Yüzyıllar boyunca Çarlık Rusya’sının baskılarına, sürgünlerine, katliamlarına maruz kalan, Ekim Devrimini takip eden kısa bir rahatlama döneminin ardından 1940’larda Stalinist bürokrasi tarafından kitlesel olarak sürgüne gönderilip en ağır koşullarda on binlerce insanını yitiren bir Kuzey Kafkasya halkıdır Çeçen halkı. Çilesi bununla da son bulmayan bu halk, son on iki yılda, 100 binden fazla insanını, yani nüfusunun en az onda birini bu kez kapitalist-emperyalist Rusya’nın vahşi saldırılarında yitirmiştir. Ne var ki, Rusya’nın amansız saldırılarına rağmen, Çeçen halkının ulusal kurtuluş mücadelesi soldan gerekli ilgiyi ve desteği görememiş, aksine Müslümanlık faktöründen dolayı sağın çok daha büyük bir ilgisine mazhar olmuştur. Bunda kuşkusuz çeşitli unsurlar rol oynuyor, fakat ilk sıraya solun ulusal sorun ve emperyalizm konusundaki hatalı yaklaşımlarını yerleştirmek gerekiyor.
Çeçenistan’ın bağımsızlık mücadelesi verdiği güç her şeyden önce bir zamanların “sosyalist” devi Rusya’dır. Hal böyle olunca, Stalinist milliyetçilikle malûl sol açısından bilinç çarpılmasına fazlasıyla müsait bir psikolojik zemin oluşmakta ve eski Yugoslavya topraklarında yaşanan ulusal sorunlara yönelik problemli yaklaşımlar burada da nüksedebilmektedir. Yaşanan sorununun emperyalistler arası rekabetin gündem maddelerinden birini oluşturması ve özellikle ABD’nin oynadığı rol, meseleye soğuk bakılmasının bir başka nedenidir. Bir ulusun kendi kaderini tayin hakkının tanınıp tanınmaması hususunda, hareketin siyasal önderliğinin gerici niteliğinin kriter olarak alınması ise ulusal sorun konusundaki yanlış anlayışın bir diğer uzantısıdır. Bu sakat bir yaklaşımdır, zira KKTH’nin kabulü ile, ulusal hareketin liderliğinin desteklenip desteklenmeyeceği iki ayrı konudur. Çeçen ulusal hareketinin başını, Rusya’nın “terörist” olarak adlandırdığı dinci, gerici bir önderliğin çekiyor olması, solu zaman zaman Çeçen halkının kendi kaderini tayin hakkının savunulması konusunda zaaflı bir tutuma sürükleyebilmekte, en azından bu unsurun öne çıkarılması, bağımsızlık hakkının gölgede kalmasına yol açabilmektedir.
Savaşın bugün hâlâ sürdüğü Çeçenistan’da yaşananlar komünistler açısından önemli dersler içeriyor. Yaklaşık 1,1 milyon nüfuslu bu küçük ülkenin tarihi, Ekim Devriminin Stalinist karşı-devrimle tasfiye edilmesinin ve enternasyonalizmin terk edilerek büyük Rus şovenizminin yeniden hortlatılmasının nelere mal olduğunu da acı bir şekilde gözler önüne seriyor.
Ekim’le açılan, Stalinizmle kapanan kısa sayfa
Ekim Devrimi, dünya tarihinin akışına yeni bir yön veren önemli bir dönemeç noktasıdır. Kuşkusuz onun yarattığı büyük değişimden en çok etkilenenler arasında, yüzyıllarca esir durumunda yaşamış ezilen uluslar da yer alır. Rusya, yüzyıllar boyunca koyu bir Çarlık baskısının hüküm sürdüğü despotik bir imparatorluk olarak, barındırdığı 200’den fazla halk için tam bir “halklar hapishanesi” idi. Ekim Devriminin daha ilk günlerinde kendi kaderlerini tayin hakkına kavuşan bu halklar açısından, proleter devrim, yüzyıllar süren esaretten de kurtuluş anlamına geliyordu. Aynı şey, Çarlık Rusya’sı döneminde sürgünlere ve katliamlara maruz kalan Kafkas halkları için de geçerliydi.[1] Nitekim 1918-20 yılları arasında yaşanan iç savaşta, bu halkların büyük çoğunluğu Bolşevikleri destekleyerek Kızıl Ordu saflarında savaştılar.
