Tarihin akışının hızlandığı bir dönemden geçiyoruz. 2011 yılı bu açıdan şimdiden tarihe geçmeye aday. Yılın ilk günlerinden itibaren Arap ülkelerinde birbiri ardına gerçekleşen halk isyanlarına, yıkılan diktatörlere ve iç savaşlara tanık oluyoruz. Bu gelişmeler zincirine en son eklenen halkalardan biri de, şeytani güçlere sahipmiş gibi gösterilen ve “yeryüzünün en tehlikeli adamı” gibi sunulan Usame Bin Ladin’in Amerikan ordusunun bir operasyonuyla Pakistan topraklarında öldürülmesi oldu. Böylece, zihinlere kazınan 11 Eylül görüntülerinin baş sorumlusu olarak gösterilen ve o günden sonra Bush tarafından ilan edilen “teröre karşı savaşın” başlıca hedefi olarak algılatılan kişi yok edilmişti. Amerikan emperyalizminin propagandasıyla bilinçleri bulandırılmış kalabalıklar sokaklara taşan kutlamalar yaptı ve burjuva dünyanın liderleri birbiri ardına memnuniyetlerini açıkladılar.
Emperyalizmin sözcüleri sanki yeryüzündeki milyarlarca emekçi için en büyük tehlike ve tehdit bizzat emperyalist-kapitalist sistemin kendisi değilmiş de, Usame Bin Ladin denen kişiymiş gibi “dünya artık daha güvenli bir yer” diyebiliyorlardı. Sanki bugün dünyanın değişik bölgelerinde milyonlarca insanın ıstırabını çektiği emperyalist savaş süreci Bin Ladin’den kaynaklanıyordu da o öldüğü için bu ıstırap bitecekmiş gibi! Egemenler her zaman yaptıkları gibi emekçi kitlelerin bilinçlerini bulandırmak için karikatür düzeyine indirgenmiş düşmanlar, sahte karşıtlıklar ve imajlar üreterek egemenliklerini baki kılmaya çalışıyorlar, buna şaşırmamak gerek.
Emperyalist propaganda makinesinin önümüze sunduğu tablo bu. Peki ya gerçekler? Aslında Bin Ladin olgusu tam da günümüz dünyasının ana siyasi gerçekliklerini ve eğilimlerini ortaya koymak bakımından elverişli bir fırsat sunuyor. Çünkü bugünkü emperyalist savaş sürecinin özelliklerini bir anlamda özetleyen bir figür Bin Ladin. O, bu emperyalist savaş sürecinde belirli bir işlev gördü ve görünüşe göre bu savaşın tanrıları artık onun işlevinin tamamlandığına karar verdi.
Umacısız emperyalizm olmaz
Daha önce de birçok kez vurgulamış olduğumuz gibi, SSCB’nin 1990 dönemecinde çöküşü emperyalist cephede zafer naralarıyla karşılanmakla birlikte, bir yandan da özellikle ABD emperyalizmi açısından bir “sıkıntı” kaynağı oluşturuyordu. Zira SSCB, kapitalist dünyada ABD emperyalizminin hegemonyası ve dünya jandarmalığı rolünün diğerlerine benimsetilebilmesi için mükemmel bir umacı rolü oynuyordu. Şimdi bu umacı kaybedilmişti ve emperyalist ideoloji endüstrisi telaş içinde bunun yerine koyacak bir aday aramaya koyulmuştu. Sonunda “küresel İslamcı terörizm”i icat ettiler.
Bu yeni umacı, bir süper güç olan SSCB gibi bir heyulanın yerini tutamasa da, yeni bir tehdit algılaması yaratmak üzere yeterli zemini sunuyordu. Dünyanın dört bir tarafında patlayan bombalar, sistemin sembolü konumundaki dev gökdelenleri yerle bir eden intihar uçakları, metroların havaya uçurulması gibi sansasyonel eylemler de bu imajı güçlendirdi. Öte yandan “küresel terör” denilen bu tehdit tanımı çerçevesinde “terörü destekleyen devletler” diye bir alt kategori de yaratıldı. Hatta bu bağlamda “haydut devletler” diye bir kavram icat edildi. Böylece tehdit algısı kimi devletlerin de listeye eklenmesiyle daha da somutlaştırıldı.
