Türkiye ekonomisinin krizi derinleşiyor ve çelişkiler birçok yönde katlanarak iç içe geçip birbirinin üzerine ekleniyor. Gelinen noktada Türkiye kapitalizminin görünümü dünya krizinin doğurduğu genel kötüleşmenin ötesine geçen bir duruma işaret ediyor. Tümüyle makyajlı resmi veriler esas alındığında bile “geniş tanımlı” olarak formüle edilen işsizlik oranı %30 düzeyinde. Diplomalı gençlerde işsizlik oranı yüzde 50’lerde geziniyor. İş sahibi olanların önemli bölümü ise gelir ve hak kayıplarına uğramış durumda. Bunlarla bağlantılı olarak hane halkı borçluluk düzeyleri roket hızıyla yükselerek daha önce görülmemiş düzeylere çıkıyor. Türkiye’de hâlâ geniş bir kitleyi oluşturan esnaf ve küçük işletmeler cephesinde de ağır bir yıkım yaşanıyor. Borç harç içinde küçük ekmek teknelerini yüzdürme çabası içinde olanlar şimdilerde kapanan kepenkler, azalan satışlar, alacaklıların yükselen sesleri ile karşı karşıya. İflaslar, konkordatolar, kapanan işletmeler…
Bu kadarı tablonun sadece bir kısmını oluşturuyor. Bir başka kısımda altın ve döviz fiyatlarının rekor üstüne rekor kırması, hazinenin döviz rezervlerinin tüketilip negatif hale getirilmesi, Merkez Bankasının ihtiyat akçesi denilen fonlarının bile yok edilmesi, giderek büyüyen cari açık ve bütçe açığı gibi daha birçok veriden oluşan bir iflas manzarası var. Üstelik tüm bunlar özellikle son birkaç yıl içinde hızlı biçimde gerçekleşen değişimler. Elbette daha geniş bir çerçevede bunun evveliyatı olsa da tam da 2 yıl önce ülkeyi başkanlık sistemine geçiren Erdoğan ve etrafındaki şebekenin bu politik sistem değişikliğiyle ülkeyi uçuracağını vaat etmesinden bu yana izlenen rotanın getirdiği noktadır bu. Ama başta Erdoğan ve hazine bakanı olmak üzere rejimin çeşitli temsilcileri her şey yolunda mavalını okumaya ve bu suretle emekçilerle alay etmeye devam ediyorlar.
Temelde ekonominin bu genel gidişatının bir sonucu olarak Erdoğan’ın ve temsil ettiği rejimin kitle desteğinin azalmakta olduğu açıktır. Bunun ne gibi siyasal sonuçlar getireceği tartışmasından bağımsız olarak, geniş kitlelerin rejimin sunduğu ekonomik verilere güvensizliği arttığı gibi yönlendirmelerine de pek uymadığı tartışmasız ortadadır. Örneğin yapılan tüm telkinlere ve birbiri ardına getirilen kısıtlayıcı, cezalandırıcı uygulamalara rağmen elinde üç kuruşu olan hemen herkes yerli parayı terk edip döviz ve altına yönelmekte. Öyle ki iç piyasadaki altının bu talep karşısındaki yetersizliği nedeniyle altın ithalatında 30 yılın rekoru kırılıyor. Sözde ekonomiyi canlandırmak için pompalanan ucuz kredileri çekenlerin bir bölümü gidip altın ve dolar alıyorlar. Amiyane anlatımla krediyi alan Kapalıçarşı’ya koşturup altın ve döviz alıyor. Kapalıçarşı’daki ayaklı borsanın işlem hacminin son günlerde 4 kat arttığı belirtiliyor. Ekonomi uzmanlarından birinin anlatımıyla “Yılbaşından bu yana yerleşikler 19 milyar dolarlık altın-döviz almış, yerleşik olmayanlar (yabancılar) da 12 milyar dolarlık mali yatırımını satıp dövize çevirip çıkmış.” Dahası halka verdiği telkinin aksine hükümet de Türkiye’de son iki yıldır yapılmayan şeyi yaparak döviz ve altınla yurtiçi borçlanma yapıyor. İki yıl önce sıfır düzeyinde olan yurtiçi döviz ve altın borçlanmasının şimdi 40 milyar dolar düzeyine yaklaştığı kaydediliyor.
