Burjuva siyaset sahnesine asker-sivil bürokrasinin envai çeşit hükümet darbesi girişimleri damgasını vuradursun, kapalı kapılar ardında, Türkiye’nin en temel siyasal-demokratik sorunlarından biri olan Kürt sorununda ilginç gelişmeler yaşanıyor.
Bilindiği gibi, 5 Kasım’da ABD emperyalizminden istihbarat desteği ve sınırlı bir kara operasyonu için resmi onay alan Türk egemenleri, önce yoğun bir hava bombardımanına ardından da kara harekâtına girişmişler, ne var ki bu harekât kendileri açısından hem siyasal hem de askeri bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Bu fiyaskoyla iyice moral bulan Kürt kitleler, operasyonlara karşı tepkilerini dile getirmek üzere giriştikleri hareketliliği bir üst düzeye sıçratarak, “demokratik ve adil bir çözüm” talebini çok daha gür bir şekilde dile getirmeye başlamışlardı. Özellikle Şubat ayından itibaren giderek yükselen bir çizgide ilerleyen Kürt hareketi ve onun demokratik çözüm talebi, bir taraftan burjuvazi içi çatışmanın tozu dumanı ardında gizlenmeye ve Türk emekçi kitlelerinden saklanmaya çalışılırken, diğer taraftan öyle anlaşılıyor ki, bu yükselişi boğmak için çeşitli planlar da hazırlanmakta ve devreye sokulmaktadır.
Kürt hareketini etkisizleştirmek ya da zayıflatmak için birbirini tamamlayan bir dizi politika söz konusudur. Her şeyden önce devletin resmi politikası olan inkâr ve imha çizgisi en katı şekilde yürürlüktedir. Gerek yurt içinde gerekse de sınır ötesinde PKK’ye yönelik aralıksız kara ve hava bombardımanı devam ediyor. Bu yöntemlerin başarılı olamayacağı bal gibi bilinmesine rağmen, kendi deyişleriyle “ülkenin birlik ve bütünlüğünü koruma azim ve iradesini” sergilemiş yani devletin Kürt sorununu çözmeye gerçekte niyetinin olmadığını göstermiş oluyorlar. Öte taraftan Kürt hareketinin yasal temsilcisi durumundaki DTP’ye dönük olarak da iki yönlü bir politika izleniyor. Bir yandan, bin bir türlü boş vaatlerle ve sadakalarla Kürt yoksulları kandırılmaya, AKP’yi desteklemeleri sağlanmaya çalışılıyor ve böylelikle bir bütün olarak DTP’nin zayıflatılması amaçlanıyor. Diğer yandan da, emperyalist ortaklarıyla birlikte Türk burjuvazisi, Kürt hareketinin iç çelişkilerini kaşıyarak ve manipüle ederek, hareketi ehlileştirmeye, ılımlılaştırmaya ve tıpkı Filistin’de olduğu gibi onu bölerek daha “radikal” ve mücadeleci kesimleri marjinalleştirmeye çalışıyor. Egemenlerin amacı, kendisine iktisadi ve siyasi destek sunarak bir işbirlikçi Kürt siyasetini hakim kılmaktır. Böylece bunu kabul etmeyenlerin terörist addedilerek tepelerine bomba yağdırılması da uluslararası alanda daha meşru kılınmış olacaktır.