İç savaşın bitimini takiben 1921 Ocağında Vladikafkas’ta toplanan Dağlılar Kongresinde, Sovyet hükümetinin de önerisiyle, Özerk Sovyet Dağ Cumhuriyeti’nin kurulması kararlaştırıldı. Bu cumhuriyeti oluşturan halklar arasında Çeçenler ve onlarla aynı kökenden gelen İnguşların yanı sıra, Osetler, Çerkezler, Balkarlar, Karaçaylar ve Kabardeyler bulunuyordu. Ne var ki bu cumhuriyet kısa bir süre sonra dağıldı. Balkarlar Kabardeylerle, Çerkezler Karaçaylarla birlikte özerk eyaletler kurarlarken, Çeçenler de 1922 sonunda kendi özerk eyaletlerini kurdular. 1924 yazında ise Osetlerle İnguşlar ortak eyaletlerini kuracaklardı. Birleşik Kuzey Kafkasya girişimi kısa sürede başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Lenin’in hastalığıyla birlikte ipleri ele geçiren Stalin önderliğindeki bürokrasi, onun ölümünün (1924) ardından Ekim Devriminin rotasını karşı-devrime doğru kırmaya başlarken, büyük Rus şovenizmi de yeniden hortlatıldı. Birkaç yıl içinde, Stalin’in genel sekreterliğini yürüttüğü Bolşevik Partide büyük bir tasfiye harekâtı başladı. Aralarında Troçki’nin de bulunduğu binlerce gerçek Bolşevik partiden uzaklaştırıldı ve Stalin partinin ve devlet aygıtının mutlak hâkimi haline geldi. Bütün bu süreç boyunca, yerel parti örgütlerinin Rus olmayan unsurları da merkezi kademelerden uzaklaştırılacak ve yerel örgüt yönetimleri büyük ölçüde Ruslaştırılacaktı. Tüm bunlar, kendisi bir Gürcü olduğu halde Rustan çok Rus şovenisti kesilen Stalin tarafından gerçekleştiriliyordu.
1928’de artık tamamlanmış olan bürokratik karşı-devrimi takip eden 1929 yılında Stalinist bürokrasi zorunlu kolektifleştirme dönemini başlatmış ve Kuzey Kafkasya bu uygulamanın hayata geçirileceği ilk bölge olarak saptanmıştı. Ne var ki bu karar, büyük bir çoğunluğu yoksul dağ köylülerinden oluşan Kafkas halkları arasında güçlü bir tepkiyi de ateşledi. Çeçen topraklarında patlak veren büyük ölçekli isyanlarda, zorunlu kolektifleştirmeye son verilmesi ve Çeçenistan’ın özerk bir cumhuriyet olması gibi talepler yükseltiliyordu. İsyanlar ancak Kızıl Ordu birliklerinin bu bölgelere sevk edilmesiyle bastırılabildi. Ardından da Çeçen Komünist Partisi ve bürokrasi içinde bir “temizlik” harekâtı gerçekleştirildi. 1932’de Kuzey Kafkasya’daki parti sekreterlerinin dörtte biri partiden atıldı. Nüfusları 490 bin civarında olan Çeçen-İnguşların özerk cumhuriyet talepleriyse ancak bu kitlesel temizlikten sonra, 1936 Anayasasıyla karşılandı.
1936 Anayasasına göre SSCB 16 federe devletten meydana geliyordu ve bu devletlerin en büyüğü olan Rusya Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti çeşitli özerk cumhuriyetleri ve bölgeleri içeriyordu. Bu federe devletin sınırları içinde yer alan Kuzey Kafkasya toprakları Çeçen-İnguş, Kabardey-Balkar, Dağıstan, Kuzey Osetya Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri (ÖSSC) ve Karaçay, Çerkez, Adige özerk bölgelerinden oluşuyordu.