Medyanın tamamına yakınını kontrol eden rejimin tüm göz boyama maksatlı propagandasına rağmen ekonomideki kötüleşmenin gözlerden saklanması pek mümkün olmuyor. Kötüleşmenin başka düzlemlerde de göstergeleri var. Bunlardan birisi artan yabancı sermaye çıkışıdır. Üstelik bu, gelişmiş kapitalist ülkelerde adeta helikopterle ucuz para dağıtılan bir dönemde gerçekleşmektedir. Dağıtılan trilyonlarca doların önemli bir bölümü kolay para peşindeki finans tekelleri üzerinden kârlı görülen ülkelere sıcak para olarak pekâlâ gidebilmektedir. Bu nokta aynı zamanda Türkiye benzeri ülkelere belli ölçüde de olsa sermaye akarken Türkiye’nin pek yeğlenmediğine işaret etmektedir. Türkiye’nin durumu Erdoğan’ın “bize haksızlık yapılıyor” diye kâh serzenişle kâh öfkeyle dillendirdiği üzere benzer düzeylerdeki ülkelere göre daha kötüdür.
Rejimin dış alanda ciddi bir güvenilirlik kaybına uğradığı alenen görülüyor. Üstelik bunun rejimin demokratik olmamasıyla pek ilgisi olduğu da söylenemez. Dış sermayenin asıl kaygısı yatıracağı paranın güvende olduğundan emin olamamasıdır. Son aylardaki swap yoluyla para dilenme çabalarının yüzgeri edilmesi bunun en belirgin görünümlerinden biri. Bir başkası, tüm ülkelerin paralarının alışverişinin yapıldığı Londra’daki para piyasasında TL işlem hacminin son bir yıl içinde ciddi bir hızla küçülmesidir. Bu yabancı sermayenin gözünde TL’nin itibarının düştüğünü göstermektedir. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne geçilen 2018 yılında 56 milyar dolar düzeyinde olan bu hacim, o günden bu yana hızla eriyerek 2020 Nisan ayında 20 milyar dolar düzeyine gelmiş. Veriler altı ayda bir açıklandığı için Nisan ayından bu yana gelinen son nokta bilinmiyor. Aynı verilere göre 2018 öncesi dönemde TL bu piyasada en çok işlem yapılan yedinci para birimi iken, bugün genel sıralamada 15. para birimi haline gelmiş. Ayrıca “gelişmekte olan ülke” paraları içinde birinci iken, şimdi Meksika, Güney Afrika, Rusya, Singapur gibi ülkelerin gerisine düşmüş.
Son haftalarda ise faizi düşürme, ucuz kredi pompalama ve (dövizin yükselmemesi için) piyasaya çeşitli yollardan döviz satışı üçlüsüyle öne çıkan Erdoğancı ekonomi politikasının hazin çöküşü yaşanıyor. Çöküş dövizdeki patlamayla kendisini gösterdi. Piyasaya döviz satışının eninde sonunda eldeki döviz kaynaklarını tüketeceği ve artık bu araçtan mahrum kalınacağı bir noktaya gelineceği aşikârdı. Kapitalist ekonominin gerçekleri çerçevesinde birçok ekonomi uzmanı da uzun süredir bu yönde uyarıda bulunuyordu. Ancak sürüklendiği darboğazdan sürekli olarak daha riskli hamleler yapıp zaman kazanarak çıkma hesabı yapan Erdoğan rejimi bu uyarılara elbette kulak asmadı. Ülke yönetiminin tüm iplerini eline alan Erdoğan ve şürekâsı hiçbir iç engelle karşılaşmaksızın tüm bu süreç içinde kendi bildiği gibi bir ekonomi politikası güttü. Onca afra tafranın ardından şimdi yükselen faizler, kısılan kredi muslukları ve uzaya doğru yol alan döviz, “faiz sebep enflasyon sonuçtur” diyen Erdoğan ekonomisiyle alay etmektedir.