Savaş, yalanlar, itiraflar
AKP Kürt sorununu “İslam kardeşliği” söylemiyle çözmenin mümkün olmadığını görüp, ordunun da çeşitli manevralarla kendisini köşeye sıkıştırmasının ardından, 2005 yılından itibaren imha ve inkâr politikalarının uygulayıcılarından biri olmuştu. Bu tarihten itibaren Kürtlere karşı yürütülen haksız savaş bir kez daha alevlendi ve son dönemde yeni bir düzeye sıçradı. Gün geçmiyor ki, yeni sınır içi ve sınır ötesi operasyonlar, kara ve hava bombardımanları gündeme gelmesin, Kürt hareketini ezmek ve bezdirmek için yeni karanlık planlar uygulamaya sokulmasın. Savaş tüm hızıyla sürüyor ve apoletli burjuva medya da bu savaşta üzerine düşen psikolojik savaş aracı olma görevini hakkıyla yerine getiriyor. Yaptıkları haber ve yorumların okkalı yalan olduğu apaçık bilinmesine rağmen yine de aklı başında gözüken burjuva yazarlar bile bu kendi uydurdukları yalanlara kendileri inanarak yorum yapmaktan, öngörüde bulunmaktan geri duramıyorlar. Ancak gelinen noktada, bu yalan üretme merkezlerinin başındakilerden biri olan M. Ali Birand bile, bu akıl tutulması karşısında kendini kaybederek itiraflarda bulunuyor:
“Türk Silahlı Kuvvetleri, aylardan beri PKK’ya karşı sürekli operasyonlar düzenliyor. … Hemen her gün TV’lerinizde, medyanızda bu mücadelenin haberlerini izliyorsunuz. … Askerlerimizle övünüyoruz. … Ancak bazen öylesine abartıyoruz ki, kamuoyunun güvenini sarsacak başlıklar atıyoruz. … Öyle sloganlar ve öyle haberlerle ortaya çıkıyoruz ki, işin ciddiyeti bozuluyor. Her hafta mutlaka bir «PKK dağıldı» ve «panik» havasından söz ediyoruz. Kaçan liderler, öldürülen komuta kademesi ve abartılı ölü rakamları. Bunları alt alta koyduğunuzda, bir de bakıyorsunuz, PKK’nın neredeyse tüm mevcudu öldürülmüş. Oysa adamlar hala etrafta dolaşabiliyor, askerimizi şehit edebiliyor. … İstediğimiz kadar asker yığalım... İstediğimiz kadar operasyon yapalım... Hatta isterseniz Kuzey Irak’ı istila edelim. … Medya’da büyük başlıklar atalım. PKK’nın dağılmak üzere olduğunu, panik içinde kaçıştıklarını yazalım, çizelim nafile... Sadece kendi kendimizi aldatıyoruz.” (Hürriyet, 22/5/2008)
Birand bunları yazarken bile, ait olduğu burjuva sınıfın korkaklığını dışa vurarak, orduyu gereğinden fazla kızdırmamaya özen gösteriyor. Medya bu yalan haberleri “TSK’ya moral vermek için yapıyor” diyerek Genel Kurmay tarafından verilen medya brifinglerinin, andıçların, akredite listelerinin, düpedüz tehdit ve şantajların, askeri mahkemelerin, dergi ve gazete kapatmaların vb. üzerini örtmeye çalışırken; “siyasetçiler artık işin kolayına kaçarak PKK’yı askere havale etmekten vazgeçmeli” diyerek de ordunun gerçek pozisyonunun üstünü örtmeye, onu bu haksız savaşı gönülsüz olarak yürüten bir aktörmüş gibi göstermeye uğraşıyor. Gerçek şu ki, Kürt sorunu konusundaki devlet politikasını asker-sivil bürokrasi belirlemektedir, bu konumunu kimseye kaptırmaya niyeti yoktur ve yegâne politikası da imha ve inkâra dayalı haksız savaşı sürdürmekten ibarettir.
Güney Kürtlerine ilişkin yaklaşım değişiyor mu?
Son MGK toplantısında, Güney’deki Kürtlerle diyalog ve temasların başlaması kararı alınmış ve ordu da buna pek sesini çıkarmamıştı. Ardından başbakanlık danışmanlarından ve çeşitli üst düzey bürokratlardan oluşan bir heyetin, Talabani ve Barzani ile görüştükleri açıklanmıştı. Bu temaslarda önümüzdeki süreçte TC başbakanının Irak’ı ziyaret etmesi ve Irak cumhurbaşkanı Talabani’yle görüşmesinin kararlaştırıldığı da bildirilmişti. Çeşitli burjuva yazarlar, bu görüşmenin gerçekleşmesinin ardından TC başbakanının, Federe Kürt bölgesini de ziyaret edip Barzani’yle de görüşmesinin çok olumlu olacağı yönünde fikir beyan ediyorlar.