Stalinist despotik-bürokratik diktatörlük, Ekim’in yarattığı işçi devletiyle çoktandır kâğıt üzerinde kalmış son bağ kalıntılarını da 1936 Anayasasıyla söküp atarken, aynı yıl başlayan Moskova Mahkemeleri, SSCB tarihinde yaşanacak korkunç bir dönemin de habercisiydi. 1935 sonunda hız kazanan cadı avı, gerçek komünistler için tam bir imha operasyonuna dönüşecekti. “Sovyetler Birliği’nde Stalinist diktatörlük tarafından 1936’dan 1939’a kadar 1,5 milyondan fazla parti üyesi hapsedilmiş –yaklaşık tüm üyelerin yarıya yakını– ve 1936 yılından itibaren 10 milyondan fazla Sovyet vatandaşı hapishanelerde ya da çalışma kamplarında ölmüştür.”[2] Stalin’in artık sınıfsal konumunu pekiştirmiş olan bürokrasi üzerindeki her türlü tehdidi bertaraf etme girişiminin bedeli buydu.
Rus olmayan halklara duyulan güvensizlik onları da hedef tahtasına oturtuyordu. Nitekim 1937’de girişilen geniş ölçekli “temizlik” operasyonlarından Çeçenler de nasiplerini aldılar. Bu sırada 14 bin Çeçen tutuklanıp çalışma kamplarına sürülürken bazıları da öldürüldü. Fakat bu sürgün ve kayıplar, Çeçenler açısından birkaç yıl sonra yaşanacak olanın yanında oldukça önemsiz kalacaktı.
İkinci Dünya Savaşı ve sürgün
Lenin’in öncülüğünde gerçekleştirilen Ekim Devriminin en büyük hedeflerinden biri, farklı etnik kökenden gelen çok sayıda halkın Sovyet potası içinde ve gerçek eşitlik ve gönüllülük temelinde kaynaştırılması ve hep birlikte sosyalist dünya toplumuna doğru ilerlenmesiydi. Ne var ki Lenin’in ölümünün ardından bu Marksist-enternasyonalist anlayışı savunanlar Bolşevik Partiden tümüyle tasfiye edildiler ve sosyalizm bir dünya perspektifi olmaktan çıkarılıp tek ülkenin sınırlarına hapsedilen milliyetçi bir kalkınma ideolojisine dönüştürüldü. Enternasyonalizmin yerini ise giderek daha da yoğunlaşan bir Rus milliyetçiliği aldı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında bu milliyetçilik öylesine körüklendi ki, iş, Rus halkından “eşit SSCB halkları arasında birinci” olarak söz etmeye kadar vardırılmıştı.[3]
Fakat bu Rus şovenizmine karşın, tüm Sovyet halkları savaşta SSCB’yi savunmak için ellerinden geleni yaptılar. Kuzey Kafkasya halklarının ezici bir çoğunluğu da, Almanların bu halklar arasından işbirlikçiler edinmek ve onları SSCB’ye karşı kışkırtmak için harcadıkları büyük çabaya rağmen, “sosyalist anavatan” olarak gördükleri SSCB topraklarını savunmak üzere Kızıl Ordu saflarında yer alıp faşizme karşı kahramanca mücadele ettiler. Ama Almanların Kafkas topraklarından defedilmesinin ardından başlatılan büyük “temizlik” operasyonundan kurtulmayı başaramadılar. Stalin’in başını çektiği bürokrasi, başta Çeçen-İnguş halkı olmak üzere bu halkların Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, onları toptan topraklarından sürme kararı aldı. Böylece yaklaşık yüz yıl önce Çarlık Rusya’sında yaşanan kırıma benzer bir kırımın da kararı verilmiş oluyordu. Oysa Stalinist bürokrasinin iddialarının aksine, Almanlarla işbirliği yapanların oranı çok küçüktü.
“1943-1944 yılları arasında Gürcistan’da bulunan 100 bin Mesket Türkü (Ahıska), Rusya’dan 134 bin Kamlık, Kuzey Kafkasya’dan 200 binden fazla Kırım Tatarı, 43 bin Balkar, 78 bin Karaçay, 92 bin İnguş ve 400 binden fazla Çeçen sürgüne gönderildi.”[4] 23 Şubat 1944’te yaklaşık 490 bin Çeçen-İnguş tutuklanarak tren vagonlarına dolduruldu ve yurtlarından binlerce kilometre uzaklara, Kazakistan’a ve Sibirya’ya sürgün edildi. Aradan çok değil bir yıl geçtikten sonra, Almanya’ya giren Kızıl Ordu birlikleri, Hitler’in tren vagonlarına yükleyerek çalışma kamplarına ve gaz odalarına gönderdiği Yahudilerden sağ kalanları kurtaracak ve tarihe kahramanlıklarıyla geçeceklerdi. Ama aynı Kızıl Ordunun başı olan Mareşal Stalin, yüz binlerce Çeçenin de dahil olduğu 1 milyona yakın Kuzey Kafkasyalıyı, hayvanların taşındığı tren vagonlarına yükleyerek bile bile ölüme göndermekte bir sakınca görmemişti.
