2007 genel seçimi sonuçlanmış bulunuyor. Olağanüstü şartlarda gidilen seçimden çıkan sonuç da bir bakıma olağanüstü olmuştur. 4,5 yıldır hükümette olmasına ve sıkıştırılmasına rağmen AKP oylarını %35 dolayında arttırarak oldukça yüksek (%47) bir oran elde etmiştir. Bunun, aşağı yukarı tüm beklentileri aşan ezici bir üstünlük olduğuna şüphe yok. Bunun yanı sıra seçimde AKP karşıtı cepheyi oluşturan milliyetçi oylar da (CHP-MHP-GP-DP) toplamda %45’e yaklaşmıştır. Kürt hareketi ise oy kaybına uğramakla beraber, bağımsız adaylar yoluyla baraj engelini aşarak mecliste grup kurmaya yetecek kadar sandalye (23) kazanmıştır.
AKP’nin ezici zaferi, hayal dünyasında yaşayan birçok kişi ve çevrede şaşkınlık ve hiddete yol açmış görünse de, öngörülebilir bir şeydi. Nitekim biz iki ay önce böylesi bir zaferi hazırlayan koşulları ana hatlarıyla ortaya koymuştuk: “Darbecilerin 22 Temmuz seçimine mani ol(a)madığı ve AKP’yi de kapattırmayı başaramadığı durumda, AKP’nin seçimden galip çıkması kesin gibidir. Muhtemelen eskisi kadar yüksek bir sandalye sayısına sahip olmasa da oylarını muhafaza ederek hükümet kuracak çoğunluğu yine de elde etmesi güçlü olasılık olarak görünmektedir. Bunun sebebi asla geniş emekçi kitlelerin hallerinden hoşnut olmaları değildir. Aksine işsizlik ve yoksulluk pençesinde kıvranan kitlelerde genel bir hoşnutsuzluk mevcuttur. Ancak bundan dem vurarak, kitlelerin geçmişte başka partilere yaptığı gibi otomatik olarak AKP’yi de cezalandıracağını düşünmek doğru olmaz. İşçi sınıfının mevcut örgütsüzlüğü koşullarında, geniş yoksul kitleler burjuva partiler içinde AKP’den daha iyisini görememektedirler. AKP bu bakımdan kredisini tüketmediği gibi, maruz kaldığı darbeci muamele, gayretkeşçe sürdürücüsü olduğu saldırı programının etkilerinin üzerini örtme işlevini görmekte ve AKP’nin, bıraktık normalden daha az yıpranmasına, aksine desteğinin artmasına yol açmaktadır.” (Levent Toprak, Burjuva Siyasetinde Yeni Dönem, MT, Haziran 2007)
Seçim sonuçları bu özet değerlendirmeyi fazlasıyla doğrulamıştır. Bu değerlendirme ve seçim sonucu ışığında öncelikle tespit edilmesi gereken nokta, alternatifsiz bırakılan işçi sınıfı ve yoksul emekçi yığınların, kendilerine kötüler arasında iyi görünen birini seçmiş olmalarıdır. Kitleler işçi sınıfının şu anki bilinç ve örgütlülük düzeyinin sınırları dâhilinde, darbeci-milliyetçi-militarist kamptan ziyade, görece demokratik açılımları temsil ettiğini düşündükleri AKP’ye meyletmişlerdir.
Seçim sonuçlarının diğer boyutu ise şüphesiz egemen sınıf içindeki çatışmayla ilgilidir. Bilindiği gibi seçimler cumhurbaşkanlığı seçimi süreciyle ortaya çıkan bir siyasal kriz sonucu gündeme gelmişti. Bu bağlamda seçimler ordu ve büyük sermeyenin desteğindeki AKP’de somut kutuplarını bulan burjuvazi içi çatışma sürecinin önemli bir raundunu oluşturuyordu. Ve AKP’nin ezici zaferi, onun bu önemli raundu kazandığı anlamına gelmektedir. AKP’yi ite kaka bu erken seçime ve dolayısıyla bir boy ölçüşmeye zorlayanlar, temel eksenini ordunun oluşturduğu malûm statükocu burjuva güçlerdi. Bu güçlerin parlamenter zemindeki manevra olanaklarının daralmış olduğunu, bu anlamda AKP’nin bu zeminde güçlü olduğunu daha önce birçok kez vurgulamıştık. Statükocuların parlamento içi hemen tek aleti Baykal CHP’si idi. Tam da bu nedenle bir yandan parlamento dışı araçların kullanımına ağırlık verirken, diğer yandan bu alandaki eksiği gidermek için kitle mitingleri gibi politik seferberlik araçlarıyla parlamenter zeminde ellerini güçlendirme çabalarını yoğunlaştırmışlardı.