Bu gelişmeler, Kürt sorunu konusunda liberal hayaller yaymaya pek meraklı kimi burjuva yazarların zil takıp oynamasına yol açıyor. Güney Kürtleri üzerinde hamilik rolü oynayarak Ortadoğu’da emperyal bir güç olma, alt-emperyalist bir role soyunma heveslileri pek sevinçliler. Hepsi de, gerek Güney yönetiminin gerekse de TC’nin uzun vadeli çıkarlarını görerek ona göre davranmaya başladığını belirtiyorlar. Ankara ile Erbil arasında yeni bir dönemin başladığı, Kürtlerin sırtlarını Türkiye’ye dayamak istedikleri, hatta Türkiye ile federatif bir birliğin bile orta vadede gündeme gelebileceğini söyleyenler var. Emperyalistleşme arzusuyla yanıp tutuşan tekelci sermayenin bu ideologlarının, ordunun basıncıyla zaman zaman seslerini kıssalar da, genel olarak, Güney’deki Federe Kürt bölgesini TC’nin arka bahçesine çevirmek istedikleri, bölgeyi Türkiye’nin “ekonomik sömürgesi” haline getirmeyi arzuladıkları bilinen bir gerçek. Bu uğurda, statükocu burjuvaziden farklı olarak, Kürtlerin bir biçimde kendilerine tâbi olması ve esas belirleyici gücün Türk burjuvazisinde kalması koşuluyla, TC’nin devlet yapısının, sınırlarının vb. de tartışılabileceğini söyleyen burjuva ideologların olduğu da biliniyor.
Bilinen bir başka gerçek daha var ki, o da, Amerikan emperyalizminin de TC’nin böylesi bir hamilik rolüne soyunmasına bir ölçüde sıcak baktığıdır. Ortadoğu’ya yeni bir şekil verilmesi açısından, Kürtlerin hamiliğine soyunan bir TC, ABD’nin bölgeye dönük projelerinin hızlandırılması bakımından daha elverişli bir durum oluşturacaktır. Dolayısıyla bu yönde atılacak adımlar, hem tekelci Türk sermayesinin çıkarlarına hem de ABD emperyalizminin çıkarlarına hizmet edecek emperyalist bir sözde “çözüm” planının parçasıdırlar. Böylesi bir emperyalist “çözüm”ün Kürt sorunu bağlamında gerçek bir çözüm olamayacağına, yepyeni acılara, ulusal baskının yeni biçimlerine ve yeni savaşlara yol açacağına daha önce de işaret etmiştik:
“…bu arayışlar, Kürt halkının özgürlüğünü ve eşitliğini hedefleyen değil, TC’nin şu ya da bu şekilde daha da güçlendirilmesini, Ortadoğu’da alt-emperyalist bir güç olarak öne çıkmasını hedefleyen emperyalist çözüm arayışlarıdır. Bu tür çözümlerin ezilen uluslara özgürlüğü, eşitliği ve barışı getirdiği görülmemiştir. Bizzat Ortadoğu’nun kendisi bu gerçeğin canlı bir kanıtıdır. … Türkiye büyük sermayesinin arzuladığı bu emperyalist planlar, Kürt halkının bağımsızlık ve birlik sorununu çözmüş olur mu? Elbette ki hayır! Unutulmamalı ki, merkezine, dört parçaya bölünmüş Kürt halkının bağımsızlık ve birleşme hakkını tanımayı koymayan planların hiçbiri kalıcı ve gerçek bir çözüm getirmeyecektir. Hele Ortadoğu gibi, emperyalist güçlerin at koşturduğu, halkları birbirine düşürmekten asla vazgeçmediği ve paylaşım kavgasının bir numaralı alanı durumundaki coğrafyada, bu hak tanınmaksızın bugün çözüldü gözüyle bakılan bir sorunun yarın daha da büyük bir sorun olarak karşımıza çıkması kaçınılmazdır.” (Oktay Baran, Kürt Sorunu, MT, no: 25)
