28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a savaş ilan ettiğinde, bunun yalnızca bu iki ülke arasında gerçekleşecek bir Balkan savaşıyla sınırlı olmayacağını herkes biliyordu. Nitekim 1914 Ağustosundan itibaren zamanın büyük emperyalist güçleri ve geleceklerini onların zaferine bağlamış küçük devletler birbiri ardına karşılıklı savaş ilanında bulunduklarında, tarihin o güne dek yaşanmış en büyük savaşı başlamış oluyordu. Bu karşılıklı savaş ilanları yalnızca her renkten, her ırktan ve her dinden 10 milyon insanın katledileceği bir emperyalist-kapitalist canavarlığın başlangıç düdüğü olmakla kalmayacak, bütün ülkelerin işçilerinin birliğini temsil etmesi gereken, kendisinden bu beklenen II. Enternasyonal’in de ölüm ilanı olacaktı.
Bu büyük savaşın Avrupa’nın gündemine er ya da geç geleceği aslında daha 1870’lerin başında belli olmuştu. 1870’lerin başında Alman ve İtalyan birliğinin sağlanmasıyla, Avrupa’nın o anki siyasal haritasını biçimlendiren güçler dengesi bütünüyle değişmiş ve büyük devletler tarafından toplanan 1830 Viyana Kongresiyle belirlenen Avrupa artık eskimiş oluyordu. Dahası 1870’lerle birlikte kapitalizmin yeni bir aşamaya, emperyalizm aşamasına geçiş süreci de başlamış oluyordu. Almanya ve Fransa büyük bir sanayileşme atılımı yapmıştı. Kapitalizm dünyanın her coğrafyasına adımını atmış ve Batı’da yepyeni bir kapitalist güç olarak ABD hızla gelişmeye başlamıştı. Hızla büyüyen kapitalist ekonomilerin hammadde ve pazar arayışları, büyük güçler arasında giderek artan bir rekabeti de beraberinde getirmişti. 1870’lerden 1900’lerin başına kadar uzanan 25-30 yıllık süreçte Avrupa her ne kadar barışçıl bir gelişme dönemi geçirmiş olsa da, tüm dünya eski ve yeni kapitalist güçler tarafından çoktan paylaşılmış durumdaydı. Ne var ki bu paylaşım hiç de büyük devletlerin iktisadi güçleriyle orantılı durumda değildi. Bunun da anlamı, kapitalist çıkarlar çerçevesinde dünyanın yeniden paylaşılmasının zorunlu hale gelmesiydi. Lenin, Birinci Dünya Savaşı olarak adlandırılan savaşın tam da bu temelde gelişen bir emperyalistler arası paylaşım savaşı olduğunu su götürmez biçimde göstermiş ve emperyalizm çağının proleter devrimlere ve aynı zamanda da ulusal kurtuluş savaşlarına yol açacağını büyük bir uzak görüşlülükle öngörmüştü.
Onun bu öngörüsü en başta ve her şeyden önce Marx ve Engels’in proleter devrimci enternasyonalizm anlayışına ödün vermez bir şekilde sadık kalışından kaynaklanıyordu. Marx kapitalizmin tekelcilik doğrultusundaki evrimine dair son derece önemli ipuçlarını zaten çoktan sergilemiş, Engels ise yaklaşan savaşı kâhince öngörmüştü. 1887’de şöyle yazıyordu Engels: “Prusya-Almanya için bir dünya savaşından, bugüne kadar boyutları ve şiddeti hayal edilmemiş olan bir dünya savaşından başka bir savaşın artık olasılığı yoktur. Sekiz-on milyon asker birbirini boğazlayacak ve o güne kadar bir çekirge sürüsünün yaptığından çok daha fazlasıyla Avrupa’yı baştanbaşa soyup soğana çevirene kadar yiyip bitirecektir. (…) Savaş belki de geçici olarak bizi geriye itebilir, kazandığımız birçok mevzileri bizden koparıp alabilir. Ama (…) trajedinin sonunda sizler mahvolmuş olacaksınız ve proletarya, ya zaferini gerçekleştirmiş olacak ya da her halde zafer kaçınılmaz olacaktır.” [1]
Engels’in öngörüsü harfi harfine doğrulandı. İşçi hareketine yurtseverliğin zerk edilmesine karşı proletarya enternasyonalizminin bayrağına sarılan Bolşeviklerin önderliğinde proletarya Rusya’da zafer kazandı. Avrupa proleter devrimin girdabına sürüklendi. Ama II. Enternasyonal partileri, proletaryayı savaşta katletmeye ortak olmaları yetmiyormuş gibi, gelişen tüm proleter devrimlerin bastırılmasında da belirleyici rol oynadılar. Peki, Marksizmin izinden yürüdüğü düşünülen II. Enternasyonal neden işçi sınıfına ihanet çizgisine savrulmuştu? Kavrayışsızlıktan mı? Hiç de değil!
