Türkiye’de egemen sınıf içindeki çatışma artarak devam ediyor. Son dönemdeki hafif kıpırdanmaya rağmen, işçi sınıfı hareketinin genel zayıflığı koşullarında Türkiye’deki siyasal gelişmeler büyük oranda bu çatışmanın dinamikleri çerçevesinde cereyan etmekte. Bu çatışmanın işçi sınıfı hareketini birçok bakımdan ilgilendirdiğini, siyasal gündemi analiz ettiğimiz yazılarımızda hep vurguladık. Bu çatışmanın sosyalist sol ya da devrimci hareket üzerinde de önemli etki ve yansımaları bulunuyor. Bu yılki 1 Mayıs kutlamalarına ilişkin tartışma ve tavırlar, 68 anmaları ve Denizlere ilişkin tartışmalar gibi ilk bakışta ilgisiz görülebilecek konularda bile bu egemen sınıf içi çatışmanın izlerini bulmak mümkündür.
Bu çatışmayı tüm karmaşık biçimleri içinde doğru kavramak son derece önemlidir. Aksi takdirde kimi zaman farkında bile olunmadan bu burjuva kamplardan birinin kuyruğuna takılma ve devrimcilik adına işçi sınıfına burjuva bilinç biçimlerinin taşınması tehlikesi vardır.
Bu noktada temel olarak iki eğilim ya da sapmadan söz edilebilir. Birincisi burjuva demokrasisini ve sosyal reformları yücelten liberal reformist bir eğilim, ikincisi de devletçi Kemalist eğilim. Bu eğilimlerin birbirinden mutlak biçimde ayrıldığı da söylenemez. Kemalist eğilimler, şu ya da bu ölçüde hem sol liberal çevrelerde hem de bu iki eğilime söylemde tavır almış gibi görünen birçok devrimci çevrede kendisini göstermektedir.
80’lerin ikinci yarısından itibaren solda liberal reformist eğilimin güç kazandığı bir dönem yaşandı. Bu eğilim AB sürecinin de etkileriyle halen varlığını sürdürmekle birlikte, son yıllarda Türkiye sosyalist solu içinde esas olarak ulusalcı-Kemalist bir eğilimin güç kazandığını görüyoruz. Değişik grup ve çevreler için değişik yoğunluk ve tempoda olmakla beraber, bu durum yadsınamaz bir gerçekliktir.
Solda bu eğilim neredeyse başından beri var olmakla birlikte bunu söylemek kendi başına yeterli değildir. Evet 1920’lerin Şefik Hüsnü TKP’sinden bu yana bu eğilim hep olageldi. Solun canlanış yaşadığı 1960’lardaki başlıca iki kanal olan TİP’de de Yön’de de Kemalizm vardı. Sonradan gençlik içinde büyük bir etki kazanan Mihri Belli öncülüğündeki MDD hareketinde ve bundan çıkan akımlarda da (THKP-C, THKO, TİİKP) vardı. Ancak sol geçmişte Kemalizmle imtihanında defalarca sınıfta kalmış ve ağır bedeller ödemişti. Özellikle 60’larda çok belirgin olan Kemalist söylemden, 12 Mart 1971 darbesinden sonra bir ölçüde, ardından da 12 Eylül 1980 darbesinden sonra büyük oranda sıyrılınmış ve hatta yoğun Kemalizm eleştirileri de yapılmıştı. Özetle sol 12 Eylül darbesi sonrasında Kemalizm sorununu söylemde büyük ölçüde aşmış görünüyordu. Ne var ki, Kemalizm sorunuyla tutarlı bir hesaplaşma ancak Stalinizmden Marksist temelde bir kopuşla mümkündür. Tam da böylesi bir sorgulama ve kopuş yaşanmadığı içindir ki, Türk solunun geniş kesimleri bugün dahi Kemalist önyargılardan özünde kurtulabilmiş değildir.
Siyasetine 60’lardakine benzer biçimde Kemalizmin damga vurduğu çevrelerin sayısı henüz sınırlıdır, ancak geçişler anlamlıdır. Diğer taraftan bu çevrelerin dışında kalanlar içinde de kendisini gösteren kısmi bir Kemalizm var ve bunlar özellikle Kürt sorunu ve laiklik gibi konularda artan ölçüde yalpa yapıyorlar. Dolayısıyla resmin bütününe baktığımızda genelde bir kayma sürecini teşhis etmek zor değildir. Kaldı ki soldaki Kemalist eğilimlerin 60’lardaki kadar yaygın olmadığını tespit etmek zaten bir teselli konusu olamaz. Hele hele bugünün koşullarında beliren Kemalist eğilimlerin şovenist ve darbeci nitelikleri dikkate alındığında tehlikenin hiç de yabana atılır cinsten olmadığı daha iyi anlaşılır.