Bu güçler esas olarak AKP’yi hükümetten düşürmeyi, ya da hiç olmazsa zayıflatarak çok daha kolay kontrol edilebilir bir konuma getirmeyi hedefliyorlardı. Seçimlerden her halükârda kendileri için çok daha elverişli bir parlamento bileşiminin çıkacağını bekliyorlar ve güç oyununun sonraki evrelerinde parlamenter manevralar için ellerinin önemli ölçüde güçleneceğini umuyorlardı. Ancak evdeki hesap birçok yönden çarşıya uymadı. AKP bir miktar sandalye kaybına uğradı ve MHP planlandığı gibi meclise girdiyse de, özlenen CHP-MHP koalisyonu hayal olarak kaldı. Bahsin bu kadar yükseltildiği bir ortamda AKP’nin çok yüksek bir oy oranıyla elde ettiği ezici seçim zaferi, ona muazzam bir moral üstünlük sağladı.
Şayet AKP böylesine önemli bir dönemeç noktasında, darbe ve savaş tehdidi altında gerçekleştirilen bu denli önemli bir seçimde, bıraktık yenilmeyi, ancak küçük bir marjla hükümet kurmasına yetecek türde bir başarı gösterseydi, siyasetin ordu güdümlü cehennem zebanilerinin raksı çoktan başlamış olacaktı. AKP’nin seçimden birinci parti olarak çıkması değil, ama bu kadar açık arayla ve ezici biçimde birinci çıkması, statükocu güçlerin parlamenter siyaset alanındaki manevra olanaklarını en azından uzunca bir süre için bitirmiştir. Ortada burjuva demokrasisinin normları açısından ne temsiliyet ne de meşruiyet tartışması açmaya uygun bir zemin vardır. Yeni AKP hükümeti büyük bir meşruiyet zırhıyla işbaşı yapacaktır.
Dolayısıyla ordu ve operasyonun parlamento ayağını yürüten CHP ağır bir politik yenilgi almıştır. Ordu AKP’yi hizaya çekme konusunda sürecin bütünü içinde bazı kazanımlar elde ettiyse de, gelinen noktada halk nezdinde önemli bir itibar yitimine uğramış ve sonraki müdahaleleri için psikolojik zemin kaybı yaşamıştır. Bu bakımdan önümüzdeki süreçte, ordunun yıpranan itibarını rehabilite etmeye yönelik birtakım çabalar görmek de şaşırtıcı olmayacaktır. Aslında dolaylı olarak daha şimdiden buna başlandığını söylemek mümkün. AKP’nin yaşadığı oy patlamasının sebebinin cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşananlarla ilgisi olmadığı yönündeki sözde bilimsel analizler bizce bunun bir parçasını oluşturmaktadır.
AKP’yi sıkıştırma sürecinde devreye sokulan diğer birçok hamle de boşa çıkmıştır. Cumhuriyet mitingleri ve laiklik yaygarasının kofluğu mükemmelen teşhir olmuştur. Günümüz Türkiye’sinde her iki kişiden birinin şeriat istediğini söylemek kargaları bile güldürür. Zaten kimse de böyle bir iddiada bulunmuyor. Aynı şekilde, AKP’nin karşısına yekpare bir cephe çıkarabilmek ve bu temelde oyları odaklaştırabilmek amacıyla, ite kaka zorlanan parti birleşmeleri ve ittifaklar da iflas etmiştir. Haziran ayındaki değerlendirmemizde de vurguladığımız gibi, “Postal zoruyla gerçekleşen tüm bu metazori birleşmelerin halkı tavlaması zordur.” Laikçi-statükocular, son bir ümit, tiridi çıkmış Erbakan’ı bile devreye soktular! Ama Erbakan, işi cehennem fetvaları vermeye kadar vardırdıysa da kâr etmedi.