II. Enternasyonal
Marx’ın ölümünün ardından 1889 yılında bir hayli sancılı bir sürecin sonunda kurulan II. Enternasyonal’in ilk yılları ve bu yıllarda gerçekleştirdiği kongreler, esas olarak bu örgütün işçi hareketinin meşru temsilcisi konumuna ulaşmak ve anarşistleri dışlamak üzere gerçekleşen tartışmalara ve politik mücadelelere şahit oldu. Engels sevinçle karşılamakla birlikte bu uluslararası oluşuma belli bir ihtiyatla yaklaşmış, özellikle Marksizme yakın durduğu izlenimi veren Alman Sosyal-Demokrat Partisinin (SPD) önderlerini oportünist uzlaşmalar hususunda sürekli olarak uyarıp eleştirmişti. Yaşanan süreç, onun eleştirilerinin ve kaygılarının son derece haklı olduğunu gösterecekti.
II. Enternasyonal’in savaş çıkınca işçi sınıfına ihanet eden milliyetçi bir çizgiyi benimsemiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bunun işaretleri daha en başından itibaren mevcut idi. II. Enternasyonal neredeyse kurulduğu günden itibaren yaptığı tüm kongrelerde, savaşa ilişkin nasıl bir tutum geliştirmesi gerektiğini tartışmıştı. Ama bu tartışmalardan hiçbir net devrimci eylem çizgisi çıkmamıştı. Savaş tehlikesine karşı devrimci sokak gösterilerini, devrimci kitle grevlerini ve devrimci bir genel grevin silahlı ayaklanmaya dönüştürülmesi fikrini anarşist ya da yarı-anarşist gevezelik olarak gören tutum, II. Enternasyonal içerisinde büyük bir çoğunluğu oluşturuyordu. Bu teslimiyetçi çizginin esas sorumluluğu hiç kuşku yok ki, Alman partisine aitti. Alman önderliği, 19. yüzyılda siyasal savaşımı reddeden ve onun yerine soyut bir genel grev fikrini öneren anarşistlere karşı mücadele içinde Marx ve Engels’in geliştirdiği fikirleri, bir dogma haline getirip kendi eylemsizliklerinin üstünü örtmenin bahanesi olarak kullanıyordu. Belçika’daki kitle grevlerinin başarısına ve 1905 Rus devriminde izlenen devrimci kitle grevinin Çarlığı neredeyse devirecek kadar sarsmasına rağmen, Alman önderliğinin tutumu 1907’deki Stuttgart Kongresinde de değişmedi. Ne var ki, 1907’deki kongrede, Lenin ve Rosa Luxemburg kitle grevini yalnızca savaşı engelleme ya da zaten başlamış olan bir savaşı durdurma yöntemi olarak savunmanın çok daha ötesine geçmişlerdi. Özellikle 1905 devriminin dersleriyle donanan bu devrimci önderler, meselenin yalnızca savaşı engelleme ya da durdurma ile sınırlanamayacağını, devrimci kitle grevlerinin silahlı bir ayaklanmaya dönüştürülerek iktidarın fethedilmesinde kullanılacak bir yöntem olduğunu savunuyorlardı. Meselenin bam teli de bu noktada açığa çıktı: II. Enternasyonal bir devrim partisi değil, parlamentarist reform yanlısı partilerin gevşek ve oportünist birliği idi. Yıllar boyunca burjuvazinin parlamento ahırlarında oturanlar, sonunda onlar gibi olmuşlardı!