Diğer taraftan, Kürt düşmanlığını anti-Amerikan bir söylemin arkasına saklamaya çalışan statükocu asker-sivil bürokrasi ise dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma korkusuyla, değil böylesi projeleri kabullenmeyi, TC’nin üniter yapısının ve ulus-devlet örgütlenmesinin tartışmaya açılmasını bile vatana ihanetle eş tutmaya devam ediyor. TC devletinin resmi politikalarının esas belirleyicisi olan asker-sivil bürokrasinin temel stratejisi, Güney’de bağımsız bir Kürt devletinin oluşumunun önüne geçmektir. Bu noktada bir hususu daha saptamakta yarar var: TC egemenleri, bu doğrultuda geçici bir başarı kazanmış ve böylesi bir devlete giden süreci şimdilik yavaşlatmayı başarmış durumdadırlar. Kerkük referandumunun bir kez daha ertelenerek fiilen engellenmesinin anlamı budur. Bu yüzden ordu bugünlerde Iraklı Kürt liderlerle görüşülmesine engel olmuyor. Ne var ki, engel olmamak başka bir şeydir, onaylayıp teşvik etmek bambaşka bir şey. Hele AKP kapatılacak bir parti durumundayken, onun inisiyatifiyle atılacak bu tip adımların, gerektiğinde kolayca geriye çevrilebileceğini deneyimli bürokratlar gayet de iyi bilmektedirler. İşin aslında asker-sivil bürokrasi bu konuda inisiyatifin halen kendisinde olduğunu gayet net mesajlarla vermeyi de sürdürmektedir. Nitekim bölgeye dair TC’nin emperyal bir politika izlemesi gerektiğini öteden beri ateşli bir şekilde savunan Cengiz Çandar, Kürt liderlerle diyalog politikası hakkında şunları söylüyor:
“«doğru yöndeki» bu politikanın bir «devlet politikası» olduğundan çok emin olmamalıyız. … Bağdat’ta Türk yetkililer ile Iraklı Kürt yetkililer çok uzun zamandır beklenen teması gerçekleştirdikleri sırada girişilen bir hava harekâtının «askeri gereklilik»ten yola çıkılarak yapıldığına kimseyi inandıramazsınız. Bir gün önce değil, birkaç gün sonra değil; tam da o gün. Bu, «diplomatik dil»de «asker»in hükümetin Iraklı Kürtlerle yakınlaşma ve doğrudan görüşme politikasına MGK açıklamasına yansıtılmayan bir «muhalefet şerhi» düştüğü şeklinde anlaşılır. Öyledir de. Hem MGK’dan o şekilde karar çıkar, hem böyle yapılır. Hem nalına, hem mıhına. … Kandil bombardımanı, Ankara’dan Erbil’e, Bağdat’a ve Washington’a gönderilen «Kürt sorunu konusundaki esas karar merci ve kurumu şaşırmayın» kriptosudur.” (Referans, 3/5/2008)
Görülüyor ki, “Kürt sorunu konusundaki esas karar mercii” asker-sivil bürokrasi oldukça, TC’nin Güney’deki Kürtlere ilişkin devlet politikasında köklü bir değişiklik de, Türkiye’deki Kürt sorununun demokratik çözümü doğrultusunda bir adımın atılması da mümkün değildir.