İnsanlık böylesi korkunç tehditlerle karşı karşıya olduğuna göre buna karşı bir “savaş” da vermek gerekliydi! Böylece adıyla sanıyla yeni bir savaş başlatıldı ve bunun adına “terörle savaş” dendi. Savaş dendi mi, en büyük kabadayının, yani en büyük savaş makinesine sahip olanın borusunun öteceği açıktı. Nitekim öyle de oldu ve ABD yeryüzü üzerinde eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde yaygın bir askeri varlık sergiler hale geldi. Bu arada bu savaşın “uzun sürecek bir savaş” olacağı da bizzat Bush tarafından ilan edildi.
Yeni bir umacı inşa etmenin altındaki dolaysız güdü ABD’nin temeli aşınmakta olan hegemonyasını yeniden tesis etmek olsa da, bu ihtiyacın çok daha geniş çerçeveye oturmakta olduğunu görmek gerekiyor. Burada özellikle vurgulanması gereken bir nokta, SSCB’nin çöküşüyle doğan boşluğun doldurulması, kapitalizmin nüfuz edemediği geniş bir coğrafyasının yutulması meselesidir. SSCB başta olmak üzere onun suretinde şekillenmiş ülkeler ile küresel güç mücadelesinde SSCB’ye yakın durmuş çok sayıda ülke emperyalist hâkimiyet alanının ya tümüyle ya da önemli ölçüde dışında kalıyordu. Genel olarak Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanı diyebileceğimiz bu geniş coğrafya, aç kurt gibi bekleyen tıkanıklık içindeki dünya kapitalizminin doğal hedefi durumundaydı. Bu bölgeleri yeni pazar ve yatırım alanları haline getirmek kapitalizme yeni bir gençlik aşısı sağlayabilir, ona can suyu verebilirdi.
İşte bu noktada ABD’nin somut hedefi, kapitalizm için bu yeni çıkışın bir kez daha kendi hegemonyası altında yapılmasını garantilemekti. Bu çabanın doğal bir yönü de ABD ile boy ölçüşebilecek ve onu geride bırakabilecek düzeyde yeni bir büyük rakip emperyalist gücün oluşmasını engellemekti. Bu hedef daha sonra açık açık bir proje biçiminde ortaya da konmuştur. ABD egemenlerinin neo-con olarak adlandırılan kesimleri bunu Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC) adı altında resmen ilan ettiler. Hatta bu projenin manifestosunda, yeni bir Amerikan yüzyılına doğru dönüşüm sürecinin eğer yeni bir Pearl Harbor gibi katastrofik ve hızlandırıcı bir olay olmazsa uzun sürebileceği bile belirtilmiştir.[1] Yani bu uğurda verilmesi kaçınılmaz olan savaşlara kitleleri ikna etmek için onları derinden sarsacak şoklar gerekliydi.
ABD’yi tehdit edebilecek düzeyde büyük yeni emperyalist süper güçlerin oluşmasını engelleyebilmek için, adayların yeni açılan alanlara ulaşmasının önünü kesmek, bu bölgelere evvel emirde yerleşmek gerekliydi. Bugün ABD’nin askeri olarak Asya’dan Körfez’e, oradan Afrika’ya kadar uzanan varlığı bu noktada ne denli yol alındığını ortaya koyuyor.
Emperyalizmin umacıya duyduğu ihtiyaç aynı zamanda bir yandan emekçi sınıfları hedef alan saldırı programlarını küresel ölçekte hayata geçirme, bir yandan da bu saldırılar dolayısıyla artacağı muhakkak olan emekçi sınıfların direnişini bertaraf etme gereğinden de kaynaklanıyordu. Emekçi sınıfların sınıf mücadeleleriyle bir önceki dönemde elde ettikleri ekonomik, sosyal ve siyasal kazanımlar bu yolda bir engel oluşturmaktaydı. Bu nedenle önceden tedbir alma ve bu tedbirlere rıza üretme gereği de vardı. “Güvenlik” gerekçesiyle yeni yeni baskı yasaları ve uygulamalarını devreye sokarak, işçi ve emekçilerin mücadele olanaklarını önceden kısıtlamak bu tedbirlerin özünü oluşturuyordu. Ve bu alanda da her geçen gün yeni adımlar atıldığını görüyoruz.