1890’larda politik mücadeleyi tümüyle barışçıl bir temelde ve anayasal çerçevede parlamenter reform mücadelesiyle sınırlayan Alman önderliği için Lenin ve Rosa’nın önerileri son derece aşırı bir tutumdu. İşçilerin çoğunluğunun sosyalist sendikalara üye olacağı ve “sosyalist” milletvekillerinin parlamentoda mutlak bir çoğunluğa ulaşacağı o kutlu güne dek, sendikal mücadeleyle ve parlamentoda gericiliğe karşı ve demokrasiden yana önergelerle yetinmeyi benimseyen bir anlayış çoktan Alman önderliğinin temel çizgisi haline gelmişti. August Bebel, Wilhelm Liebknecht ve Karl Kautsky gibileri bu çizgiye angaje olmakla kalmamış, Engels’i sıradan bir barışçıl ve parlamentarist gelişme yanlısı olarak sunmaya çalışmışlardı. Devrimci eylem doğrultusunda atılacak her adım, Alman partisinin burjuva siyasal sahnede ve sendikal alanda elde ettiği kazanımları riske sokardı! Partinin varlığı burjuva düzenin mevcut halinin bir ürünü olarak görünüyordu onlara. Bu nedenle de Alman anayasal monarşisinin mevcut durumundaki her gerileme, bu güdük burjuva demokrasisinin daralması yolundaki her adım, bu oportünist önderlere partinin varlığına yönelik esas tehdit olarak görülüyordu. Zaferi güvence altına alacak mutlak bir çoğunluk elde edilmedikçe, böylesi bir devrimci eyleme girişmenin riskli olduğu “ahmaklığıyla” hareket ediyorlardı. Devrimci eylem çağrılarına 1907 Kongresinde Bebel şu karşılığı veriyordu: “Parti içi yaşamın veya hatta belli koşullarda bizzat partinin var olmasının ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalabileceği savaşım yöntemlerini kabul etmeye sürüklenmek, izin veremeyeceğimiz bir şeydir.”
1912 genel seçimlerinde Alman partisi, tüm seçmenlerin üçte biri demek olan dört milyon iki yüz bin oy almış ve 110 milletvekiline kavuşmuştu, ama önderlerine bakılırsa halen azınlık durumundaydı! Buna karşın, Rosa, devrimci taktiklere giden yolun çoğunluğa ulaşmaktan geçmediğini, tersine, çoğunluğa sahip olmanın yolunun devrimci taktikler izlemekten geçtiğini söylerken son derece haklıydı. Stuttgart Kongresinde herkesi memnun edecek ama açık ve somut olmayan bir orta yolcu karar alındı. Savaş karşısında alınacak tutuma ilişkin karara gerçek devrimci içeriğini veren satırlar Lenin ve Rosa’nın katkısıydı ve savaş patlak verdiğinde yalnızca onlar tarafından sahiplenilecekti!
II. Enternasyonal içindeki oportünist çizginin milliyetçi özünü sömürgeciliğe yaklaşım konusunda da bulmak mümkündür. Birer sömürge imparatorluğu olan ve aynı zamanda da parlamenter bir işleyişe sahip bulunan ülkelerde, emperyalizmi olumlayan eğilimler giderek güçlenmişti. Sosyal-emperyalist olarak adlandırılan bu akım, sömürgelerden kolayca kurtulunamayacağını, uygar ülkelerin geri halkları barbarlıktan kurtardıklarını, bu nedenle de sömürge sisteminin bir tarafa bırakılmasını değil iyileştirilmesini talep etmenin doğru olacağını ileri sürüyorlardı. İngiliz ve Hollandalıların yanı sıra Alman oportünistleri de, bu fikri en açık biçimde dile getirmişlerdi. Onlara göre, Alman işçi sınıfının yaşam standartlarını yükseltmek için Almanya’nın sömürgeci rekabete girmeye hakkı olmalıydı. 1907 Stuttgart Kongresinde sömürgeciliği reddeden karar ancak 108’e karşın 127 oy gibi küçük bir farkla kabul edilebilmişti. Bir başka deyişle kongrenin neredeyse yarısı sömürgeciliği onaylıyordu!
İşçilerin sendikal mücadeleyle elde ettikleri üç-beş kuruşluk ücret artışlarıyla yaşam koşullarındaki göreli ve kısmi iktisadi iyileşme veya burjuva demokrasisinin sınırlarının giderek genişletilmesiyle işçi sınıfının kazandığı bazı siyasal ve toplumsal haklar, sosyalist hareket içerisinde giderek işçilerin zincirlerinden başka da kaybedecek şeyleri olduğu yalanının kabul görmesine ve güçlenmesine yol açmıştı. Bu yanılsama, tüm bu iktisadi, siyasi ve toplumsal hakların ya da reformların kaynağı olarak görülen kendi ulus-devletlerine karşı “düşmanlığın” terk edilmesine ve bu devlete karşı önce hayırhah bir tutum benimseyip sonra da sahiplenen bir siyasal çizginin gelişmesine yol açacaktı. Böylelikle artık işçiler, bıraktık zincirlerinden başka kaybedecek şeylerinin olmamasını, burjuvalarla ortak bir vatana bile sahip olmuşlardı! İşçilerin yurtsever olması gerektiği tezi ile sosyalist partilerin “devrimci eylem, ayaklanma gibi aşırılıkların değil reformların partisi olması” gerektiği tezinin aynı kişilerce savunulması hiçbir şekilde tesadüf değildi. Tersine bu iki ana tez birbirini destekliyor ve birbirlerinden türüyorlardı.