Ekonomik paket: Kürt burjuvazisine sus payı
Çeyrek asrı aşan bir süredir devam eden “son Kürt isyanı”yla boğuşan çeşitli burjuva hükümetler, sorunu esastan çözecek bir açılımdan köşe bucak kaçarken, sorunu yatıştırmaya, çarpıtmaya ve başka kanallara akıtarak kendi dar siyasal çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmışlardır. Burjuva partilerin, Kürt kitlelerinin barış ve demokratik çözüm umudunu istismar ederek oya dönüştürmeyi amaçlayan kimi “açılımları” ise her defasında bu kitleleri hüsrana uğratmıştır. Çok gerilere gitmeye gerek yok, başbakan Erdoğan’ın 2005’deki Diyarbakır konuşması, bu konuda en ileri giden konuşmaydı. Şöyle diyordu TC başbakanı: “Geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet hatalarını ve sevaplarını masaya yatırarak geleceğe yürüme özgüvenine sahip devlet ve millettir… İlla ad koyalım diyorsak, Kürt sorunu da bu milletin bir parçasının değil herkesin sorunudur. Kürt sorunu ne olacak diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak bu sorun herkesten önce benim sorunumdur.” Sonucun ne olduğu biliniyor; bu sözlerden birkaç hafta sonra Erdoğan, Mussolini İtalyası’ndan devraldığı “tek millet, tek devlet, tek bayrak” söylemiyle Kürt hareketinin en azılı düşmanlarından biri olduğunu ortaya koydu. Ve bugün bıraktık Kürt sorununu adıyla anıp çözme yoluna girmeyi, Kürt hareketinin meclisteki resmi temsilcilerini bile muhatap almaktan ısrarla kaçınıyor.
Tüm bu gerçekliğe rağmen, Kürt sorunu hususunda imha ve inkâr politikasından başka bir çıkış yolu arar gözüken kimi burjuva yazarlar, her askeri operasyon öncesinde, bunun bir son olacağını ve hemen ardından da bir demokratik açılımlar paketi geleceğini yazıp çizmekten bıkmadılar. Erdoğan’ın son Diyarbakır çıkartmasıyla birlikte aynı doğrultudaki hayallerle, abartılarla ve göz boyamacılıkla dolu bir kampanyaya şahit olduk. GAP Eylem Planıyla Kürt sorununun çözüleceği yalanı ileri sürüldü. Bu plana göre güya, bölgeye milyarlarca dolarlık yatırım yapılacak, milyonlarca insana iş sağlanacak, eğitim-sağlık hizmeti alanında ihtiyaçlar karşılanacak, “üstelik bir de Kürtçe televizyon kurulacak”. Devlet eliyle gerçekleştirilecek Kürtçe yayın meselesi bir tarafa bırakılacak olursa, bu pakette hiçbir ciddi yeni unsur bulunmamaktadır. Açıklanan unsurların çoğu, yıllar önce GAP hedefleri olarak ilan edilenlerin harfiyen tekrarından başka bir şey değildir.
Her şeyden önce çok çıplak bir gerçeği hatırlamak yerinde olacaktır: Kürt sorunu, ezilen bir ulusun en temel demokratik haklarına, en başta da kendi kaderini özgürce tayin etme hakkına sahip olma sorunudur. Bir başka deyişle, Kürt sorunu siyasal bir sorundur. Bu sorunun “ekonomik paketler” aracılığıyla yoksulluğun, işsizliğin, eğitimsizliğin, başta sağlık olmak üzere kamu hizmetlerinden yoksunluğun vb. ortadan kaldırılmasıyla çözüleceğini iddia edenler düpedüz konuyu çarpıtmakta ve yalan söylemektedirler. Bu durumda burjuva AKP hükümetinin bu paketle amaçladığı şey nedir? Gerek Türk gerekse de Kürt sermayesi için yeni yatırım alanları açarak onların daha da semirmesini sağlamak ve özellikle büyük toprak sahipleri de dahil olmak üzere Kürt burjuvazisinin TC’yle zayıflayan bağlarını tekrar güçlendirmek.