Çeçenlerden ve diğer Kafkas halklarından boşalan topraklara derhal Ruslar yerleştirilirken, Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti feshedildi. Stalin önderliğindeki bürokrasi, Kuzey Kafkasya’yı boşaltarak isyankâr bir halktan toptan kurtulmanın iç rahatlığını yaşamak istiyordu. Ajan, Troçkist, vatan haini gibi suçlamalarla çalışma kamplarında, hapislerde, sürgünlerde imha edilen milyonlarca Rusun yanında birkaç yüz bin Kafkasyalının da bulunması bürokrasi açısından özel bir anlam ifade etmiyordu doğal olarak.
Stalin’in ölümünden sonra 1956’da gerçekleştirilen 20. Parti Kongresinde Kruşçev, Kuzey Kafkas halklarının itibarlarını iade etti ve Ocak 1957’de toplanan Sovyetler Birliği Yüksek Şûrasında alınan bir kararla Çeçen-İnguşların yurtlarına dönmelerine izin verildi. Ne var ki sürgüne gönderilen 490 bin kişiden ancak 310 bini sağ kalırken, 180 bini bu kıyımdan sağ kurtulmayı başaramamıştı. Üstelik ülke topraklarının sınırları daha sonra diğer halklarla husumet doğurmaya müsait bir zemin yaratacak şekilde yeniden çizilmiş, bazı bölgelerse ellerinden alınmıştı. Yaşadıkları bu kıyım, başta Çeçenler ve Kırım Tatarları olmak üzere Kafkas halklarının bilincinden hiçbir zaman silinmeyecekti.
SSCB’nin dağılmasıyla başlayan bağımsızlık mücadelesi
1979’da SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesi Müslüman Kafkas halkları arasında büyük bir tepki uyandırmış ve bu işgalin ardından dine yönelim hatırı sayılır ölçüde artmıştı. Kızıl Ordu saflarındaki Müslüman askerlerde Afganistan’a savaşmaya gitmeme eğilimi oldukça güçlüydü ve Afgan gerillalara duyulan sempati özellikle Çeçen ve Dağıstanlılar arasında giderek yaygınlaşıyordu. Sovyet yönetiminin İslam karşıtı kampanyaları ise bu halkların dinlerine daha fazla sarılmalarından başka bir işe yaramamıştı.
Gorbaçov’un 1985’te iktidara gelişi ve ardından başlattığı glasnost ve perestroyka, kapitalizme doğru çözülmekte olan SSCB içinde ulusal sorunların da giderek su yüzüne çıkmasının ve daha özgür bir şekilde ifade edilebilmesinin önünü açtı. Rus bürokrasisinin tüm engelleme çabalarına rağmen dağılmanın yolu açılmıştı. 1989’da Kuzey Kafkasya halkları adına toplanan Dağ Halkları Meclisi, Kuzey Kafkasya Federal Cumhuriyetinin kurulmasını hedeflediyse de, yaşanan tartışmalar ve ayrılıklar bu hedefin gerçekleşmesini engelledi. Ardından 1990 Kasımında, Gorbaçov’a karşı gücünü arttırma amacını güden Yeltsin’in de desteğiyle Çeçen Halkları Ulusal Kongresi oluşturuldu. Seçilen yürütme komitesinin başkanlığına ise bir Kızıl Ordu generali olan Cohar Dudayev getirildi. Kongrede ileri sürülen ilk talep, özerklik statüsünün “birlik cumhuriyeti” statüsüne yükseltilmesiydi. Henüz SSCB’den bağımsızlık talebi dile getirilmemişti.