Lenin, II. Enternasyonal’in iflasına yol açan oportünizmin savaşla birlikte sosyal-şovenizm veya aynı anlama gelmek üzere sosyal-yurtseverlik olarak somutlandığını söylerken tam da bu gerçeğe işaret ediyordu: “Sosyal-şovenizmin temel düşünsel-politik içeriğinin oportünizmin esaslarıyla tamamen örtüştüğü apaçıktır. Bu bir ve aynı eğilimdir. Oportünizm 1914/15 savaşı koşulları altında sosyal-şovenizmi yaratmıştır. Oportünizmde özsel olan şey, sınıfların işbirliği düşüncesidir.” [2] O, sosyal-şovenizm ve sosyal-yurtseverlik kavramlarını eş anlamlı olarak kullanıyor ve bu kavramlarla milliyetçiliğin sosyalist hareket içinde ortaya çıkmış halini anlatıyordu.
“Emekçi yurtseverliği”
II. Enternasyonal’in iç tarihini bir anlamda Alman Sosyal-Demokrat Partisi ile Fransız sosyalist çevreleri arasındaki çekişme olarak algılamak mümkündür. Bu çekişme o sıralar “ortodoks” Marksizm ile Marksizm dışı sosyalist akımlar arasındaki bir politik hegemonya mücadelesi olarak algılanmış olsa da, çok kısa süre sonra ortaya çıkmıştır ki, çekişmenin temelinde yatan en önemli unsurların başında, her iki ana çizgiye de alttan alta damgasını basan küçük-burjuva milliyetçi eğilim ve karşılıklı burjuva milliyetçi önyargılar geliyordu. Alman partisi içinde daha baştan itibaren varolan bu küçük-burjuva milliyetçi eğilim, Engels’in ölümünün ardından “eleştiri kırbacı”nın sırtından kalkmasını fırsat bilerek 1890’ların ortalarından itibaren hızla harekete damgasını vuracaktı. Fransa’da ise milliyetçi eğilimler işçi hareketi içinde zaten yüksek sesle dile getiriliyor ve yurtseverlik adı altında kutsal bir haleye kavuşturulmuş bulunuyordu. Marksizmin proleter devrimci enternasyonalizm anlayışı, çeşitli ülkelerin işçi partileri arasında barış dönemleriyle sınırlı olmak üzere karşılıklı dayanışma ruhuna ve gevşek bir işbirliği anlayışına indirgenmiş durumdaydı.
Çeşitli uluslardan işçileri birbirine boğazlatmayı onaylayan milliyetçi eğilim, işçi hareketi içinde aslında 1914 savaşıyla ortaya çıkmadı. Bu eğilim emekçi yurtseverliği vb. gibi adlar altında II. Enternasyonal partileri içersinde en baştan itibaren mevcut ve güçlü bir eğilimdi. O kadar ki, başta Fransız ve Alman olmak üzere neredeyse tüm partilerde, kendilerini tarihsel olarak tehdit ettiğini düşündükleri rakip ulusa karşı günü geldiğinde bir ulusal savunma savaşımı vermenin meşru ve kaçınılmaz olduğu düşüncesi hâkimdi. Fransızlar, Alman monarşist gericiliğinin kendi demokratik cumhuriyetlerinin kazanımlarına bir tehdit olduğunu düşünürken, Almanlar ve Avusturyalılar da anayasal monarşilerinin kendilerine sağladığı kısmi siyasal özgürlüklerin Rus mutlak monarşisinin tehdidi altında olduğu fikrinden bir türlü vazgeçmemişlerdi. [3] Bu milliyetçi eğilim ve önyargılar, II. Enternasyonal içinde Marksist eğilimin sözcüsü olduğu düşünülen önderlerin, gerek ne pahasına olursa olsun birliği koruma ve sürdürme amacını güden oportünist uzlaşmaları sebebiyle, gerekse de bizzat kendilerinin gerçekte aynı milliyetçi eğilimlerden muzdarip oluşlarından kaynaklı zorunlu sessizliklerinden ötürü sürüp gitmişti.
