Bu yıl işçi sınıfının devrimci önderi Friedrich Engels’in doğumunun 200. yılı. Kapitalizme karşı verdiği devrimci mücadele ve işçi sınıfına bıraktığı komünist mirasla ölümsüzleşen Engels, işçi sınıfının kurtuluşu davasına adadığı 75 yıllık ömrü sona erdiğinde, yoldaşı Marx’la birlikte geriye muazzam bir devrimci mücadele kılavuzu bırakmıştı. O mücadele kılavuzu, yani Marksizm, o günlerden bu yana işçi sınıfına yol göstermeye devam ediyor.
Kapitalizmin gelmiş geçmiş en büyük kriziyle sarsıldığı ve bir çıkmaza saplandığı günümüzde, burjuva ideologlar, sermaye düzenini tehdit eden derin çelişkiler karşısında kapitalizme büyük bir “reset” atmanın kaçınılmazlığından dem vurarak emekçi kitleleri kırıntı vaatleriyle oyalamaya çalışıyorlar. Oysa kapitalizmin geniş emekçi kitlelere kırıntı bile sunamayacak kadar köhnemiş ve çürümüş olduğu gerçeğinin her alanda kendini çıplak bir şekilde gösterdiği bugün, insanlığın ve doğanın selameti açısından bu sömürü sisteminin vakit kaybetmeden yıkılması gerektiği gün gibi ortadadır ve Marksizm işte bu devrimci eylemin kılavuzudur.
Marksizmin doğuşuna ebelik eden döneme baktığımızda çok büyük çalkantıların eşlik ettiği bir tarihsel dönemle karşı karşıya olunduğunu görüyoruz. Fransız Devriminin etkilerinin başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayıldığı, mutlak monarşilerin sarsıldığı bu süreç emekçi sınıflar içinde de tarihte görülmedik hızda altüstlüklere, yıkımlara yol açmıştı. Burjuvazinin egemenliğindeki yeni sömürü düzeni kapitalizm emekçi kitlelerin kanı ve canı üzerinde yükselecek, ama aynı zamanda kendi mezar kazıcısını da büyütecek ve çok kısa zamanda ayağa kaldıracaktı. İşte tıpkı Marx gibi Engels de bütün Avrupa’nın devrim fırtınalarıyla sarsıldığı, ama aynı zamanda çağa uygun olarak fikir dünyasında da patlamaların yaşandığı böylesi bir tarihsel dönemde doğmuş, bu atmosfer onların kültürel ve felsefi açıdan şekillenmesinde birincil derecede rol oynamıştı. Proletaryayı tarih sahnesine fırlatan bu sert mücadeleler, onun iki büyük devrimcisinin ortaya çıkmasının da zeminini döşemişti.
Paul Lafargue’ın dediği gibi, Marx’ın da Engels’in de anayurdu yoktu, onlar dünya vatandaşıydı! Onlar devrimci davanın ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa onu yapmak için hiçbir sınır tanımadılar; Komünist Manifesto’ya nakşettikleri gibi vatanları enternasyonaldi! Uğruna her türlü fedakârlığa ve acıya katlandıkları dava, şu ya da bu ulustan işçilerin değil dünya işçi sınıfının toplumsal kurtuluş davasıydı. Kapitalist sömürü düzeninin her nefes alışında milyonlarca insanı soluksuz bıraktığı günümüzde, onların bıraktıkları mirasın büyüklüğü ve önemi çok daha geniş kitlelerce anlaşılır hale geliyor. Dünyanın üzerinde komünizm heyulasıyla birlikte Marx ve Engels’in ruhları da dolaşıyor; fabrikalarda, tarlalarda acı çeken, yığınlar halinde işsiz kalan yüz milyonlarca işçinin çığlığı, ezilen halkların “nefes alamıyoruz” feryatları, meydanları inleten anti-kapitalist sloganlar hep o ruhu üflüyor. O ruh dünya devriminin ruhudur ve burjuvazinin döktüğü ecel terlerinden de görüldüğü üzere her geçen gün daha da yaklaşmaktadır!