1991 yılı Sovyet cumhuriyetlerinin birer birer birlikten ayrılmaya başlamalarına ve SSCB’nin dağılmasına sahne olurken, Haziranda ikinci toplantısını yapan Çeçen Halkları Ulusal Kongresinde bu kez Cohar Dudayev bağımsızlık talebini dile getirecekti. Bir zamanlar Afganistan’daki Mücahitlerin bombalanmasından doğrudan sorumlu Kızıl Ordu komutanı olan Dudayev, Mayısta hava kuvvetlerinden emekli olmuş ve Çeçenistan’a dönmüştü. Dillendirdiği bağımsız cumhuriyet ise İnguşları kapsamayacak şekilde tasarlanmış ve İnguşlara kendi kaderlerini diledikleri gibi tayin edebilecekleri bildirilmişti. Nitekim 1 Aralıkta yaptıkları referandumda İnguşlar, Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyetinden ayrılma ve Rusya Federasyonu içinde kalma kararı alacaklardı.
Her bağımsız ulus-devlet kurma mücadelesinin kökeninde, yerli burjuvazinin artık özgürce sömürebileceği kendi pazarlarına sahip olma isteği yatar. Eski SSCB devletlerinin bağımsız temellerde ortaya çıkma mücadeleleri de bu temelde değerlendirilmelidir. Yıllarca Rus bürokrasisine tâbi biçimde işçi sınıfının sırtından semirip gelişen farklı ulusların bürokratik sınıfları, sistem vadesini doldurup çöküşe geçtiğinde bağımsızlarını ilan etmekte hiç duraksamadılar. 1990’da Litvanya, Letonya ve Gürcistan’ın başlattığı bağımsızlık furyasına kısa sürede diğer SSCB devletleri de katıldı.
Çeçen bürokratik sınıfının Dudayev öncülüğündeki kesimi de artık kendi ayakları üzerinde duracak güce ulaştığına inananlar arasındaydı. Bu kesim, petrol boru hatlarının kesişim merkezinde bulunan ve azımsanmayacak bir petrol zenginliğine sahip olan bu ülkede ekonomik ve siyasal egemenliği Rus bürokrasisiyle daha fazla paylaşmak istemiyordu. Krizalit dönemini tamamlayıp kozasını parçalayan eski bürokrat-yeni kapitalist sınıf, böylece kendi bağımsız devletini kurmak üzere faaliyete geçti.
1991 Ağustosuna gelindiğinde Gorbaçov’a yönelik bir darbe girişiminde bulunulmuş ve darbenin püskürtülmesinde oynadığı rolle kahramanlaşan Yeltsin gücünü iyice arttırmıştı. O sırada ondan destek gören Dudayev de öyle. Çeçenistan için çalkantılı geçen birkaç haftanın sonunda, Eylül başında toplanan üçüncü Kongrede Dudayev, Çeçen-İnguş Parlamentosunun azledildiğini ve Kongrenin ülke yönetimini eline aldığını duyuracaktı. Bunu, Rusya Federasyonuyla Dudayev arasında karşılıklı restleşmelerle, tehditlerle dolu bir süreç izledi. Fakat Rusya’nın tüm tehditlerine rağmen, 27 Ekimde yapılan seçimlerde Dudayev, Çeçenistan devlet başkanlığını kazandı. 1 Kasımda ise Çeçenistan’ın Rusya Federasyonu’ndan ayrıldığını ilan etti. Kısa bir süre önce Çeçenlerden de aldığı destekle Rusya Federasyonu Devlet Başkanı seçilen Yeltsin önce olağanüstü hal ve askeri birlik gönderme kararı aldıysa da bu karar uygulamaya konamadı ve Rusya Federasyonu sorunu görüşmelerle çözme yolunu seçmek zorunda kaldı. Bunu izleyen yıllar içerisinde pek çok görüşme yapıldıysa da, Rusya’nın Çeçenistan’ın bağımsızlığını tanımama konusundaki ısrarlı tutumundan dolayı herhangi bir anlaşmaya varılamadı.