Bu eğilimi savunan oportünistlerin hepsi de, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da dile getirdikleri “işçilerin vatanı yoktur” düşüncesini, “kötü bir şaka”, “talihsiz bir açıklama” vb. şeklinde reddediyorlardı. Özellikle Fransa’da durum buydu. Uzun yıllar boyunca sayısız gruplar halinde varolan ve II. Enternasyonal’de de gruplar halinde temsil edilen Fransız sosyalist hareketi, 1905’de SFIO adıyla birleşik bir sosyalist parti kurmuştu. 1899’da burjuva hükümetine ticaret bakanı olarak girmekte bir sakınca görmemesine rağmen ne partisinden ne de II. Enternasyonal’den atılmayan Millerand, Fransızlığından övünecek denli bir yurtseverdi. Şöyle diyordu 1896’da: “Bir an bile enternasyonalist olduğumuz kadar Fransız ve yurtsever olduğumuzu unutmayacağız. Yurtseverlik ve enternasyonalistlik, bunlar Fransız Devrimini yapan atalarımızın soylu biçimde bağdaştırmayı bildikleri iki niteliktir.” [4] Millerand’ın politik kariyerini azgın bir gerici burjuva politikacısı haline gelip emperyalist savaşın ardından önce başbakan sonra da cumhurbaşkanı olarak tamamlaması hiç de şaşırtıcı değildir!
Hiçbir zaman Marksist olduğunu iddia etmeyen Jean Jaures ise, gerek Fransa’da gerekse de Avrupa’da partinin parlak sosyalist liderlerden biri olarak tanınmıştı. Jaures, 19. yüzyıl boyunca mücadelesini verdikleri cumhuriyet için Fransızların Alman monarşist gericiliğine karşı bir “savunma savaşı”na hazır olduklarını defalarca belirtmişti. 1910’da yayınladığı Yeni Ordu adlı kitapçığın alt başlığını “ulusal savunma ve uluslararası barış” olarak koymuştu. Fransa’nın en büyük emperyalist güçlerden biri olarak doludizgin savaşa hazırlandığı bir dönemde, ulusal savunmanın, yani anavatan savunmasının “belirli koşullarda” kaçınılmaz olacağı fikri yurtsever bir içerikle işleniyordu. Bu kitapçıkta, işçilerin vatanları olduğu gibi yurtsever olmaya da hakları olduğu ve bir Alman saldırısına direnmek yükümlülüğünde oldukları belirtiliyordu. 1913 yılında ise Jaures şunları söylüyordu: “Proletarya vatanın dışında değildir. Marx ve Engels'in 1847'de Komünist Manifesto'da o ünlü, sık sık tekrarlanan ve her yöne doğru saçılmış olan "işçilerin vatanı yoktur" cümlesini dile getirmeleri, komünizmi vatanı tahrip etmekle suçlayan yurtsever burjuvaların saldırılarına karşı tamamen çelişkili, talihsiz cevap ve sadece ateşli bir heves anlamına gelir.” [5]
Sosyalist fikirleri yurtseverlik adı altında milliyetçilikle zehirleme yaklaşımı, Jaures tarafından çok daha veciz bir şekilde de ifade edilmişti: “Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir.” Yurtseverlik kavramı ile milliyetçilik kavramları arasında yapay ve kategorik ayrımlar icat etmeye çalışanlar bir yana, milliyetçi olduğunu ifade etmekten çekinmeyen biri olarak Mihri Belli, Jaures’nin ifadesindeki “yurtseverlik” sözcüğünü “milliyetçilik” şeklinde çevirirken gerçekte hiç de büyük bir çeviri hatası yapmamış oluyordu. [6] Onun ayıbı, enternasyonalizmin yurtseverlikle bağdaşıp bağdaşmayacağı konusunda Marx’ı, Engels’i ya da Lenin’i değil de, burjuva sosyalizminin en büyük isimlerinden Jean Jaures’yi referans göstererek, Türk soluna milliyetçiliğin bulaşmasının en başta gelen yerli müsebbiplerinden biri olmasıdır.