Özellikle 90’lı yılların ortalarından itibaren Kürt mülk sahibi sınıfların TC’yle bağları zayıflamaya başlamış, bunların bir bölümü giderek artan bir ölçüde ulusal harekete dahil olmuş ve epey bir süreden beri de bu hareketin liderliğinde belirleyici bir konuma gelmiştir. Son yıllarda bir federe devlet biçimine bürünmesiyle birlikte Irak Kürdistanı’nın bu mülk sahibi kesimler açısından giderek önem kazanan bir cazibe merkezi haline geldiği de biliniyor. Kürt burjuvazisinin TC’yle bağlarının pekiştirilmesi rejim açısından büyük önem taşıyor ve AKP bu açıdan diğer burjuva partilerden çok daha hassas davranıyor. Diğer taraftan AKP, paketi hayata geçirebildiği ölçüde, bir nebze daha iyileşen ekonomik koşullar aracılığıyla Kürt kitlelerinin zora dayalı asimilasyonunu daha katlanılabilir bir boyuta çekerek AKP’den uzaklaşmalarının önüne geçme hesabı yapıyor. Böylelikle bir bütün olarak Kürt hareketinin kitle desteği zayıflatılacak, mücadelede ısrarcı olanlar marjinalleştirilip en sert militarist yöntemlerle bertaraf edilecek ve sonuçta Kürt sorunu bir dönem boyunca yatıştırılmış olacaktır. Hedef budur.
Böl ve yönet!
Kürt hareketini zayıflatmaya dönük girişimlerden biri de, Kürt sorununun mevcut devlet yapılanmasının temel ayaklarına dokunmadan çözülebileceğini iddia ederek, Kürt hareketini bu temelde bölmeye dönük çabalardır. Kimi kültürel hakları tanıyarak ve “yerel yönetim reformu” vb. formüllerle bazı siyasi ve iktisadi kırıntılar bahşederek ezilen ulusun mülk sahibi sınıflarını mevcut rejimin dayanaklarından biri haline getirmektir amaçlanan şey. Böylesi bir “çözüm”e Kürt burjuvazisinin kolaylıkla yatabileceğinin hesabını yapan burjuva ideologlar, şunları söylemekten çekinmiyorlar: “Kürt kökenli vatandaşlarımız artık vaatlerle yetinmek niyetinde değiller. Artık uyandılar. Haklarını arıyorlar. Hakları, insan yerine konmak, itilip kakılmamak, dillerine sahip çıkabilmek, kültürlerini kaybetmemek ve Türkiye pastasından paylarını alabilmek.” (M. Ali Birand, Hürriyet, 23/5/2008) Sorunu ezilen ulusun ayrılma hakkının tanınması sorunu olmaktan çıkararak, bir kültürel soruna indirgeyen bu tür yaklaşımlar ezilen ulusa, ulusal baskı ve tahakkümün bir biçiminin yerine bir başka biçimini dayatmanın ötesinde hiçbir anlam taşımıyorlar. Çünkü “ezilen ulusun ayrılma hakkı tanınmadıkça, «ulusal sorun» genelde varlığını sürdürecek, ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluşturmaya, böyle bir birlik gereksinimini gölgelemeye devam edecektir. İşte bu nedenle devrimci proletaryanın programı, gerçek bir siyasal çözümün, «ulusal kültürel özerklik» türünden liberal gevezeliklerle gündemden uzaklaştırılmasına karşıdır.” (Platformumuz –md.57, MT, no: 14)
“Türkiye pastasından daha fazla pay” vaadi, kuşkusuz Kürt mülk sahibi sınıflarının önemli bir bölümü için hayli cazip bir tekliftir. Bunun yanı sıra kültürel haklar vaadi Kürt hareketi üzerinde belirgin bir basınç uygulamaktadır. Kültürel hakların tanınmasından ve “barışçıl çözüm”den dem vurarak yürütülen haksız savaşa karşı çıkar gözüken kimi eski solcu yeni liberaller, hümanist akademisyenler, pasifist aydın ve sanatçılar, “akil adam” bozuntuları vb. gerçekte bu basınç ve manipülasyonun bilinçli ya da bilinçsiz aleti durumundadırlar. Öte yandan, bu tür manipülasyonların Kürt hareketi içerisinde bir karışıklığa ve çatışmaya yol açması bakımından belli ölçülerde sonuç verdiğini de saptamak zorundayız. Fransa’daki Kürt Enstitüsünün başını çektiği bir girişimin parçası olarak bir grup burjuva aydın ve siyasetçinin dış basına verdiği gazete ilanları olsun, 1 Haziran mitinginin organize edilme biçimi ve bu biçimin benimsenmesinin ardında yatan kaygılar olsun, tüm bunlar “ılımlılaştırma”, rejime entegre etme ve liberalleştirme sürecinin son örnekleridirler. Ama en önemlisi, Kürt hareketinin meclisteki temsilcisi durumundaki DTP’de son dönem yaşanan “ılımlılar-şahinler” ayrışması olmuştur.