1994: bir dönüm noktası
Dudayev bağımsızlık istemine güçlü bir yandaş kitlesi oluşturabilmek için, halka Çeçenistan’ı Kafkasya’nın Kuveyt’ine dönüştüreceğini ve her evin altın musluklarla donatılacak kadar zenginleşeceğini vaat etmişti. Ne var ki birkaç yıl sonra Çeçenistan’da işsizlik oranı %50’lere yükseldi ve halk karnını zor doyurur hale geldi. Kuşkusuz yoksulluk herkes için, hele hele yeni türeyen petrol baronları için geçerli değildi. Dudayev iktidarı döneminde petrol ihracatı, ülkedeki çeşitli gruplar açısından muazzam bir zenginleşme kapısı haline gelmişti. “Her şeyi cumhuriyet içinde ve dışında gazolin, mazot ve dizel yakıtında var olan fiyat makası belirliyordu. Örneğin Çeçenistan’daki 1 ton benzin 1 dolara (5-6 ruble) karşılık gelirken, Litvanya’da 150 dolardı. 1992 ortalarına kadar Birleşik Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinin kendi aralarında hiçbir gümrük noktası yoktu, buna bağlı olarak herhangi bir gümrük vergisi de alınmıyordu.”[5]
Böylece tam bir serbest bölge durumundaki Çeçenistan, birileri için muazzam kârların söz konusu olduğu bir “vatan”a dönüşürken, bu vatan, çoğunluk için işsizlik, açlık ve sefaletten başka bir anlam ifade etmiyordu. Bu duruma ülke içindeki çeşitli gruplar arasındaki siyasal ve ekonomik rant kavgası da eşlik ederken, bağımsızlık yanlılarının sayısında hızlı bir düşüş yaşanıyor, Dudayev hızla güç kaybediyordu. Fakat 1994’ün Aralık ayı, pek çok açıdan bir dönüm noktası oldu. Aralıkta Çeçen topraklarına giren Rus birlikleri, Çeçenlerin ulusal kurtuluş mücadelesi içinde birbirleriyle ve Dudayev’le kenetlenmelerini sağladı.
Başkent Grozni’yi birkaç gün boyunca hava bombardımanına tutan Rusya, birkaç hafta zarfında kenti düşürmeyi başardı. Fakat işgal altındaki ülkede Rus yanlısı bir hükümet kurulmasına rağmen, Çeçen birlikleri teslim olmadılar. Savaş kısa sürede tüm Çeçenistan’a yayılırken ve diğer kentler de altı ay içinde düşerken, bir süre önce oldukça büyük bir güç kaybı yaşayan Dudayev şimdi bir halk kahramanına dönüşmüştü. Ne var ki Rusya’nın ağır bombardımanlarına ve askeri üstünlüğüne karşı koyamayan Çeçen birlikleri birkaç ay sonra dağ sınırlarına çekilmek zorunda kaldılar. Bu arada 500 bin kişi mülteci olarak Dağıstan ve İnguşetya’ya sığınmış ve on binlerce kişi de evlerini terk ederek ülkenin farklı bölgelerine göç etmişti.
1996 Nisanında Cohar Dudayev, cep telefonuna kilitlenen bir Rus füzesi aracılığıyla öldürülürken, Rusya Ağustosta barış anlaşması yapmaya razı oldu. Yapılan anlaşma, Çeçenistan’ın statüsüne 31 Aralık 2001’e dek karar verilmesini öngörüyor, dolayısıyla bağımsızlığın tanınması bu tarihe kadar erteleniyordu. Kısa süre içinde Rus birlikleri ülkeyi terk ederken, Dudayev’in 1992 yılında Çeçenistan’a çağırarak Genelkurmay Başkanlığına atadığı eski bir Kızıl Ordu albayı Aslan Maşadov 1997 Ocak seçimleriyle Çeçenistan’ın yeni başkanı olacaktı. 1998’de ülkenin adı Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti, başkent Grozni’nin adı ise Coharkale olarak değiştirildi. Yaşanan bu ilk savaş, insan hakları örgütlerinin verilerine göre 80 bin Çeçen sivilin katledilmesiyle ve on binlercesinin yaralanmasıyla son bulmuştu. Ölen Rus askerlerinin sayısı ise 14 bindi.