Hesapsız kitapsız faiz düşürme sevdası uğruna sadece döviz cephesinde son 1,5 yıl içinde 110 milyar doların üzerinde bir para havaya savrulmuştur. Bol keseden dağıtılmış krediler cephesinde ne gibi sonuçlar olacağı henüz belli değildir. İşçi sınıfı ve emekçiler açısından mesele kapitalizmin çerçevesi içinde şu ya da bu sermaye fraksiyonunun izlediği bir ekonomi politikasının “başarısız” olmasından ibaret değildir. Bu çöküşün bedeli her zaman olduğu gibi başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin sırtına bindirilmektedir, bindirilecektir. Yükselen meta fiyatları dolayısıyla gitgide artan hayat pahalılığı, artan vergiler, artan işsizlik, azalan gelirler vb. şimdiden bunu göstermektedir. Güçlü bir işçi sınıfı direnişi olmadıkça da bu sonuçların ağırlaşacağına şüphe yoktur.
Kuru kontrol etmek üzere kullanılan döviz kaynakları suyunu çekince ve ilave kaynak bularak biraz daha zaman kazanmak üzere dış dünyada çalınan kapılardan el boş dönülünce, bu özgün ekonomi deneyine metazori son verildi. Vitrindeki faiz oranlarından biri (“politika faizi”) kuyruğu dik göstermek için hâlâ düşük tutulurken, geri planda diğer dolaylı faiz türleri yükseltilmeye başlandı. Öte yandan “tam gaz” gidilmekte olan kredi genişlemesinde birden bire “kazık fren” yapıldı. Kredi faizleri yükseltilmeye, kredi şartları zorlaştırılmaya, kredilerle alınabilecek otomobillerin vb. vergilerinde fahiş artışlara gidilmeye başlandı. Bunlarla aynı doğrultudaki daha başka değişikliklerle birlikte dümen ters yöne kırılmış oldu.
Bu ekonomi politikaları Türkiye’deki olağanüstü rejimin kuruluş ve pekişme sürecinin bir anlamda son dokunuşunu temsil eden başkanlık sistemine geçildikten sonra sivriltilen ve adeta onun ekonomide alâmetifarikası haline gelen politikalardı. Öyle olduğu için gözlere sokula sokula ve adeta dünyaya meydan okuma havası içinde kibirle reklâm edilerek sürdürüldü. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı altında mevcut olağanüstü burjuva rejimin iyi bir şey olduğunu, “Türkiye’yi uçuracağını” kitlelere yutturmaya çabalayan Erdoğan açısından elbette bu çöküş hazin oldu. Kitle desteği tüm bu dönem boyunca azalmakta olan rejim bir yandan mutat olduğu üzere baskıları arttırmaya başladı, bir yandan da demagojik propagandaya hız verdi. Kötü gidişatın halkın gözünde başkanlık sistemiyle ilişkilendirilmeye başlanması elbette başta Erdoğan olmak üzere rejim güçleri cephesinde can sıkıcı bir gelişmedir. Çeşitli kamuoyu araştırmaları halkın giderek artan bir çoğunluğunun başkanlık sisteminden memnun olmadığını gösteriyor.
Milliyetçi demagoji
Rejim ekonomi politikalarındaki iflas manzarasını gözlerden saklamak ve tepkileri kanalize etmek için “dış güçler”, “yerli ve milli”lik, “küresel sömürü baronları”, “küresel faiz lobisi” türü sözlerle örülü bir milliyetçi demagojiyi yükseltme yoluna gidiyor. Dövizin patladığı günlerde yeni rejimin propaganda bakanı konumundaki “Cumhurbaşkanı İletişim Başkanı” Fahrettin Altun twitter hesabında şöyle diyor: “Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde son 18 yılda büyük bir şahlanış dönemine giren Türkiye’nin yükselişi, dış mihrakların ve küresel sömürü düzeni baronlarının kirli oyunlarıyla inkıtaya uğratılmak istenmektedir.” Hatta söylem “emperyalizme karşı mücadele” lakırdılarına kadar vardırılıyor. Bilindiği gibi Damat bakan Albayrak bir televizyon kanalında yumruğunu kaldırıp “Türkiye’nin en devrimci ülke, Türk gençliğinin en devrimci gençlik olduğu”ndan söz ederek gençlere çağrı yaptı. Ardından da sosyal medyada “tam bağımsız ekonomi ve tam bağımsız Türkiye” kampanyası başlatıldı. “Küresel baron” denilenlerle ya da onların sisteminin temsilcileriyle aynı fotoğraf karesine girmek için bile çırpınanların, onlarla telefon görüşmesi yaptığında bile “dostum filanca” yağlamaları eşliğinde bunu şişinerek anlatanların, küresel finans odaklarının kapılarında dolaşıp sayısız görüşmeler yapan ve para dilenenlerin bu söyleminin kendi başına fazla işe yarama ihtimali olduğu şüphelidir. Bunun daha ziyade çekirdek tabanı hoş tutmaya yaraması muhtemeldir.