Fransa’daki Marksist eğilimin lideri olarak bilinen ve en “katı”, en “saf”, en “ortodoks” Marksist olarak nam salmış olan Jules Guesde ise, işçilerin oy verme hakları olduğu için “bir vatana sahip olduğuna inanmak zorunda olduğunu” belirtiyordu. Guesde’in bu görüşü gerçekte Alman partisi içindeki oportünist kanattan kopyalanmıştı. Bu kanat, Engels’in ölümünün ardından Bernstein önderliğinde hızla atağa geçti. Marksist teorinin tüm temel önermelerinin gözden geçirilip terk edilmesi gerektiğini ileri sürdüğü için revizyonist olarak da adlandırılan bu akım, düşüncelerini Fransızlar gibi veciz sözlere değil çok daha teorik gözüken açıklamalara dayandırıyorlardı. Bernstein, Evrimci Sosyalizm adlı kitabında, “işçilerin vatanı yoktur” düşüncesinin, politik hakları olmayan 1840’ların işçilerine “belki bir dereceye kadar” uyabileceğini, ama genel ve eşit oy hakkına, ücretsiz eğitim ve sağlık hakkına sahip olan ve “saldırıya karşı savunulan” bir işçinin, “ulusun ortak mülkiyetinin sahibi olarak”, artık bir anavatanının var olduğunu savunuyordu. Şöyle diyordu Bernstein bir başka makalesinde: “«İşçilerin vatanı yoktur» sözü o zamandan beri, işçiler hükümetin denetimine, ülke yasalarının hazırlanmasına eşit haklara sahip bir yurttaş olarak katıldığı ve ülkenin kurumlarını kendi arzularına göre etkileyebildiği ölçüde, değişikliğe uğramıştır.” [7] Alman partisi içinde sosyalizmin ancak dünya çapında kurulacak bir sistem olduğu fikrini reddederek tek ülkede sosyalizm düşüncesinin ilk mimarı olan Vollmar ise, doğal olarak, “vatanımızın olmadığı doğru değildir” diyordu.
Bu revizyonistlerin görüşleri en azından kendi içerisinde bir bütünlük arz ediyordu. Nitekim onlar, en başta uzlaşmaz sınıf mücadelesi fikrini reddetmişlerdi. Siyasal özgürlüklerin, “demokrasi”nin, genel oy hakkının vb. sınıf mücadelesinin zeminini yok ettiğini düşünüyorlar; demokrasiyi sınıfsal özünden yalıtıp çoğunluğun iradesinin egemenliği şeklinde bir biçimsel formüle indirgiyorlar ve böylelikle de devletin sınıf egemenliğinin organı olduğunu reddediyorlardı. Bu durumda “ulusal” burjuvaziyle proletaryanın çıkarlarının uyuşabileceğini, onunla ittifakların reddedilemeyeceğini ileri sürüyorlardı. Bernstein bu fikrini Alman emperyalizmini tüm dünyadaki operasyonlarında desteklemek gerektiği noktasına kadar götürmüş, kendi görüşlerini “Alman kapitalist çıkarlarının bir avukatı ve savunucusu olmak” şeklinde özetlemişti.
Gerek Alman işçi sınıfının gerekse küçük-burjuvazisinin zihninde, genelde Slav halklarına özelde de Ruslara ilişkin olarak köklü bir şekilde yer etmiş geçmişten kalma ulusal önyargılar söz konusuydu. Alman sosyalist hareketinin oportünist çoğunluğu, bu önyargılarla enternasyonalizm temelinde savaşmak yerine, bu önyargıları paylaşıp körükledi. “Geleneksel düşman”ın varlığı ve “tehdit” oluşturduğu düşüncesi, kendi milliyetçi eğilimlerinin üstünü örten bir şal olarak ve kendi burjuvazilerinin kötülüklerinin üstüne sünger çekmek amacıyla oportünistler tarafından kullanıldı. Savaş patlak verdiğinde Alman oportünizminin tüm temsilcileri Almanya’nın emperyalist savaşa Rusya’ya karşı anavatanı savunmak adına katıldığını kanıtlamak için Marx ve Engels’in Çarlık Rusya’sına ilişkin sözlerini tarihsel ve siyasal bağlamından koparıp çarpıtmaktan ve kendi şovenist çizgilerini aklamak için kullanmaktan geri durmayacaklardı. Lenin, savaş sırasında yazdığı tüm yazılarda sosyal-yurtsever ya da sosyal-şovenist olarak tanımladığı bu hainlerin Marx’a dönük iftiralarını tek tek çürütmüştür.
Milliyetçi eğilim, savaş öncesinde zaten oportünist olarak adlandırılan kişilerle sınırlı değildi. Savaşı önceleyen yıllar boyunca Fransız “ortodoks” Marksizminin lideri olarak görülen Jules Guesde’in savaş öncesindeki yaklaşımına yukarıda değindik. O Guesde savaş patlak verdiğinde kutsal ulusal birliğin savunucusu olarak Fransız hükümetinin bir bakanı oldu! Peki ya Almanya’da “Marksizmin Papası” olarak görülen Kautsky’nin yurtseverliğe bakışı ne idi?