Ne var ki bu vahşet tablosuna rağmen sükûnet dönemi kısa sürdü ve Rusya 1999 Eylülünde Çeçenistan’a bir kez daha saldırdı. Gerekçe olaraksa çeşitli Rus kentlerinde patlayan ve sorumluluğu Çeçenlerin üzerine yıkılan bombalar gösterildi. Daha sonra bu bombaların Rus istihbarat servisleri tarafından patlatıldığına dair (bize çok tanıdık geliyor!) güçlü kanıtlar bulunacaktı. Çeçenistan’a düzenlenen saldırının zamanlaması da dikkat çekiciydi. Birkaç ay sonra Yeltsin görevini bırakırken yerine Çeçenistan saldırısını yöneten Putin geçecekti. “Terörist Çeçenlere karşı kahramanca mücadele eden” Putin’e yönelik Rus halk desteği bu sürede muazzam oranda artacaktı.
Rusya’nın saldırısını izleyen bir ay içinde yine 200 binden fazla Çeçen mülteci olarak İnguşetya’ya sığınmıştı. Nisan ayına gelindiğinde ise on binlerce Çeçen Rus ordusu tarafından katledilmişti. Rus birlikleri Coharkale’yi ele geçirirken, bu kez Şamil Basayev komutasındaki savaş, büyük ölçüde gerilla mücadelesine dönüşerek devam ediyordu. 2000 Haziranında Putin, Ahmed Kadirov’u geçici yönetimin başkanlığına atadı; fakat Kadirov 2004’te bir bombalı saldırı sonucu öldü. Aslan Maşadov ise 2005 Martında Rus timlerinin düzenlediği gizli bir baskınla evinde öldürüldü. Çeçenistan’da 1994 sonunda başlayan ve ülke ekonomisini felç eden savaş, bugüne dek 100 binden fazla Çeçen sivilin, 10 bine yakın Çeçen askerin ve yaklaşık 20 bin Rus askerinin ölümüne yol açtı. Fakat bu kadar can kaybına rağmen Rusya, petrol boru hatlarının merkezinde yer alan bu ülkedeki işgalini sona erdirmedi. Çeçenistan 2000 yılından bu yana Rusya yanlısı hükümetler tarafından yönetiliyor. Dağlara çekilen gerilla birlikleriyle Rus ordusu arasındaki savaş bugün de devam ederken, 2001 Aralığından önce sonuca bağlanması kararlaştırılan bağımsızlık statüsünün kabulü konusu rafa kalkmış bulunuyor.
Sonuç
Tıpkı diğer küçük halklar gibi Çeçenler de Ekim Devrimiyle devasa bir tarihsel fırsat yakalamışlardı. Komünist Enternasyonal’in 1919 tarihli Manifestosunda “küçük halklara özgür varoluş imkânını sadece proletarya devrimi sağlayabilir” denerek, böyle bir devrimin en küçük ve en zayıf uluslara bile, kendi kültürel ögelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirme imkânı sunacağı belirtiliyordu.[6] Ne var ki Ekim Devriminin sunduğu bu devasa fırsat, Lenin’in ölümünün ardından gerçekleştirilen Stalinist bürokratik karşı-devrimle berhava edildi. Dahası, izlenen anti-Marksist politikalar nedeniyle bu halkların gözünde sosyalizm, ezen ulus şovenizminin hâkim olduğu, insanların dinlerinin zorla engellendiği, küçücük mülklerinin ellerinden alındığı, dayatmacı, anti-demokratik ve zorbalığa dayanan bir sistem olarak yer etti.
Bu nedenle SSCB’nin yıkılışı, pek çok ulus açısından bir kurtuluş fırsatı olarak görüldü, ama sözde kurtuluştan sonra yüzleşilen manzara hiç de beklenildiği gibi olmayacaktı. Rusya da dahil olmak üzere yeni kurulan devletlerin pek çoğunda büyük bir kaos yaşanacaktı. Demokrasi vaadiyle kurulan pek çok devlet, eski Sovyet bürokratlığından gelen tiranların kişisel diktatörlüklerinin hüküm sürdüğü ülkeler haline gelmişti. Halkın haklı kurtuluş ve özgürlük özlemi, eski bürokrat-yeni kapitalist sınıfın kendi çöplüğünün horozu olma mücadelesine payanda kılınmıştı.