CHP’nin baş temsilcisi olduğu darbeci-militarist çizgi seçimlerde yenilmiştir, ama AKP başarısını fazladan yorumlayan kimi kalemlerin savunduğu gibi, genel olarak yükseltilen milliyetçi dalganın gerilediğini söylemek doğru olmayacaktır. Söz konusu yorumlar meseleyi MHP’ye indirgemektedirler. Bu bağlamda MHP oylarının, sözgelimi yüzde 20’ler düzeyine yükselmesi gibi büyük bir patlama yapmamış olması adeta bir teselli olarak sunulmaktadır. MHP’nin, %8,3’ten %14,3’e çıkarmak suretiyle oylarını %70’in üzerinde arttırmış olması yeteri kadar ciddi bir tehlikedir. Öte yandan MHP oylarının toplumsal-coğrafi yapısının ciddi bir değişim göstermesi de dikkatten kaçmamalıdır. MHP yakın zamana kadar tutucu orta Anadolu’dan aldığı yüksek oylarla kendini gösterebilirken, şimdi buralarda büyük kayba uğramakta, buna mukabil ülkenin batısında ve büyük kentlerde ciddi bir yükseliş yaşamaktadır. Ama seçimler ve milliyetçilik bağlamında en önemli nokta, meselenin MHP’ye daraltılmasının yanlışlığıdır. Seçim sonuçlarına daha dikkatlice bakıldığında siyasal anlamda milliyetçi içerikli oyların arttığı görülecektir. CHP’nin 2002’de aldığı oyların siyasal içeriği ile bugünkü oylarının siyasal içeriğinin aynı olmadığı gözden kaçırılmamalıdır. Öte yandan AKP’nin bizzat milliyetçi dalgaya kısmen uyarlandığını ve yeri geldiğinde bu noktayı okşamaktan geri durmadığını, “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” söylemini sıkça kullandığını da hatırlamak gerekiyor. Tüm bu hususlar dikkate alındığında, bizce seçim sonuçları milliyetçi tehlikenin ortadan kalkmadığını yeterince göstermektedir.
2007 seçimlerinin önemli bir sonucu da Kürt hareketinin grup kurmaya yetecek sayıyla meclise girmesi olmuştur. Türkiye’deki demokratik muhalefetin mevcut koşullardaki en büyük damarı olan Kürt hareketinin elde ettiği bu sonuç şüphesiz önemlidir. Düzen güçlerinin elbirliğiyle gerçekleştirdiği tüm engellemelere, haksızlıklara ve usulsüzlüklere rağmen, düzen partileri dışındaki tek unsur olarak bu demokratik muhalefet odağının meclise girmesi bir başarı olduğu gibi, yaşanan politik seferberlik ve meclis kürsüsünün kullanılacak olması nedeniyle bundan sonra yaratılabilecek yeni politizasyon bakımından da ayrıca önemlidir. Ancak bu olumluluklara rağmen Kürt hareketinin oylarındaki düşüş ve AKP’ye kayış gözlerden kaçmamaktadır. Bunda AKP’nin Kürt sorununda diğer düzen partilerinden farklıymış izlenimini yaratmasının bir etkisi olduğu kadar, Kürt hareketinin yoksul Kürt emekçilerinin giderek daha belirgin hale gelen sınıfsal sorunları için bir perspektif sunamamasının da etkili olduğu açıktır. AKP, elindeki hükümet olanaklarıyla bölgeye götürdüğü hizmetlerle sınırlı da olsa, bu alandaki boşluğu kendi lehine dönüştürmede başarılı olmuştur.
Ateşkes mi?
İyice bakıldığı zaman, darbeci sıkıştırma girişiminin, somut hedeflerine ulaşma bakımından boşa çıktığı, bir anlamda yenildiği söylenebilir. Ancak ne statükocuların buradan mutlak bir yenilgiye uğradıkları ne de süreçten hiçbir şey kazanmadan çıktıkları iddia edilebilir. Aksine, ulaşmak istedikleri hedefler açısından taviz vermek zorunda kalsalar da, daha genel düzlemde AKP’yi kendi çizgilerine daha yakın bir noktaya getirmişlerdir. Ama elbette bu, AKP ile sorunun sona erdiği anlamına da gelmemektedir.
