı koşullarının duyulması dolayısıyla epey bir fırtına koparmıştı. Amerikan burjuvazisi gıda kanununu değiştirmek zorunda kalmıştı. Yine bu romanda anlatılanlar nedeniyle et üretimini elinde tutan tröstlere karşı saldırıya geçilmişti.
Romanın kahramanı içimizden biridir. Güçlü, kuvvetli, heybetli, ekmeğini taştan çıkaracak bir Litvanya delikanlısı; adı Jurgis. O, insanların çok çalıştıklarında her şeye sahip olabileceğine inanan, iyi yürekli, saf, dinlenmek nedir bilmeyen, tam patronların istediği ve bulamadıkları için de şikâyet edip sızlandıkları türden bir işçidir. Çalışmaya başladığı ilk zamanlarda Jurgis için etrafındaki işçilerin işlerinden, ustalarından ve patronlarından nefret ediyor olması şaşırtıcıydı. Çünkü onun için ustalar ve patronlar ona güzel günler vaat edenlerdi. İlk karşılaştığı sorunlardan biri sendika konusu olmuştu. Birlikte çalıştığı işçiler birleşip mücadele etmek zorunda olduklarını anlattıklarında Jurgis henüz hak denen şeyin ne olduğunu bile bilmiyordu. Bir tek şeye hakkı vardı onun: iş bulmak ve kendine söylenenleri yerine getirmek. Sendikaya aidat ödemek zorunda olduğu için üye olmaktan vazgeçen, her koyunun kendi bacağından asılacağına inanan biriydi.
Bir gün başına gelen felâketlerden yorulmuş bedenini dinlendirebilmek için bir yer aramaktayken, kendini birdenbire bir toplantı salonundaki yüzlerce insanın içinde buldu. Kürsüdeki adam “…insanlığın sesiyle konuşarak kurtuluşa çağırıyorum. İnsanın ölümsüz ruhu çöplüklerden ayağa kalkıyor, zindanın duvarlarını yıkıp kendini saran, cahillik, sömürü ve baskı bağlarını yırtıp paralayarak, ışığa doğru yürüyor…” diyordu. Bu sözler Jurgis’in hayatını değiştiren sosyalist fikirlerle tanışmasını sağlayacak günlerin kapısını aralayacaktı.
Bu adamın sözleri, Jurgis’in ruhuna düşen yıldırımlardı sanki. Bundan sonraki günlerde öğrendikleri onu tepeden tırnağa değiştirecekti. “Sanki bütün sınırlamalardan kurtulmuş, alabildiğine özgür olmuştu. Dört yıldan beri Jurgis vahşi bir ormanın derinliklerinde şaşkın şaşkın dolaşırken birden kendisine uzanan bir el onu bu karanlıklardan çekip yüce bir dağın doruğuna oturtuvermişti. Her şeyi açık açık görebiliyordu buradan.”
Jurgis’in ruhunu yeniden ayağa kaldıran o günler aynı zamanda Amerikan işçi sınıfının da, kokuşmuş burjuva siyasetinin cenderesinden kendisini kurtarmaya çalıştığı günlerdir. Halkın bilinçlenmesini bin türlü düzenbazlıkla ve hileyle engellemeye çalışan kapitalistlerin çirkin yüzünü de teşhir etmektedir yazar. Jurgis’i değiştiren şey, ona yeniden insan olmayı öğreten sosyalist fikirler ve o dönemde yürümekte ve yükselmekte olan işçi sınıfı hareketidir. Romanı okumayı bitirdiğinde şunu tekrar anlıyor insan, örgütlü mücadele ve sosyalizm gerçekten de insanlığın tek kurtuluş yolu!
link: Derya Çınar, Chicago Mezbahaları, Kasım 2008, https://marksist.net/node/1930
Kürt Halkına Yönelik Baskılara Son!
Egemen Sınıfın Uyutma Araçlarından Biri: Masallar