İşte genel olarak “terör” ve özel olarak da “İslamcı terör” bu hedeflere ulaşmak için gerekli araçlardan biri işlevini görmüştür ve görmektedir. Bin Ladin de bu küresel İslamcı terör denen şeyi kişiliğinde sembolize eden bir ikon olarak işlev görmüştür.
Bin Ladin kimdir?
Bin Ladin’i öncelikle 1970’li yılların sonlarında Müslüman ülkelerin büyük bölümünde ciddi bir yükseliş gösteren radikal İslamcı politik dalganın bir ürünü ya da parçası olarak görmek gerekiyor. Bu yükselişin sebepleri ve görünümleri üzerine elbette çok şey söylenebilir. Ancak bu süreçte özellikle dikkat çekilmesi gereken bir nokta, birbirleriyle sınır komşusu ve etkileşim içindeki üç ülke olan Pakistan, Afganistan ve İran’da bu yıllardan itibaren yaşananların kilit önemde olduğudur.
Bu İslamcı yükselişin temel bir unsuru, hiç kuşkusuz, 1979’da Şah rejiminin yıkılmasıyla sonuçlanan İran devrimi süreci içinde oluşan İslamcı rejimdi. Bu gelişme tüm İslam dünyasında mezhep farklılıklarını da belli ölçüde aşan bir etki yapmış ve bir İslam devrimi fikrine daha önce görülmemiş derecede güç vermişti.
Ancak bu İslamcı yükseliş sürecinde belki daha kritik bir halkayı 70’lerin sonlarında Afganistan’da yaşananlar oluşturuyordu. 1970’lerin sonlarına doğru Afganistan’da Sovyet yanlısı politik akım güçlenmekteydi ve Afganistan gibi jeopolitik açıdan kritik bir bölgenin Sovyet nüfuzuna geçmesi olasılığı ortaya çıkmıştı. Bu olasılık nedeniyle Pakistan ve ardından büyük birader olarak ABD (keza Suudi Arabistan) ülkedeki İslamcı gruplara her yönden (para, silah, eğitim) destek vermeye başladılar. ABD ve Pakistan’ı korkutan olasılık zayıf bir olasılık değildi ve nitekim 1978 yılında gerçekleşen bir darbe sonucu Afganistan’da SSCB’ye sempatik bakan ve kendini sol olarak niteleyen bir rejim kuruldu. Ancak ülkenin genel geriliği ve yerel parçalanmışlığı koşullarında bu yönetimin büyük bir toplumsal tabanı olduğu söylenemezdi. Nitekim ülkede SSCB’ye yakın duran yeni yönetime karşı asıl olarak İslamcı grupların başını çektiği bir direniş başladı. Böylece Afganistan aslında o günden bu yana, yani 30 yılı aşkın bir süredir, bir daha içinden asla tam olarak çıkamadığı genel bir iç savaş ortamına girmiş oluyordu.
İslamcı yükselişe katkıda bulunan bir diğer gelişme ise 1977’de Pakistan’da ordunun başındaki general Ziya-ül Hak’ın darbeyle iktidara gelmesiydi. Ziya-ül Hak hem kurduğu askeri diktatörlüğe toplumsal destek bulabilmek için hem de Pakistan’ı İslam dünyasının lideri haline getirmek ve Hindistan karşısında büyük bir güç olarak yükselebilmek için İslamcı eğilimlere büyük destek ve itilim verdi. Afganistan’daki gelişmeler bu eğilimi daha da güçlendirdi. Zira Pakistan bir yandan çeşitli yönlerden etkileşim içinde olduğu komşusu Afganistan’da Sovyetik bir nüfuz alanının oluşmasından endişe ediyor, bir yandan da fırsattan istifade ederek Afganistan üzerinde kendi nüfuzunu kurmak istiyordu.
