Binyıllar boyunca coşku ve heyecanla topun peşinden koşturdu ve topla çeşitli oyunlar türetti insanoğlu. Futbol da bu oyunlardan biridir. Çıkış yerine dair pek çok rivayetler ileri sürülse de bugünkü oynandığı biçimine en yakın şeklini 17. yüzyılda İngiltere’de almıştır. Kolektif oynanan bir takım oyunu olması ve herkesin oynama imkânı bulabilmesi futbolun popüler bir oyun haline gelmesini sağlamıştır.
Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak ise futbol takımları şirketleşmeye, oyunculuk profesyonelleşmeye ve bu oyun egemenler tarafından kapitalist düzenin çıkarları doğrultusunda “düzenlenmeye” yani kirletilmeye başlandı.
Profesyonel futbol bugün kapitalizm açısından dev bir sektördür. Büyük çoğunluğu birer mahalle takımı olarak kurulmuş olan kulüpler, kapitalistlerin el atması ile şirketleşmiş, hatta hisse senetleri borsada satılan dev kuruluşlar haline gelmişlerdir. Kulüp hisseleri kapitalistler için bir yatırım aracıdır. Kulüp yöneticisi kapitalistler, kara para aklamaktan reklâm ve popülerlik kazanmaya, bu vesileyle iş bağlantıları kurmaktan kulüp gelirleri üzerinden para kazanmaya, hatta siyasi güç elde etmeye kadar pek çok işlerini spor kulüpleri üzerinden yürütmektedirler.
“Taraftarlık kimliği” bir sosyal kimlik edinmenin ve aidiyet ihtiyacını gidermenin aracı olarak kullanılmaktadır. Burjuva medya bu durumu yaratmak ve körüklemek için sistematik olarak çalışır. Çok sayıda spor gazetesi, gazetelerin spor sayfaları, televizyonlardaki spor programları bir yandan taraftarlık kurumunu körüklerken bir yandan da medya patronlarının bunu ranta çevirmelerinin araçları haline gelmişlerdir. Takımlara giydirilen reklâm formaları, sponsorluk anlaşmaları, takım renklerini ve amblemlerini taşıyan bayrak, giysi, hatta kredi kartı gibi ürünler, kulüp-şirketler için trilyonların döndüğü bir pazar oluşturuyor.
İşçilerin, yoksul emekçilerin, tuttukları takımlara gönül bağıyla bağlandıklarını, futbol takımını kendi kişilikleri ile özdeşleştirerek onun başarılarıyla avunup başarısızlıkları ile üzüldüklerini biliriz. Kendi sınıfsal sorunlarından uzaklaştırılan, kendi gerçekliğine yabancılaşarak kendi sınıfının değil tuttuğu takımın gündemini takip etmeleri sağlanan yoksul insanlar, bu yöntemle uyutulmaktadır. Tuttukları takımın lüks mekânlarda düzenlediği etkinliklerde sadece zengin taraftarlara yer vardır. Takım kazandığında borsada hisselerin değeri yükselir, kapitalist para kazanır, yoksullar ise sadece avunur.
Kapitalizmin denetimi altına girmesiyle birlikte futbol, önemli bir sektör olmasının yanı sıra politik bir araç haline de getirilmiştir. Kitleleri futbolla oyalama ve uyutma taktiği özellikle de faşist rejimler tarafından başarılı biçimde uygulanmıştır. Portekiz’in kanlı faşist diktatörü Antonio Salazar “Ben Portekiz’i 3 F, yani Fatıma (örgütlü din), Fiesta (şölen) ve Futbolla yönettim” demişti. İspanya’nın eli kanlı faşist diktatörü Francisco Franko ise “Bana 200 bin kişilik bir uyku tulumu yapın” diye buyurmuş ve bu buyruk üzerine Real Madrid’in ünlü Bernabeau Stadı inşa edilmişti.
Köleliğin hüküm sürdüğü eski Roma imparatorluğunda kentli yoksul sınıfları oyalamak için gladyatörleri dövüştürdükleri arenalar inşa ettiren köle sahipleri, futbolun daha etkili bir araç olabileceğini henüz keşfedememişlerdi. Ancak kapitalistler, kitleleri taraftar olarak saflaştırarak bölmenin, birbirleri ile dövüştürmenin onları yönetebilmek için nasıl bir siyasi araç olarak kullanılabileceğini keşfetmekte gecikmediler.