Sıkışıklığı artan rejim “yerli ve milli” söylemini ilerletmek için bu kez Karadeniz’de sözde yeni doğalgaz keşfinde bulundukları “müjde”sine sarılmıştır. Aslında bu bir yönüyle rejimin işinin müjdelere, mucizelere kaldığının bir itirafıdır. Propaganda dairelerinin tam mesai çalışmasıyla milliyetçi bir heyecan dalgası yaratılmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin artık zengin bir doğalgaz üreticisi ülke olacağı ve dünyada dengelerini değiştirecek büyük bir güce dönüşeceğinden dem vurulmuştur. Ancak ekonomik krizin ağır yükü altında sıkıntısı artan emekçilerin büyük bölümü bundan pek etkilenmemiştir. Tıpkı anlı şanlı Ayasofya atraksiyonundaki gibi Karadeniz müjdesinin etkisi de bir hafta bile sürmemiştir.
Ancak iktidarın başka alanların yanı sıra ekonomide “yerli ve milli” söyleminin, tümüyle bir sahte söylem olmadığını, aynı zamanda izlenen politikalar sonucu içine düşülen bazı mecburiyetlerin ideolojik bir ifadesi olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. AKP iktidarının ilk döneminde genel olarak diğer akran ülkelerde olduğu gibi dışarıdan bol ve ucuz kaynak bulunabiliyor, bu kaynakla başta AKP yanlısı dar sermaye fraksiyonunun çıkarları güdülebiliyor ve yanı sıra başka kesimler de bir biçimde nemalandırılabiliyordu. Giderek büyüyen bir borç dağı pahasına da olsa bu kaynak dağıtımı AKP’nin seçim başarılarının da önemli bir temeli olarak işlev görüyordu. Borç pahasına da olsa Türkiye büyüyor, zenginleşiyordu. Dağ taş inşaat şantiyesi haline getiriliyor, konut ve otomobil satışları alıp başını gidiyor, kimse eğlenceden geri kalmak istemiyordu. Ancak dünyada para muslukları kapanmaya, ucuz kredi bulmak zorlaşmaya başlayınca çarklar da aksamaya başladı. Buna Erdoğan ekibinin dış siyasette izlediği rotanın ABD emperyalizmiyle ve genelde Batı’yla ters düştüğü noktaların artmaya başlamasının yarattığı olumsuz etkiyi de eklemek gerekiyor.
İç kaynakları anlamında sermaye birikim düzeyi sınırlı olan, dişe dokunur büyüme oranları ve gelişme düzeyleri yakalamak için dış kaynağa muhtaç olan Türkiye kapitalizmi böylece bir darboğaza girmeye başlamıştır. Deyim yerindeyse önceleri el parasıyla ahkâm kesenler, para kesilince dışarıya karşı daha milliyetçi bir söyleme sarılmaya, daha fazla “yerli ve milli”likten, “değerli yalnızlık”tan söz etmeye başlamıştır. Bu söylem emekçi kitleleri daha yoksul, daha çileli bir ekonomik geleceğe hazırlama, bunu milliyetçi demagojiyle idealize ederek kabul edilebilir kılma çabasını da yansıtıyor aynı zamanda. Diğer taraftan iktidardaki Erdoğancı sermaye fraksiyonunun dar grup çıkarları sermayenin genel çıkarlarının önüne aşırı ölçüde geçirildiği için, örneğin IMF gibi kurumlardan ucuz kredi de alınmamaktadır. Bu fraksiyon “özel olarak benim aleyhime olacaksa ya da benim çıkarıma olmayacaksa neyleyim ben dış kaynağı” demektedir. Zira IMF kredisi gibi kaynaklar nereye ve nasıl kullanıldığı konusunda denetimi ve beraberinde birtakım düzenlemeleri gerektirmektedir. Bu düzenlemelerin işçi sınıfına saldırı boyutu taşımasının sermaye iktidarları açısından pek bir önemi yoktur. Nitekim siyasi iktidar, kitle desteğine duyduğu ihtiyaca rağmen işçi sınıfının mevcut örgütsüzlük koşullarında en azgın saldırıları hayata geçirmek konusunda IMF’den geri kalmamaktadır. Farklı sermaye fraksiyonları açısından asıl önemli olan kendi özgül çıkarlarının zedelenmemesidir. Örneğin kamu ihaleleri yasasının daha objektif ve net ölçülere bağlanması, Sayıştay yetkilerinin arttırılması vb. türünden düzenlemeler bu alanlarda tam bir keyfilik, denetimsizlik ve kayırma peşindeki Erdoğancı sermaye fraksiyonunun asla ve kat’a işine gelmemektedir. Gerçekliğin özü bu olduğu halde sözümona ulusal bağımsızlık adına IMF’ye kafa tutan lider ve iktidar demagojisi yürütülmektedir. Halkını açgözlü küresel güçlere ezdirmeyen, yokluğu felâket anlamına gelen büyük lider imajı pompalanmaktadır.