Bu eğilimin düzene karşı hoşnutsuz gençlik kesimleri için bir çekim odağı olması tehlikesi mevcuttur ve bunun işaretleri de kendisini göstermektedir. Bugünlerde başta Deniz Gezmiş olmak üzere 68 kuşağının gençlik hareketinden gelen devrimci önderlere yönelik ilgi üzerinden Kemalizme paye çıkarmak isteyenler olduğu çok açık. Denizlerin ve diğerlerinin o dönemde izledikleri siyasal çizginin ne yazık ki Kemalizmle bulaşık bazı yönlerinin olması bugün egemenlerin statükocu Kemalist kesimi tarafından istismar edilmekte. Ve bu genç devrimcilerin o zamanki yanlışlarına yeterli ölçüde eleştirel yaklaşmayan sol çevreler de oportünist bir yaklaşımla aynı temalar üzerinden rağbet bulmanın hesabını yapıyorlar.
Bugün gelinen noktada bu eğilim, Ergenekon tipi örgütlenmelerin üzerini örtmeye çalışan, Talat Paşa’ya övgüler düzen, Hrant Dink cenazesine söven, darbeci İlhan Selçuk’a “geçmiş olsun” mesajları gönderen, yerli silah sanayisini destekleyen, Türk bayraklarıyla gösteriler yapan, Lenin ve Atatürk’ü yan yana gösteren dövizler taşıyan, üniversitelerde türbanı yasaklama kararını alan yargıçları göklere çıkarıp alkışlayan uç boyutlardaki tutumları dahi doğurabilmektedir. Bunları sayarken, açıktan ırkçı bir çizgi izleyen soy faşist Türk Solu çevresi ve Zubatovcu İşçi Partisi çevresinden bahsettiğimiz sanılmamalıdır. Onları daha baştan sol dışı saydığımızı belirtelim.
Bir dönüm noktası: 28 Şubat
Peki, 12 Eylül sonrasında ordunun ilericiliğine, anti-emperyalistliğine vs. ilişkin solda beslenen hayaller neredeyse tümüyle yok olmuş ve yenilen ağır fiziki tokadın etkisiyle sol bu konuda kendine çeki düzen vermiş gibi görünürken, bu değişim ne zaman ve nasıl başladı? Elbette karmaşık bir nitelik taşıyan sosyal ve siyasal değişimler için çok kesin biçimde milat tespit etmek zordur. Ama yine de belirgin dönemeç noktaları tespit etmek imkânsız değildir. Bugünden geriye doğru iyice bakıldığında 28 Şubat 1997 tarihini bir yana kaydetmekte yarar var. Çünkü geriye doğru iz sürdüğümüzde varacağımız ilk büyük kavşak burasıdır. Bilindiği gibi bu tarihte ordu, Erbakan’ın başbakan, Çiller’in de başbakan yardımcısı olduğu Refah-Yol koalisyon hükümetini devirmek için MGK’da bir muhtıra vermişti. “Postmodern darbe” olarak da sık sık anılan bu muhtıra ve onu takip eden hükümet darbesi süreci solun orduya karşı tutum değişikliğinde kritik dönemeç noktası oldu.
Söz konusu kesimlere göre, bu adımla ordu 12 Eylül günlerinden beri irticaya verdiği desteğin yanlışlığını görüyor ve artık ona karşı saldırıya geçiyordu. Bu da solun önünün açıldığı yeni bir dönem anlamına geliyordu. Yalçın Küçük ve bugünün SİP-TKP’sinin ileri gelenleri bunun için bir teori de imal ettiler. Onlara göre, bir “Restorasyon” dönemi açılıyordu. Kemalist devrim bir olgunluk ve özgüven dönemine ulaşmıştı ve o nedenle artık sola saldırması gerekmiyordu. 28 Şubat sürecinde devletin gizli anayasası ya da kırmızı kitap olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde (MGSB) değişiklik yapılarak irticanın birinci öncelikli tehdit olarak tarif edilmesi, hatta “aşırı sağ”ın bile bir tehdit olarak meşhur listeye girmesi gibi adımlar “Restorasyon” sürecinin adımları olarak değerlendiriliyordu. Bu çerçevede ordunun öncülüğünde Refah Partisine, İslamcı akım ve sermaye çevrelerine karşı başlatılan saldırının, bazılarında beklentilere yol açtığı şimdi daha iyi anlaşılabiliyor. Dümeni bu yöne doğru kırmaya başlayanlar içinde ordu öncülüğündeki bu hamleler şu ya da bu biçimde bir ilericilik belirtisi olarak yorumlanmaya da başlandı.