Türk burjuvazisi, elindeki tüm araçlarla bu çatlağı kaşımaya ve genişletmeye çabalıyor. Kimi DTP milletvekillerinin, “PKK’nin silahlı mücadelesi Kürt halkına zarar veriyor” şeklindeki açıklama ve tutumları, sağlı sollu düzen kalemleri tarafından bu yüzden sahiplenilmekte ve daha da ileri gidilmesi noktasında teşvik edilmektedir. Bu teşvik, kimi zaman aferin diyerek Kürt siyasetçilerinin sırtlarının sıvanması kimi zaman da “yetmez daha ileri giderek PKK’ye karşı net bir tavır alın” diyerek baskı yapılması şeklinde gerçekleştiriliyor. Türk burjuvazisi, DTP’den “kabul edilebilir, saygınlığı olan, güven veren” bir önderlik ve çizgi bekliyor. Bu doğrultuda verilen mesajlar, Kürt hareketinde boş beklentiler yaratarak düzenle bütünleşme eğilimini daha da güçlendiriyor.
Bu durum, yoksul Kürt emekçi yığınlarının tabandaki hareketliliğinin kırılması, bugüne dek verdikleri mücadelenin ve ödedikleri son derece ağır bedellerin boşa çıkartılması tehlikesini arttırıyor. Ulusal sorun içindeki emekçi boyutu komünistleri özellikle ilgilendirir: “Sınırlı kapsamına rağmen ulusal kurtuluş mücadeleleri, yine de iki nedenle proletaryanın çıkarınadırlar. Birincisi, asıl olanın proletaryanın kapitalist düzeni yıkmayı hedefleyen mücadele birliği olduğu gerçeğini gölgeleyen «ulusal mücadele» sorununun aşılması. İkincisi, ulusal bağımsızlık istemiyle ayaklanan yığınları, proletarya hegemonyası altında gerçek kurtuluş ve özgürlük savaşımına, yani toplumsal devrime yöneltebilme olanağı yaratması.” (md.55) Demek ki komünistler, ezilen ulusun özgürlük mücadelesine, o ulusun burjuvazisi kimi ayrıcalıklar kazansın ya da “pastadan daha çok pay alsın” diye değil, işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin önündeki engeller aşılabilsin, ulusal önyargı ve gözbağları çözülebilsin, ezilen ulus emekçilerinin açığa çıkardıkları devrimci enerji toplumsal kurtuluş davasına hizmet edebilsin diye sahip çıkmak zorundadırlar. Ulusal sorunun gerçek çözümünün, ezilen ulusa ayrılma hakkının tanınmasından geçtiğini savunmamızın nedeni budur. Bu hak açıkça ve koşulsuz şekilde tanınmadığı sürece, ekonomik reform paketleri, anayasal reform girişimleri ya da kültürel hak kırıntıları sorunu çözmeye yetmeyeceği gibi, ezen ve ezilen ulustan işçiler arasındaki ayrılığın sürmesinden başka bir şeye de hizmet etmeyecektir. İşçi sınıfının ezilen yoksul Kürt emekçilerinin yanında olmasını ve ondan desteğini esirgememesini sağlamak kadar, Kürt emekçilerin liberal gevezeliklerin çıkmaz sokaklarında heba olmasının önüne geçmek de komünistlerin görevidir.
link: Oktay Baran, Kürt Sorununda Çözümsüzlük Politikaları, 11 Temmuz 2008, https://marksist.net/node/1832
Solun Kemalizmle Bitmeyen İmtihanı
Williamlar Girer, Welatlar Giremez!