Uluslararası sermayenin Erdoğan iktidarına dönük artan göreli güvensizliğini besleyen bir başka nokta daha var. Erdoğancı sermaye fraksiyonunun devletin kurumsal işleyişinde yarattığı tahribat ve dejenerasyon daha önceki hiçbir sermaye kesiminin hayal etmediği düzeylere varmıştır. Manipülasyon, adam kayırma, liyakatsizlik, kurumsal geleneklerin ve işleyişlerin tarumar edilmesi, ekonomik verilerin güvenilirliğini önemli oranda yitirmesi, her alanda keyfiliğin ayyuka çıkması gibi olguların, güvenceler arayan uluslararası sermaye için pek cazip koşullar sunduğu söylenemez. Kurumsal olarak ve kadro bakımından yaşanan dejenerasyonun Türkiye’yle iş yapmayı güçleştirdiğine dair çeşitli uluslararası değerlendirmelerin yapılması boşuna değildir. Erdoğancı sermaye fraksiyonu sonradan gelmenin açgözlülüğü içinde hiçbir kural ve ölçüyle sınırlandırılmak istememektedir.
İktidarın bu dönemde yakıcı biçimde ihtiyaç duyduğu turizm gelirlerinden büyük ölçüde mahrum kalmasının sebeplerinden birisi de bu faktördür. Pandemiyle ilgili verilerin ve uygulamaların şeffaflık ve güvenilirlikten uzak olması Avrupa ülkelerinin ve Rusya’nın Türkiye’ye seyahat kısıtlamalarını kaldırmamasında ya da geç ve kısmi kaldırmasında önemli bir rol oynamıştır.
Erdoğancı ekonomi siyaseti bağlamında göz ardı edilmemesi gereken bir diğer nokta ise izlenen emperyal dış siyasettir. Osmanlıcı büyük devlet hayallerinin de süslediği bu dış siyaset elbette içeride daha sağlam bir ekonomik zemini gerektirmektedir. Oysa Erdoğancı şürekâ bu derece sağlam bir ekonomik zemin olmadan dış siyasette riskli bir yayılmacı yola girmiştir. Başlarda bu yol ABD emperyalizmiyle uyum içindeyken fazlaca sorun yoktu denebilir. Ama bu uyum bozulmaya başladığı ölçüde zeminin yetersizliği daha çok hissedilir oldu. Zira emperyal siyaset başta askeri harcamalar boyutu olmak üzere masraflıdır. Nitekim son bütçede askeri harcamalar kalemi bütçenin dörtte birini aşacak düzeye gelmiştir. Bu sadece ordunun silah gücünün arttırılması meselesi değildir. Emperyal siyaset dünyanın farklı bölgelerinde sayısı artmış değişik vasıflı unsurların beslenmesi, yaşatılması anlamına gelmektedir aynı zamanda. Farklı siyasi güçlerin desteklenmesi, işbirlikçilerin yaratılıp sürdürülmesi gibi çok çeşitli faaliyetlerin ucuz faaliyetler olmadığını tahmin etmek zor değildir. Hatta bu tür faaliyetlerin olağan savunma harcamaları gibi kalemler altında şu ya da bu biçimde yer aldığı bile şüphelidir. Özetle emperyal siyaset yürütülürken ellerin görece rahat olması, manevra alanının genişletilmesi bakımından daima para gereklidir. Sağılacak para kaynağı ise bellidir: İşçi, emekçi sınıflar! Böylece emekçilerin hiçbir çıkarına olmayan, aksine büyük zararlar veren emperyal siyasetin masrafları da yine emekçilerin sırtından karşılanmakta, bu siyaset onların hayatlarının karartılması pahasına sürdürülmektedir.