Tabii ordunun bu dönemde izlediği siyasal taktiklerin de özellikle önemli olduğunu eklemek gerekiyor. Ordu bu dönemde bir sivil seferberlik yaratmaya koyulmuş ve bunun için toplum içinde kendi çizgisine yaygın bir destek bulmayı öne çıkarmıştır. Zaten yapılan askeri müdahaleye “postmodern darbe” denmesinin sebebi de esas olarak burada yatmaktadır. Ordu klasik anlamda bir darbeyle iktidarı ele geçirip parlamentoyu feshederek bir cunta hükümeti kurmamakta, bunun yerine hükümeti düşürüp kendi çizgisine daha uygun bir hükümetin kurulması için bir yandan tankları yürüterek darbe tehdidini canlı tutmakta, diğer yandan hükümete karşı düzen kurumları ve toplum içindeki bilumum güçleri seferber etmekte ve oluşan muazzam baskıyla hükümeti düşürmekteydi. Bu işte parlamento içindeki unsurlar, medya, cumhurbaşkanlığı, yargı, sendikalar ve diğer “sivil” toplum örgütleri de devreye sokulmuştu.
Tabii 28 Şubat’ı bu yolda en önemli dönemeç noktası olarak işaretlesek de, öncesinde bir süreç olduğunu ve bu süreçte de bazı ilk belirtilerin görülebileceğini söylemek gerekiyor. Örneğin 1993 yılı da bu konuda anılmalıdır. Bu yılın başında Uğur Mumcu suikastı gerçekleştirilmiş ve cinayetin sorumlusu olarak İslamcı akımlara ve İran’a işaret edilmişti. Yine bildiğimiz gibi aynı yılın ortalarında da Sivas Madımak katliamı gerçekleştirilmişti. Bu olayda da yine “derin devletin” karanlık eli örtülerek bütün sorumluluk yalnızca İslamcı gericilere yüklendi. Tüm bu vakalarda Türkiye’de yükselen “İslamcı tehdide” ve İran etkisine dikkat çekildi. Bununla amaçlanan şeylerden birisinin Refah Partisinin başlamış olan yükselişini kesmek olduğuna şüphe bulunmuyor. Nitekim Refah önce 1994’te belediye seçimlerinde İstanbul ve Ankara da dahil büyük bir başarı elde etmiş, sonra da 1995 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıştı. Dolayısıyla bu provokasyonların bu yönden pek başarıya ulaşamadığı söylenebilir. Ancak burada önemli nokta solda ilk yalpalamaların görülmeye başlanmış olmasıdır.
Dolayısıyla 1997’ye gelindiğinde irtica karşıtlığı söylemiyle soldan destek devşirilebileceği, denenerek görülmüş oluyordu statüko sahiplerince. Ve 97’deki 28 Şubat’la birlikte, olgunlaştırılan meyvelerin düşmeye başladığı da görüldü. Ordunun izlediği bu çizgi 3 Kasım 2002 seçimlerini AKP’nin kazanmasından sonra bir kez daha tazelenmiş ve yürürlüğü sürdürülmüştür. Yani ordunun öncülüğündeki statükocu burjuva güçlerin 28 Şubat günlerinden bu yana yürüttüğü siyaset temel çizgileriyle devam ettirilmiştir. Nitekim ordu içinde bir ekibin, biri 2003 diğeri 2004 yılında olmak üzere iki kez darbe planladıkları ortaya çıkmıştır.