Afganistan’daki Sovyet yanlısı hükümet tüm bu çatışma ve kargaşa içinde devrilince 1979’da Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti. Böylece “dinsiz” SSCB’ye karşı cihat güdüsü çok daha büyük bir güç kazandı ve kısa sürede Pakistan ve ABD Sovyetler’e karşı gerilla direnişini örgütlediler. Yaklaşık olarak 10 yıl süren savaş sonunda Sovyet birlikleri 1989’da tümüyle Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldıkları gibi, bu süreç bir bütün olarak SSCB’nin çöküşünde de katalizör rolü oynadı. Sovyet işgaline karşı direnişi destekleyen Pakistan ve ABD bu işi sadece yerli Afgan savaşçıları desteklemek suretiyle yapmadılar. Pakistan gizli servisinin bir projesi olan dünyanın diğer Müslüman ülkelerinden savaşçılar getirip, eğitme ve savaşa sürme projesi CIA tarafından da benimsenerek desteklendi. Böylece konuk İslamcı savaşçıların yer aldığı sayısız gerilla grupları oluşturuldu.
“1982 ile 1992 yılları arasında, Ortadoğu, Kuzey ve Doğu Afrika, Orta Asya ve Uzakdoğu’daki 43 Müslüman ülkeden yaklaşık 35 bin radikal Müslüman silah atışları arasında törenle Afgan Mücahitlerine katılmışlardı. Sayıları on binleri aşan Müslüman radikaller, Ziya-ül Hak’ın askeri yönetiminin Pakistan’da ve Afgan sınırı boyunca kurdurduğu yüzlerce yeni medresede eğitim almaya başladılar. Sonunda 100 binden fazla radikal Müslüman Pakistan ve Afganistan’la doğrudan temasa geçmiş ve cihada katılmış oluyordu.”[2]
İşte Usame Bin Ladin de yıllar içinde sayıları on binleri bulan mücahitlerden biri olarak 1980’de Afganistan’a geldi. Ancak Bin Ladin’in diğerlerinden büyük bir farkı vardı. Bin Ladin milyarder bir Suudi ailenin çocuğuydu. Devasa bir inşaat tekeline sahip olan Bin Ladin ailesi Suudi Arabistan egemen sınıfının önemli temsilcilerinden birisiydi ve Kraliyet ailesiyle de çok yakın bağları vardı. Usame Afganistan’a gitme kararı aldığında ailesi, Suudi rejimi ve onun gizli servisi bunu biliyor ve destekliyordu.
Usame’nin Afganistan’daki bu savaşta asıl işlevi, başta Suudi rejimi olmak üzere Körfez’deki gerici Arap rejimleri tarafından sağlanan mali yardımları organize etmek ve bu fonları gerektiği biçimde savaşın hizmetine sunmaktı. Büyük olanaklara ve hareket esnekliğine sahip bu zengin mücahit, aynı zamanda tüm dünyadan cihatçı savaşçıların bulunup getirilmesinde ve bunların Pakistan gizli servisi (ISI) ile CIA himayesinde hem dini-ideolojik hem de askeri açıdan eğitilmesinde rol aldı. Bu işte elbette kendisine ait milyonlarca dolarlık serveti de kullandı.
Sonuç olarak savaş 1989’da Sovyetler’in yenilgisiyle sona erdi. Fakat bu savaş geriye Afganistan’da büyük bir yıkım ve gerici bir rejim bırakmakla kalmamış, aynı zamanda cihat aşkıyla yanıp tutuşan ve bir süper güç karşısında zafer kazanmışlığın sarhoşluğu içinde olan on binlerce deneyimli cihat savaşçısı da bırakmıştı. Bu mücahitler ISI ve CIA eğitimleriyle her türlü kır ve şehir gerillası savaşı taktik ve yöntemlerini (sabotaj, suikast vs.) öğrenmiş olarak savaştan çıkmışlardı. Ayrıca Bin Ladin gibi liderler aracılığıyla küresel ölçekte bir ilişkiler ağı da oluşmuştu. Bu on binlerce savaşçı çoğunlukla kendi ülkelerinde, ama hatırı sayılır bir bölümü itibariyle de küresel ölçekte cihat yürütmek için kendilerini hazır hissediyorlar ve buna can atıyorlardı.