Son olarak daha genel bir noktayı vurgulamakta yarar var. Birbirine rakip olan ya da çekişen sermaye fraksiyonları iktidarı ele geçirdiklerinde daima kendi fraksiyonlarının çıkarlarını öne alan politikalar izlemişlerdir. Ancak Türkiye’deki burjuva siyasetinin bu genel denkleminin daima belli bir geçerlilik alanı vardı. Bunun anlamı kesimsel çıkarların öne çıkarılmasının sistemin bütünü açısından kabul edilebilir sınırlarının olmasıdır. Erdoğancı sermaye fraksiyonunun iktidarına gelindiğinde kesimsel çıkarlar genel çıkarların aşırı ölçüde önüne çıkarılmaya başlanmış, sistemin genel dengeleri tahrip edilmiştir. Olağanüstü baskı rejimi olarak Erdoğan rejimi, ekonomide de, burjuva ölçülerle bakıldığında “olağanüstü” denebilecek bir hat izlemeye başlamış ve gelinen noktada dünyayla birlikte kriz içindeki Türkiye kapitalizminin krizine ilave çapraşıklıklar katmıştır. Gülünç faiz teorileriyle sadece döviz kurunu belirli bir seviyede tutabilmek için 1,5 yıl içinde 110 milyar doların üstünde para harcanmasının genel burjuva çıkarlarla bağdaşmadığı açıktır ve sermayenin genel rasyonaliyle açıklanamaz. Burada sermaye sınıfının genel aklının dışına çıkmış bir olağanüstü rejimin kesimsel kaprisleriyle karşı karşıyayız. Başta Saray olmak üzere üst kamu bürokrasisinin görmemişlik kokan fahiş lüks harcamaları, dağıtılan ölçüsüz ihaleler karşılığında ödenen görülmemiş boyutlardaki paraları özel olarak sıralamaya dahi gerek bulunmuyor. Hazine bakanı damadın “doların yükselmesinin maaşını dolarla almayanları ilgilendirmediğini” söylemesi Türkiye’de nasıl bir sermaye fraksiyonunun ipleri ele almış olduğuna dair sembolik bir işarettir. Ülkeyi uçuracağı söylenen ve burjuvazi içi kontrol ve denge mekanizmalarının hızla ortadan kaldırıldığı mevcut rejim altında gelinen nokta budur.
Erdoğancı hizbin yaptığı hesabın bir yerinde, eninde sonunda konjonktür düzelir ve işleri bir biçimde yoluna koyarız düşüncesi muhtemelen vardı. Ama şu ana kadarki seyrin gösterdiği üzere evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Günü kurtarmak için her gün bataklıkta daha da derine gidilmiş ve bu arada döviz bakımından kasa tamtakır kalmıştır.
Bu sadece burjuvazinin iç sorunu olsaydı işçi sınıfı ve emekçiler açısından dert konusu olmazdı. Ama mesele tüm emekçilere fena halde dokunan ve daha da beter biçimde dokunacak boyutlar taşımaktadır. Daha önce de değindiğimiz gibi bu savrulan paraların emekçileri ilgilendirmediğini düşünmek vahim bir yanılgı olur. Tüm bunların acısı asıl olarak emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi anlamına gelen müdahalelerle çıkarılmaya çalışılacaktır. Bunlar açıkça ve doğrudan sınıf mücadelesinin konusudur.
link: Levent Toprak, Ekonomide “Yerli ve Milli” Hüsran, 6 Eylül 2020, https://marksist.net/node/7022
Açız Ama Bu Yalanlara Tokuz!
“Büyük Reset” Kapitalizmi Kurtarır mı?