İlginçtir, 28 Şubat sürecinde restorasyon teorileriyle iştigal eden ve kendilerine gün doğduğu hesabını yapan SİP, 2000 yılına gelindiğinde, gasp etme yoluyla önce “Komünist Parti” ismini, sonra da Türkiye Komünist Partisi ismini almıştı. O sırada görevde olan ve parti kapatmaların baş aktörü Cumhuriyet başsavcısı Sabih Kanadoğlu, “komünist” adından dolayı bu parti için de kapatma davası açmıştı. Ancak AKP’nin kazandığı 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra Kanadoğlu ilginç biçimde Anayasa Mahkemesine kendi açtığı davanın düşürülmesi için başvuruda bulundu. Sunduğu gerekçelerinde de, özet olarak bu partinin gerek program açısından gerek faaliyetinin biçim ve içeriği açısından gerekse de son seçim sürecindeki tutumlarıyla düzen için bir tehdit oluşturmadığının açık olduğunu ve adının “komünist” olmasına takılmamak gerektiğini vb. savundu.
Tabii buraya kadar anlatılanlar işin bir cephesini, yani din ve laiklik sorunu etrafında dönen cephesini oluşturuyor. Bu cephe, solun aklının çelinmesindeki kilit unsur olması bakımından önemli. Fakat 28 Şubatçı asker-sivil bürokrasi açısından daha önemli olan asıl hedef hep Kürt sorunu olmuştur. Aklı bir kez çelinen ve asker-sivil Kemalist bürokrasiye karşı tutumunda yumuşama sağlananların, asıl önemli sorun olan Kürt sorununda da “doğru yola” sokulmaları hedeflenmiştir. Bu nedenle, öncesi ve sonrasıyla 28 Şubat sürecinde irtica karşıtı propagandanın yanı sıra şovenist propaganda da tüm yoğunluğuyla sürdürülmüştür. Dolayısıyla, örneğin 12 Eylül yüzünden orduya karşı tepkili, gücenik ya da kuşkucu duran tüm toplum kesimlerinin ve politik çevrelerin bu tereddütleri kırılmak ve bunlar Kürt sorununda şovenizme doğru çekilmek istenmiştir. Doğrusu bunda sonuç elde edilmediği söylenemez. Solun Kürt sorununda daha belirgin bir şovenizme ve Kürt hareketine karşı daha düşmanca bir tutuma doğru kayması bu tür müdahalelerden bağımsız değildir.
Nitekim Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy cinayetlerinin ve daha sonra da Uğur Mumcu suikastı ve Sivas katliamının da yaşandığı 90’ların başları ile 1997 arası dönem Kürt hareketine karşı yürütülen haksız savaşın en kirli devresini oluşturmaktadır. 90’ların başlarında zirve noktasına ulaşmış olan Kürt hareketinin gücü ve etkisinin kırılması için, savaşa yeni bir ivme ve boyut kazandırılmış, yoğun “faili meçhul” cinayetler serisi ve meşhur “1000 operasyon” bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Bu ağır saldırı süreci sonunda Kürt hareketinin ilerlemesi kesilmiş ve nihayet bunu takip eden dönemde de (yani 28 Şubat sonrası) Öcalan’ın Suriye’den çıkartılarak ABD tarafından teslim edilmesi süreci yaşanmıştır. İrtica yaygarasının koparıldığı hemen her dönemden sonra Kürt hareketine yönelik en ağır saldırıların yapıldığı bir gerçektir.
Solun malûm kesimlerinin asker-sivil Kemalist bürokrasinin sözümona ilerici rolü konusundaki tereddütleri esas olarak 28 Şubat’la aşılma yoluna girmiştir. Asıl önemli sorunu oluşturan Kürt sorunundaki üniter devletçi şovenist tavırların iyice belirginleşmesinde ise, ordunun Kürt sorununda ABD ile çelişkilerinin belirginleştiği Irak’ın işgali süreci en önemli bahaneyi oluşturdu. Bu süreçte ABD’nin desteğiyle Güney’de bir Kürt devletinin oluşma sürecine girmesi, söz konusu sol kesimlerin ordu çizgisine doğru kayışını daha da belirginleştirdi. Amerikan emperyalizminin Irak’taki Kürt önderliklerini desteklemesi, saklı kalan şovenizmin anti-Amerikanizm ve anti-emperyalizm kisvesi altında belirmesini sağladı.