Çeçenistan’da da bağımsızlık mücadelesine soyunan önderliğin Dudayev gibi unsurları bir zamanların has bürokratlarıydı. Çözülüş sonrasında ise bunlar, muazzam kârlar getiren bir petrol kaçakçılığı cennetinin efendileri oldular. Uzun yıllardır süren savaş gerek Rus gerekse Çeçen egemen unsurları açısından ayrı bir kâr kapısı oluşturdu. Tıpkı Türkiye’dekine benzer bir şekilde, yürüyen savaşın doğurduğu tatlı kârın kesilmesini istemeyen unsurlar, anlaşmanın en yakın olduğu zamanlarda gerçekleştirilen provokatif eylemlerle, kan banyosunun devam etmesini sağladılar. Çeçen halkı, en meşru hakkı, kendi kaderini özgürce tayin etme hakkı elinden alınarak ve yıllardır en ağır acılara maruz bırakılarak ölüm-kalım savaşı veriyor. Bu sırada Rusya, kendi çıkarları doğrultusunda en vahşi, en insanlık dışı uygulamalara başvururken, Kafkas İslam Devletini kurmak için mücadele yürüttüklerini söyleyen fanatik dinci unsurlar, bugün savaşı tüm Kafkasya’ya yaymaktan çekinmiyorlar. Bir zamanlar Afganistan kamplarında CIA tedrisatından geçen Şamil Basayev gibi şeriatçı gericilerin, Rus ve Türk istihbarat servisleri de dahil olmak üzere istihbarat servisleriyle karanlık ilişkiler içinde yürüttükleri savaşın Çeçen halkını gerçek özgürlüğe ve kurtuluşa götürmeyeceği son derece açıktır.
Aynı etnik kökenden gelmelerine rağmen Çeçen egemen sınıfının İnguşlarla bile birlikte olmayı tercih etmemesi, gerici önderliğin sıkça dillendirdiği Kuzey Kafkasya Konfederasyonunun salt söylemden ibaret olduğunu göstermektedir. Bırakalım egemenliği İnguşlarla ve diğer Kafkas egemenleriyle paylaşmayı, Çeçenistan içindeki 100’den fazla klanın kendi aralarındaki bitmeyen iktidar mücadelesi, eşit haklara dayalı demokratik bir birliğin kapitalizm temelinde mümkün olmayacağını kanıtlamaktadır.
Kuzey Kafkasya, tıpkı Balkanlar gibi, küçük halklardan oluşan çok parçalı bir yapıya sahiptir. Bu coğrafyanın da, halkların iç içe geçmişliği nedeniyle etnik temele göre kesin sınırlarla ayrılması son derece güçtür. Gerek eski Yugoslavya topraklarında yaşanan kanlı çatışmalar, gerek bin bir parçaya bölünen Kafkaslar’ın ve özel olarak Çeçenistan’ın durumu, özellikle bu tür bölgelerde halkların barış ve güven içinde yaşayabilmelerinin tek yolunu gösteriyor. Bu yolun, proleter devrim sayesinde gönüllülük temelinde kurulacak ve son derece demokratik bir işleyişe sahip olacak bir sovyetler federasyonundan geçtiği çok açık.
[1] Rus, Osmanlı ve Avrupa devletlerinin kayıtlarına göre, Çarlık Rusya’sı döneminde 1862-1870 yılları arasında sürgüne gönderilen Kafkasyalıların sayısı 1,5 milyon civarındadır. Bunlar Anadolu başta olmak üzere Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Balkan topraklarını da kapsayan 40 farklı ülkeye dağılmışlardır. Yine bu kayıtlara göre yaklaşık 500 bin Kafkasyalı, gemilerde balık istifi yaptıkları yolculukları sırasında veya vardıkları Osmanlı limanlarında ölmüştür.
[2] Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Y., 2. baskı, s.139
[3] 8 Kasım 1941 tarihli Pravda’dan aktaran Bülent Gökay, Çeçenistan: Yok Sayılan Ülke, Everest Y., 2002, s.25
[4] Aktaran Özcan Özen, Çeçenistan: Yok Sayılan Ülke, s.505
[5] Sanobar Sermatova, Çeçenistan: Yok Sayılan Ülke, s.149
[6] III. Enternasyonal-Belgeler, Belge Y., 1979, s.9-10
link: İlkay Meriç, Çeçenlerin Bitmeyen Trajedisi, Temmuz 2006, https://marksist.net/node/1049
33 Can Anıldı
Sivas Katliamı, Alevilik ve Laiklik Üzerine