SSCB’nin çöküşünü bu şekilde hızlandırmış ve adeta son noktayı koymuş olan ABD emperyalizmi böylece muhtemelen baştan hesaplamış olmaksızın bir sonraki dönemde “komünizm” umacısının yerine dolaşıma sokulacak yeni umacıyı da bizzat yaratmış oluyordu. ABD emperyalizmi bir yandan bu İslamcı güçlerin palazlanmasına göz yumar ve bizzat bunun önünü açarken, bir yandan da kendi ideolojik hazırlığını yapıyordu. Çok geçmeden duruma uygun bir safsata teori olarak “medeniyetler çatışması” tezi dolaşıma sokuldu. Bu tez özellikle “İslam medeniyetiyle Batı medeniyeti arasında kanlı bir çatışma” öngörmekteydi.
Bin Ladin’e dönecek olursak, arkasında karmaşık bir ilişkiler ağıyla birlikte, o da diğer birçokları gibi 1990 yılında ülkesine dönmüştü. Suudi Arabistan’da prestijli bir kahraman olarak karşılandı. Ancak çok geçmeden patlak veren Kuveyt krizi Suudi rejimiyle Ladin arasında sorunlar çıkmasına yol açacaktı. Zira Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesi sonrasında Ladin bir yandan Saddam’a karşı Suudi Arabistan’ı korumak için bir halk ordusu kurulması, bir yandan da Afganistan’da kendisiyle savaşmış ve ona bağlı savaşçılardan oluşan bir kuvvetle Kuveyt’te direniş örgütlenmesi yönünde Kral’a baskı yapmaya başladı. Ancak Kral, Bin Ladin’in teklifleri yerine Amerikan ordusuna güvenmeyi ve Suudi Arabistan topraklarına yüz binlerce Amerikan askerini konuşlandırmayı tercih edince Bin Ladin’le Suudi rejimi arasında bir kopuş yaşandı. Kuveyt’in işgalden kurtarılmasının ardından da ülkede 20 bin Amerikan askerinin kalmaya devam etmesi bu kopuşu daha da derinleştirdi. Bu çelişkiler Bin Ladin’in 1992’de Sudan’a gitmek üzere ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanacaktı. O sıralarda Sudan’da Turabi önderliğinde bir İslamcı devrim girişimi yaşanmaktaydı.
Fakat burada asıl önemli nokta ABD emperyalizminin Müslüman bir ülke olan Irak’a saldırısı nedeniyle tüm dünyada radikal İslamcılar arasında güçlü bir anti-Amerikan havanın yükselmesidir. 1979’dan beri zaten İran tarafından şeytan ilan edilmiş olan ABD hızla küresel cihadın baş hedefi haline geldi. Irak içinde Amerikan hedeflerine yönelik saldırıların bir kısmı İslamcı örgütler tarafından gerçekleştirilirken, tüm dünyada da Amerikan ve İngiliz hedeflerine dönük saldırılar yapıldı. Bu saldırılar 90’lı yıllar boyunca sürdü ve nihayet 11 Eylül 2001 saldırısıyla doruk noktasına ulaştı. Bu arada küresel cihat peşinde koşan İslamcı militanların iç çatışmaların yaşanmaya devam ettiği Afganistan’daki işleri bitmediği gibi, bu militanların bir bölümü de deneyimlerini Bosna ve Çeçenistan’da pekiştirdiler.
Bununla birlikte yolu Afganistan’dan geçmiş gruplar içinde sonraki süreçte de CIA ajanlarının bulunmadığını düşünmek saflık olur. Ortaya çıkan birçok veri CIA’nın bu grupların hareketlerini önemli ölçüde takip ettiğini ve sonuç olarak bazı eylemleri önlemekle beraber birçoğuna da göz yumduğunu göstermektedir. 11 Eylül saldırısı için bile durumun böyle olduğuna dair güçlü belirtiler bulunmaktadır. ABD’nin 1996’da tekrar Afganistan’a geçen ve o zamandan beri Afganistan ve Pakistan’da Taliban ve ISI’nin belli kanatlarının himayesinde faaliyetlerine devam eden Bin Ladin’in hareketlerini takip etmediğini düşünmek için hiçbir sebep yoktur. Ladin’in, bir süredir, Pakistan’da generallerin yaşadığı ve çok yakınında bir askeri üssün bulunduğu bir mekânda yaşıyor olması, onunla Pakistan askeri bürokrasisinin belli kanatları arasında önemli bağlantılar olduğunu şüphesiz göstermektedir. Sonuçta ABD uygun gördüğü anda Pakistan topraklarında operasyon yapıp Bin Ladin’i ortadan kaldırmıştır.