Statükocu güçlerin ana eksenini oluşturan ordunun, sürecin belirli bir noktasında güç dengelerinin daha ileri gitmeyi olanaksız kıldığına ve Erdoğan’la sessiz bir uzlaşma yoluna gitmenin şimdilik daha uygun olacağına hükmetmiş olduğu görülüyor. Burada en önemli nokta ABD emperyalizminin tam bir desteğinin alınamaması olmuş olsa gerek. Amerikan yönetici sınıfı içinde bir kesimin statükocularla sıkı fıkı oldukları ve hükümet aleyhine bir yöneliş sergiledikleri ortaya çıktıysa da, bu çizginin şimdilik hâkim olmadığı görülmektedir. Anlamlı bir alternatifin yokluğunda AKP’nin toplumsal desteğinin yüksekliğini ve bir türlü kırılamadığını da hesaba katan ordu, AKP ile vardığı sezilen uzlaşma çerçevesinde, görünüşte olmasa bile gerçekte süreci yatıştırma yoluna girmiştir. Güney’e operasyon ve seçimlere gölge düşürülmesi gibi senaryoların devreye sokulamamasının akla yatkın açıklaması budur.
AKP, üzerine bindirilen basınçtan, bir yandan tavizler ve kurbanlar vererek, bir yandan da diş göstererek (kontracılara yönelik operasyonlar) ve aslında sosyo-ekonomik değişmeye de uygun biçimde şekil değiştirerek, kıvrak hareketlerle sıyrılmayı başarmıştır. Daha önce de İslamcı bir parti olduğu söylenemeyecek olan AKP, bugün Türk muhafazakâr sağ geleneğinin çizgisine (elbette günün dünya koşullarına uyarlanmış biçimde) daha fazla oturmuştur. AKP’nin yıpranmamış ve belirli bir dinamizm taşıyan örgütlü yapısı düşünüldüğünde, bu kulvarda ona karşı ANAP, DP, Mesut Yılmaz gibi son derece yıpranmış odaklardan başlatılabilecek bir girişimin başarılı olma şansı pek görünmemektedir. Milli Görüş çizgisinin de ömrünün bittiğini belirtmeye gerek bile yok.
Sorunlar değişmedi, görevler de!
Darbeci-militarist güçlerin bu rauntta AKP karşısında yenilgiye uğramış olması işçi sınıfı açısından önemsiz olmamakla birlikte, işçi sınıfının hem temel ve acil sorunları hem de bağımsız bir örgütlülük yaratma sorunu devam etmektedir. İşçi sınıfı şimdilik kötünün kötüsünü savuşturmuşsa da, güçlü bir devrimci örgütlülüğün yokluğu nedeniyle, yaratılan burjuva kutuplaştırma ve cepheleştirme ekseninin dışına çıkması, kendi bağımsız sınıf cephesini örmesi mümkün olmamıştır. Bağımsız adaylar üzerinden kimi bölgelerde anlamlı deneyler yaşanmışsa da genel olarak tablo budur. Sonuç olarak işçi sınıfı yaratılan burjuva kutuplaştırma ekseninde kalmış, ama bu ekseni yaratan darbeci-militarist güçlerin isteğinin tersine, kendisine kötünün iyisi görünen kutba meyletmiştir. Seçim öncesi yaptığımız ve yukarıda da alıntıladığımız değerlendirmede, yaratılan kutuplaştırmanın, AKP’nin diğer burjuva partilerden farklı olmayan işçi-emekçi düşmanı niteliğini örtmeye yaradığına dikkat çekmiştik.
AKP, zaten yürütmekte olduğu neoliberal saldırı programını, şimdi işçi sınıfından aldığı taze destekle, yeni bir enerjiyle devam ettirmek için elverişli bir konum elde etmiştir. Bu bakımdan sınıfa yönelik yıkım saldırılarının önümüzdeki dönemde artarak devam edeceğini söyleyebiliriz. Sermaye sözcüleri seçimin ertesi gününden itibaren AKP’ye bu alandaki görevlerini hatırlatmaya başladılar. Yürürlüğü ertelenmiş olan sosyal güvenlik yasası, çalışma yasalarında esnekliği daha da artırıcı yeni tedbirler, kıdem tazminatının gasp edilmesi, patronlara vergi indirimleri, sanki çokmuş gibi sosyal harcamaların –özellikle sağlık harcamalarının– kısılması (“bütçe disiplini!”), enerji ve su gibi temel altyapı hizmetlerinin de özelleştirilmesi, ilk elde sıralanan talepler arasında. AKP’nin bu saldırıları büyük oranda gerçekleştireceğine şüphe yok.