Soldaki Kemalist eğilimin yeni bir ivme kazanarak pekiştiği son evre ise geçtiğimiz yıl yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimi süreci oldu. Statükocu cephenin bu süreçte ayyuka çıkan tertip ve provokasyonlarının bir parçası olan “cumhuriyet mitingleri”, solun önemli bir bölümünü yanılsamalara ve bu mitinglerde ille de bir ilerici öğe keşfetme gayretine sürükledi. İşin içine sözde laiklik talebini haykıran “kitleler” girince o zamana dek temkinli yaklaşanların bile yelkenleri suya indi adeta. Hele hele bu mitinglerde bazısı tamamen göz boyama anlamına gelen özelleştirme karşıtı, AB karşıtı nutuklar ve sloganlar da atılınca soldaki yalpalamalar daha da arttı. Bu şekilde oluşan gözbağları, örneğin en son olarak 1 Mayıs’ta da kendini göstermedi mi? 1 Mayıs değerlendirmelerimizde de işaret etiğimiz gibi, bazı sendika liderlerinin hiçbir ciddi hazırlığa girişmeksizin Taksim diye tutturmasının, egemen sınıf içindeki bu çatışmayla ve bu çatışmada statükocuların “toplumu yönlendirme” çalışmalarıyla hiçbir ilgisinin bulunmadığını kim iddia edebilir? Ama solun geniş kesimi tüm sürecin kendi inisiyatifi dahilinde geliştiğini iddia edebildi. Bu noktada sözü daha fazla uzatmaya gerek bulunmuyor.
Kemalist eğilimler, ona daha az prim verir gözüken kimi sol çevrelerde de kendini çeşitli şekillerde açığa vuruyor. Örneğin cumhuriyet mitinglerine katılmamakla birlikte yapılan değerlendirmelerde bunlarda ilerici bazı dinamikler keşfetme çabası göstermek; ya da egemen sınıf içindeki çatışmada statükocuların rolü ve konumunu nispeten küçümseyip, daha çok AKP’ye vurma tutumu sergilemek; yahut Kürt sorununda kendi kaderini tayin hakkını net biçimde vurgulamaktan ziyade, çoğunlukla topu taca atarak, işi sadece Amerikan emperyalizmine karşı her iki halkın birlikte mücadelesine indirgemek; türban sorununda mahcup biçimde yasakçı tavra ortak olmak gibi.
* * *
Hem 28 Şubat sürecinin bütünü, hem MGSB’deki hususlar, hem emekli Deniz Kuvvetleri Komutanının açığa çıkan darbe günlükleri, hem de bugünlerde ortaya çıkan gizli belgelerin çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, toplumun belirli kesimlerinde yaşanan yeni Kemalist uyanış büyük oranda ipleri karanlık darbeci güçlerin elinde olan bir operasyon niteliği taşımaktadır. Sol da Kemalizm konusunda sonuna kadar tutarlı bir eleştirel tutum geliştirmediği ölçüde bu operasyonun bir aleti durumuna düşmektedir. Bir noktadan sonra kimin buna zaten teşne olduğunun, kiminse sadece basiretsizlik sonucu buna sürüklendiğinin bir önemi yoktur. Her halükârda işçi sınıfı ve Kürt halkına (ve bu arada Kıbrıs’ın kuzeyindeki emekçilere de) yeni acılara mal olacak gerici bir gidişe hizmet etmiş olunacaktır.
Son yılların deneyimi, Kemalist etkilere karşı devrimci Marksist bir eleştiri ve duruş geliştirilmedikçe bu virüsün Türkiye solunun bünyesinde nüksedebildiğini bir kez daha göstermiştir. Bugünün emperyalist savaş ve neoliberal saldırı konjonktürü bir yandan milliyetçiliğe bir yandan da devletçi tepkilere genel olarak uygun bir zemin sunmaktadır. Güçlü bir devrimci işçi hareketinin henüz yokluğunda buna bir de ezilen bir ulusun kurtuluş mücadelesi eklenince, kapıdan bacadan şovenizmin sızması için her türlü koşul yaratılmış oluyor. Bu nedenle ideolojik netlik ve işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları temelinde ilkeli bir politik duruş büyük önem taşımaktadır. Ancak şovenizmin ve tepeden inmeci laisizmin rüzgârlarına direnebilenler devrimci geleceği inşa etme şansına sahip olacaklardır. Yalpalayanlar, kaypak tutum alanlar, fırsatçılar kısa vadede kazanç sağlayabilseler de uzun vadede kaybedeceklerdir.
link: Levent Toprak, Solun Kemalizmle Bitmeyen İmtihanı, 11 Temmuz 2008, https://marksist.net/node/1831
Kapitalizm Sporu da Kirletiyor
Kürt Sorununda Çözümsüzlük Politikaları