Futbol, egemenler tarafından politik bir araç olarak kullanılmaktadır. TC’nin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Türk milli takımının Avrupa kupasında yarı finale yükselmesi sonrasında “böyle bir galibiyete ihtiyacımız vardı” sözünü de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Milli takımlar arasında düzenlenen turnuvalar, ulusları saflaştırmak ve ulusal düşmanlıkları körüklemek üzere egemen sınıflarca kullanılan önemli birer fırsattır. Avrupa kupası maçları ve milli takım üzerine yapılan yorumlar haftalarca gündemi meşgul etti. Manşetlere göre, Viyana 3. kez kuşatıldı, hatta fethedildi! Başbakan ve Cumhurbaşkanı her golün ardından tüm Türkiye ile beraber havalara fırladılar. Ne de olsa onlar da “bizlerden biriydiler”. Atılan her golün ardından büyük bir sevinç yaşanırken, televizyon kameraları burjuva siyasi liderlere odaklanarak bu mesajı kitlelerin zihnine empoze etmeyi ihmal etmediler. Hakemlerin milliyetleri ve Türk düşmanlıklarının (!) seviyesi hep tartışma konusu edildi. Diğer ulusların “bize düşman oldukları”, milli maçlarda hakemlerin taraf tuttuğu propagandası üzerinden güya tekrar ispatlandı. Milli maçlar marifetiyle uluslar arasında rekabet ve düşmanlık körüklendi, şovenizm yükseltildi.
Galibiyeti kutlayan bazı silahlı lümpenlerin havaya ateş etmeleri ortalığı savaş alanına çevirdi. Galibiyet kutlamalarında onlarca insan yaralandı. Burjuva medyanın bir yandan maçları “savaş” edasıyla propaganda ederken diğer, yandan “havaya giren” milliyetçi holiganların silahlı taşkınlıklarını kınaması burjuva ikiyüzlülüğünün tezahürüdür. Bazı milliyetçi holiganlar hızlarını alamayıp Kürtlere saldırarak galibiyetlerini kutladılar. Kutlamalar sırasında DTP Bahçelievler ilçe binası da kurşunlandı.
Milli takımın sponsorları arasında Garanti Bankası, THY, Türkcell, Ülker, Efes Pilsen, İddia, Sarar, Yurtiçi Kargo gibi Türk sermayeli dev şirketlerin yanı sıra Coca Cola, Mercedes Benz, Nike gibi uluslararası tekeller de boy gösterdi. Milliyetçiliğin pazarlandığı bu kurtlar sofrasında yabancı sermayeli şirketler de yerlerini aldılar. Ülker firması kırmızı-beyaz renkli sakızlardan 1 milyon kutu üretti. Ayrıca milli takım logolu 10 milyon kutu süt, 168 milyon paket çikolata ve bisküvi üreterek milliyetçiliği tüm halka bir güzel “yedirdi”. “Bas gaza Türkiyem” diye başlayıp “Petrol Ofisi yanında” diye biten şarkı uyarlamalarından, “milli takımın yanındayız” diyen şirket reklâmlarına kadar “milli dava” sonuna kadar sömürüldü.
Burjuva yorumcular Avrupa Kupası maçları sayesinde milli takımdaki futbolcuların değerinin katlandığını söylüyorlar. Transfer piyasasında, işçilerin hayatları boyunca çalışarak onda birini bile elde edemedikleri rakamlardan söz ediliyor. Örgütsüzleştirilen ve bilinçleri egemenlerce teslim alınan yoksul kitleler, milli maçlarda gol atan futbolcuları vatan millet aşkına bağrına basarken, söz konusu futbolcular en fazla parayı veren Avrupa takımına transfer olmayı dört gözle bekliyorlar. Milli takımlar teknik direktörü Fatih Terim, aylık 100 milyarın üzerinde maaş aldığı işinden istifa edeceği söylentilerini yayarken, İtalya liginin zengin takımlarına gidebilmek için fırsat kolluyor.
Türkiye’nin işçileri ve patronları galibiyetlere birlikte sevindi, yarı finalde elenince birlikte üzüldü. Birlik ve beraberlik pekiştirildi! Bu arada, “milli birlik ve beraberlik” propagandasının toz dumanı arasında zamlar giydirildi, işsizlik, yoksulluk, SSGSS ve İstihdam Paketi gibi konular gündemden iyice düşürüldü. Bu türdeki bir birlik ve beraberlikten egemen sınıf galip çıkarken “golleri yiyen” yine işçi sınıfı oldu.
Futbol ve diğer takım oyunları, kolektivizmin ve dayanışmanın araçları haline gelmelidir. Spor, kitlelerin sağlıklı yaşamasına, fiziksel gelişimine ve ruhsal disiplinine hizmet etmelidir. Spor, zengin sınıfların tahakkümünden kurtarılmalı ve kitlelere yaygınlaştırılmalıdır. O zaman insanlar hep birlikte ve özgürce topun peşinden koşturacaklar. Bunların gerçekleşmesi hiç de hayal değil. Gereken tek şey, işçi sınıfının örgütlenerek insanlığı kapitalizm denen melanetten kurtarmasıdır.
link: Kemal Erdem, Kapitalizm Sporu da Kirletiyor, 4 Temmuz 2008, https://marksist.net/node/1830
ÖSS Gerçekten Bizi Kurtarıyor mu?
Solun Kemalizmle Bitmeyen İmtihanı