Öte yandan AKP 4,5 yıllık hükümeti sırasında dışarıdan sermaye akışı bakımından nispeten elverişli bir konjonktüre denk gelmenin sefasını sürmüş, bir ekonomik kriz yaşanmamıştır. Bunun önümüzdeki dönemde de böyle süreceğinin hiçbir garantisi yoktur. Geçen yaz döneminde yaşanan çalkantının da ucunu gösterdiği gibi, kapitalizmin doğası gereği krizlerin yaşanması kaçınılmazdır. Böyle bir durumun AKP’nin sermaye adına yürüteceği saldırıları şiddetlendireceği açıktır.
Son dönemde yaşanan siyasal krizin yüzeydeki bileşenini oluşturan cumhurbaşkanlığı sorunu önümüzdeki günlerde pekâlâ fazla patırtı olmadan çözülebilir. Ancak, asıl kritik siyasal sorun olan Kürt sorunu ve onun da eklemlendiği TC’yi sıkıştıran uluslararası siyasal sorunlar yerli yerinde durmaktadırlar. ABD emperyalizminin Ortadoğu’da atmayı istediği yeni adımlar, İran’a saldırı gibi, harita değişiklikleri gibi planları, AB ile yaşanacak sorunlar, tüm süreçler üzerinde belirleyici olacaktır. Bu nedenle yeni yeni siyasal krizler için fazlasıyla mümbit bir toprak bulunmaktadır. “Üstelik meclise DTP milletvekillerinin girmesi ve bir grup oluşturmaları durumunda, bunu adeta hamamın namusu gibi gören statükonun, buradan yeni kışkırtmalar için kendisine ilave bir bahane zemini yaratacağı muhakkaktır.” (age)
Bu nedenle bu alanda da hem içte hem dışta Kürt halkına yönelik şoven saldırılar ve savaş tehlikesi işçi sınıfını beklemektedir. Aslında AKP’nin işçi sınıfı karşısındaki konumu ile Kürt halkı karşısındaki konumu bir bakıma benzerdir. Kürt halkından da hatırı sayılır bir oy almış olan AKP, kazandığı otoriteyi sürekli olarak onun taleplerini ertelemek ve sınırlamak için kullanacak, onu terbiye etmeye çalışacaktır. Tescilli AKP düşmanı olan eski generaller de dâhil olmak üzere birçok burjuva kalemşorun AKP’nin bölgede kazandığı başarıdan “memnuniyetlerini” dile getirmeleri boşuna değildir.
Toparlayacak olursak, 22 Temmuz seçimleri, işçi sınıfı açısından, kendi çıkarlarının gerektirdiği mücadele görevlerini ve bunların aciliyetini hiçbir biçimde ortadan kaldırmamıştır. Sorunlar ve görevler aynen durmaktadır. Kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde her düzeyde örgütlenme ve militanca bir mücadele yükseltme sorunu kilit önemini korumaktadır. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin de, sermaye karşısında bağımsız işçi sınıfı cephesini oluşturma mücadelesinin de, Kürt halkına yönelik şovenist saldırılara ve savaş tehdidine karşı mücadelenin de tek güvencesi budur. Özetle, devrimci işçi mücadelesi açısından görevler değişmemiştir. Bu düzenden ve onun yarattığı dertlerden kurtulabilmek için işçi sınıfı kendi yolunu yaratmak ve o yolda yürümek zorundadır. İşçiler ve emekçiler, kurtarıcı pozundaki burjuva siyasetçisi Erdoğan gibilerin “yola devam” çağrılarına kandıkları sürece kazanan yine bu düzen olacak. Uzun söze hacet yok, burjuva partileriyle bu düzenin değiştiği ne zaman ve nerede görüldü ki?
link: Levent Toprak, 22 Temmuz Seçimlerinin Ardından, Ağustos 2007, https://marksist.net/node/1619
Oportünizm, Yurtseverlik ve Savaş