Engels’in yardımcılığını yapmanın da getirdiği ayrıcalıkla “Marksizmin Papası” olarak adlandırılan Karl Kautsky tüm önemli sorunlarda olduğu gibi yurtseverlik sorununda da savaştan çok önceleri bile ikircikli ve merkezci-oportünist bir tutum takınmıştır. 1907 yılında, bir taraftan enternasyonalizmi överken diğer taraftan “proleter yurtseverlik” kavramını icat ediyor, bu yurtseverlik ile burjuva yurtseverlik arasında da farklar olduğunu iddia ediyordu. Ona göre, “proleter yurtseverlik”, diğer ülkelerin işçilerini kardeş olarak görmekle kalmaz, kurtuluşları için tüm ülkelerin işçilerinin işbirliğine ihtiyacı vurgulardı; oysa burjuva yurtseverliği diğer ulusları rakip ve düşman olarak değerlendiriyordu. Kautsky buradan da “ulusun özgürlüğünü savunmak için burjuva ve proleter yurtseverliğinin birleşebilecekleri bir savaş hiçbir yerde beklenmemelidir” [8] sonucuna çıkıyordu. Böylelikle bir taraftan normal dönemlerde olduğu gibi savaş döneminde de sınıfların işbirliği düşüncesini reddeden bir sonuç çıkartarak Marksist itibarını korumuş oluyor, diğer taraftan da “proleter yurtseverlik” icadıyla milliyetçi saflardan alkış toplamayı ihmal etmiyordu. Aynı Kautsky, yine 1907 yılında, Fransa ve Rusya ittifakına İngiltere’nin de katılımıyla savaş rüzgârlarının güçlenmesinin ardından, bu kez, “yabancı bir ulusun hâkimiyetini önlemede gerek burjuvazinin gerekse proletaryanın ortak çıkarı vardır” [9] diyordu. Bu eklektik, merkezci-oportünist tutumların hangi sonuçları doğuracağı büyük savaşın patlamasıyla çarçabuk açığa çıkacaktı. Savaş boyunca Kautsky, Alman sosyal-şovenizminin teorik aklanmasına yaptığı büyük hizmetlerden ötürü Lenin’in en fazla gazabına uğrayan lider olacaktı!
Böylelikle görüyoruz ki, büyük savaş patlak vermeden çok önceleri bile, II. Enternasyonal’in ister revizyonist ve oportünist kanadı, isterse de “Marksist merkez” olarak bilinen önderleri olsun şu ya da bu derecede milliyetçi bir eğilimdeydiler. Kimilerinin bunu açıkça ilan etmesiyle, öbürlerinin utangaç kabulleri ve kılıf hazırlama gayretleri arasındaki nüanslar, savaşın sıcaklığı içerisinde eriyip gitti. Yurtseverlik söylemini şu ya da bu ölçüde savunan tüm liderler işçi sınıfına düpedüz ihanet etmişler ve on milyonlarca emekçinin kanının dökülmesi sorumluluğuna ortak olmuşlardı.
“İkinci Enternasyonal (1889-1914) önderlerinin büyük çoğunluğunun sosyalizme ihaneti, Enternasyonal’in politik ve ideolojik iflasının ifadesidir. Bu çöküşe, asıl olarak onun içinde hâlâ hüküm süren küçük-burjuva oportünizmi ve burjuva doğası yol açmıştır ki, bu tehlike bütün ülkelerdeki devrimci proletaryanın en iyi temsilcileri tarafından uzun süredir gösterilmişti. Oportünistler, sosyalist devrimi yadsıyıp onun yerine burjuva reformizmini geçirerek; sınıf mücadelesini ve onun belirli bir anda kaçınılmaz olarak iç savaşa dönüşümünü red edip bunun yerine sınıf işbirliğini önererek; yurtseverlik ve anayurdun savunusu biçimindeki burjuva şovenizmini vaaz ederek; sosyalizmin, uzun süre önce Komünist Manifesto’da ilan edilen «işçilerin vatanı yoktur» biçimindeki temel gerçeğine katılmayarak ya da ona karşı çıkarak; militarizme karşı mücadelede bütün ülkelerin proleterlerinin bütün ülkelerdeki burjuvazilere karşı devrimci savaşı yerine, kendilerini duygusal cahil bir bakış açısına hapsederek; burjuva parlamentarizminden ve burjuva yasallığından yararlanmayı bir fetiş haline getirip, kriz dönemlerinde zorunlu hale gelen yasadışı örgütlenme ve ajitasyon biçimlerini unutarak, uzunca süredir İkinci Enternasyonal’i baltalamaya hazırlanıyordu.” [10]
Birinci Dünya Savaşına karşı çıkan, onu emperyalist bir savaş olarak niteleyen, anavatan savunusu yalanını bıkmadan teşhir eden, kendi hükümetini desteklemeyi reddeden, ulusal birlik aldatmacasına karşı savaş bayrağı açan başta Lenin, Rosa, Karl Liebknecht ve Troçki olmak üzere bir avuç devrimci azınlığın çizgisi, “gerçek düşman kendi burjuvazindir” düşüncesiyle emperyalist savaşı proleter devrim için burjuvaziye karşı bir savaşa çevirmek idi. Bu büyük devrimcilerin bir kez bile olsun kendilerini yurtsever olarak adlandırmamış olması ve Marksizmin milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmadığını savunmuş olmaları, basit bir tesadüften ibaret olabilir mi?
Üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, II. Enternasyonal’in ihaneti hiç de sararmış bir tarih sayfasına ait değildir. Bugün de milliyetçilik şu ya da bu biçim altında sosyalist işçi hareketine bulaştırılmaya çalışılıyor. Hiç kuşkusuz ki, bugün bunun sorumluluğunu tek başına II. Enternasyonal’e ve onun uzantılarına yüklemek yanlış olacaktır. Zira 1930’lardan itibaren Stalinizm onunkini de aşan bir tarzda milliyetçiliğin teorisini yapmış ve komünist harekete bu illeti son derece derin bir şekilde bulaştırmıştır. Türk solu, küçük-burjuva sosyalizmi damgasının hayli ağır bastığı bir gelenek olarak, milliyetçilikten fazlasıyla nasibini almıştır. Emperyalizme karşı anavatan savunusu, sosyalist-emekçi yurtseverliği ya da vatanseverliği gibi söylemler, bu topraklardaki sol hareketin neredeyse amentüsü gibidir.
Bugün dünya kapitalist ekonomisinin şaşalı büyüme döneminin çoktan kapanmış olması ve genel bir durgunluk eğiliminden bahsediliyorsa, Afrika’nın batısından Asya’nın doğusuna kadar haritaların yeniden çizilmesi emperyalistlerce çoktan gündem maddesi haline getirildiyse, nükleer silahların daha da geliştirilmesi dahil silahlanma yarışı yeniden bunca hızlanmışsa, yeni bir dünya savaşı ufukta demektir. Bu savaşın hangi biçimlere bürüneceği tamamen ikincil bir sorun olmak kaydıyla, işçi sınıfını bekleyen milliyetçi ihanet tehlikesi ortadan kalkmış değildir. Ve 1914 Ağustosunda çeşitli ülkelerden işçilerin birbirine boğazlatılmasına onay veren hain işçi aristokrasinin ve küçük-burjuva sosyalizminin oyununa bir kez daha düşülmek istenmiyorsa, dünya işçi sınıfının her ülkedeki en azından öncü kesimlerinin milliyetçilikle ve onun her türlü görünümüyle arasına kalın bir duvar örmesi kaçınılmaz bir gereklilik oluşturuyor.
[1] ak. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Y., s.167
[2] Lenin, “İkinci Enternasyonal’in Çöküşü”, SE, İnter Y., c.5, s.218
[3] Ruslara gelince, onları kendi burjuvazilerine bağlayan böylesi milliyetçi önyargılar daha zayıftı; bu durum büyük savaş patlak verdiğinde Duma’daki neredeyse tüm sosyalistlerin savaş harcamalarına onay vermemesinde kuşkusuz önemli bir etken olmuştu. Anavatan savunusu sloganının en az rağbet gördüğü ülkelerden biri Rusya olacaktı.
[4] ak. James Joll, II.Enternasyonal, Belge Y., s.78-9
[5] Sosyalizm Ansiklopedisi, c.2, Ekler, s.99
[6] Mihri Belli, Yazılar 1965-70, Sol Y., s.292
[7] ak: H. B. Davis, İşçi Hareketi, Marksizm ve Ulusal Sorun, Belge Y., s.23
[8] Sosyalizm Ansiklopedisi, c.2, Ekler, s.97-8
[9] ak: H. B. Davis, İşçi Hareketi, Marksizm ve Ulusal Sorun, s.108
[10] Lenin, Collected Works, Progress Publishers, 4.bsk, c.21, s.15
link: Oktay Baran, Oportünizm, Yurtseverlik ve Savaş, Temmuz 2007, https://marksist.net/node/1621
22 Temmuz Seçimlerinin Ardından
Göçmen İşçiler: “Kullanılıp Atılabilir İnsanlar”