Canlı yakalandığı halde infaz edilmesini ve cesedinin kimselere gösterilmeden ortadan kaldırılmasını, yargılanması halinde ABD’nin ipliğinin pazara çıkması ihtimaline karşı alınmış bir önlem olarak görmek herhalde en doğrusu olur.
Sürecin bütününün gösterdiği gibi, ABD’nin yürüttüğü savaşın radikal İslamcı güçlere ya da küresel terörizme karşı olduğu şeklindeki resim büyük ölçüde aldatıcıdır. Gerçekte ABD emperyalizminin kapitalizme yeniden hayat vermek, kendisine süper güç konumundaki yeni emperyalist rakiplerin çıkmasını engellemek ve kendi hegemonyasını yeniden tesis edebilmek için adeta tüm dünyaya açtığı bir savaş söz konusudur. Bu savaşta elbette asıl hedefler örtülü olarak Rusya, Çin ve Avrupa’yı kendi kanatları altında birleştirmeye çalışan Almanya’dır. Diğer taraftan başta İran ve Suriye olmak üzere bir dizi az ve orta gelişmiş ülke de doğrudan doğruya onun hedefindedir. ABD Geniş Ortadoğu ya da Büyük Ortadoğu dediği bölgeyi yeniden tanzim etmeyi öncelikli bir hedef olarak gütmektedir.
Dolayısıyla “teröre karşı savaş” gerçekte ABD emperyalizminin kendi küresel hegemonya savaşına taktığı sahte bir addan başka bir şey değildir. ABD aslında 1990’da Irak’a yaptığı saldırıdan beri bir emperyalist savaş süreci başlatmıştır ve dünya o günden bu yana bir emperyalist savaş süreci içindedir. Bu sürecin özü İslamcılıkla, El Kaide’yle ya da Bin Ladin’le ilgili değildir. Bin Ladin yukarıda da belirttiğimiz gibi bu savaşın yalnızca gözde ikonlarından biri idi.
Arap ülkelerinde patlak veren halk isyanları mevcut aşamada ABD tarafından bölgenin kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürülmesinde yararlanılacak bir araç olarak görülmektedir. Bu Obama’nın başkanlığa getiriliş sürecinden beri onun için çizilen demokrat imaja da daha uygundur. Bin Ladin’in öldürülmesi bir yönüyle Müslüman halklara Bush döneminin kapandığı ve “artık farklı bir Amerika var” izleniminin verilmesi anlamına gelmektedir. Bir yandan bu fırsat doğmuşken bir yandan da ABD ekonomisi ciddi sıkıntılar içinde kıvranırken halkın dikkatini uzaklaştırmak ve Obama’nın kaybolan popülaritesini yeniden tesis etmek için Bin Ladin’in öldürülmesi gayet uygun bir hamle olmuştur. Böylece Bin Ladin yaşamıyla olduğu gibi ölümüyle de ABD emperyalizminin ihtiyaç duyduğu anda onun imdadına koşmuş oldu. Ancak bu, emperyalist savaşın sonlandığı ve “dünyanın daha güvenli bir yer haline geldiği” anlamına gelmiyor. Bu nedenle işçi-emekçi kitlelerin bir yanılsama içine sürüklenmesine izin verilmemelidir! Dünyayı daha güvenli bir yer haline getirmenin koşulu, emperyalist-kapitalist sistemi ortadan kaldırmaktır ve işçi sınıfının önündeki görev tam da budur.
link: Levent Toprak, Bin Ladin'in Ardındaki Gerçek, Haziran 2011, https://marksist.net/node/2674
Batı’nın İkiyüzlülüğü ve Göçmen Emekçiler
Ekolojik Cinayet: Siyanürlü Liç