Dünyaya onu değiştirmek için açılan bir çift mavi göz
Dostu Marx’tan sonra Engels’in modern proletaryanın en dikkate değer bilim adamı ve öğretmeni olduğunu vurgulayan Lenin, onun ölümü üzerine kaleme aldığı yazıda şöyle diyordu: “Onlar, insanlığı, onu halen ezmekte olan kötülüklerden kurtaracak olanın, yüce duygulu bireylerin iyi niyetli girişimleri değil de, örgütlenmiş proletaryanın sınıf savaşımı olduğunu gösterdiler. Marx ve Engels, bilimsel çalışmalarıyla, sosyalizmin, hayalcilerin bir buluşu olmadığının, ama modern toplumdaki üretici güçlerin gelişmesinin nihai amacı ve zorunlu bir sonucu olduğunun ilk açıklamasını yapanlardır. … Marx ve Engels’in işçi sınıfına yapmış oldukları hizmetler, birkaç sözcük içinde şöyle ifade edilebilir: onlar, işçi sınıfına kendini bilmeyi, kendi bilincine ulaşmayı öğrettiler ve boş hayallerin yerine bilimi koydular. İşte bunun içindir ki, Engels’in adı ve yaşamı her işçi tarafından bilinmelidir.”[1]
Şurası açık ki, Engels’in 55 yılı aşan yetişkin hayatını ve eserlerini hakkıyla anlatmak için, Avrupa işçi ve devrimci hareketinin söz konusu dönemdeki tüm uğrak noktalarını, ilgili dönemin siyasi ve felsefi akımlarıyla ve bunların sınıf mücadelesi üzerindeki etkileriyle birlikte ayrıntılı bir şekilde ele almak gerekir. Böylesi bir çalışmanın bir yazıya sığdırılması doğal olarak mümkün değildir. Bununla birlikte özet halinde de olsa bir girişin mücadeleci işçiler için yararlı olacağını düşünüyoruz. Bu çalışmamızda Engels’in hayatı ve eserlerinden kesitler sunmayı amaçlarken, anılarda, anmalarda vs. ona ilişkin anlatıların bir bölümünü anekdotlar olarak aktararak onu okurun gözünde daha canlı hale getirmeye çalışacağız.
İşçi sınıfının ölümsüz devi Engels, 28 Kasım 1820’de, Prusya Krallığının Ren eyaletindeki Barmen kentinde dünyaya gözlerini açtı. Babası bir dokuma fabrikatörüydü. Yaşadığı çevrenin karakteristik özelliğini yansıtan biçimde, çok dindar ve tutucu bir insandı. Filolog bir aileden gelen annesi ise daha açık fikirli, sevecen, neşeli bir kadındı. Engels’in edebiyata ve müziğe ilgisinin yanı sıra dil yeteneğini annesinden aldığı söylenir. Bunun yanı sıra, torununa sık sık Yunan ve Alman mitolojisinden hikâyeler anlatarak onun merakını kışkırtan lise müdürü dedesinin de Engels’in gelişimi üzerinde önemli etkileri olmuştu.
Friedrich’in üçü erkek yedi kardeşi vardı.[2] Fakat sadece o, ailenin geleneksel kalıplarına hapsolmayı ve babasının kendisine çizdiği hayatı yaşamayı reddedecekti. Friedrich küçük yaşlardan itibaren, sorgulayıcı zekâsıyla ve ilgi alanlarıyla, özellikle babası tarafından, Eleanor Marx’ın deyişiyle “çirkin ördek yavrusu” olarak görüldü. En büyük oğlunu kendi veliahtı olarak yetiştirmek isteyen bir burjuva baba için açık ki bunlar pek de takdir edilen özellikler değildi. Onun gerçekte bir “kuğu” olduğu ancak sınıfından koparak saflarına katıldığı ve kısa bir süre sonra bizzat şekillendirdiği devrimci mücadele içinde proletarya tarafından görülecekti.
O dönemde Almanya politik birliğini sağlayamamış bir ülkeydi. Alman konfederasyonu, irili ufaklı 36 prensliğe bölünmüş dağınık bir yapıya sahipti. Prusya ve Avusturya bu konfederasyonun en büyük iki devletini oluşturuyordu. Feodal soyluluk eski ayrıcalıklarını büyük ölçüde korurken tüm bunlar burjuvazinin ve kapitalist gelişmenin önünde ayakbağı olarak duruyordu. Buna karşılık Marx gibi Engels’in de doğup büyüdüğü Ren bölgesi kapitalist sanayinin en gelişmiş olduğu bölgeydi. Bu konumu onu modern sınıf çelişkilerinin de en yoğun yaşandığı yer haline getiriyordu. Burjuvazi ulusal birliği inşa edememenin sancıları içinde kıvranırken, toprağından kopup yığınlar halinde kentlere sürüklenen emekçiler de sefaletin pençesinde yaşam savaşı veriyordu. Özgürlükler üzerindeki baskı ve zorbalık Prusya Krallığını tıpkı Rus Çarlığı gibi Avrupa gericiliğinin sembolü haline getirmişti. Ren ise Fransa sınırında olması nedeniyle de Fransız Devriminden en çok etkilenen bölgeydi.
Bütün bu çelişkileri hissederek büyüyen Friedrich 14 yaşına kadar Barmen’in boğucu atmosferinde okula devam etti ve sonrasında Prusya’nın en iyilerinden biri olarak görülen Elberfeld Lisesine gönderildi. Engels’in doğup büyüdüğü Barmen’i de içeren Wuppertal kenti, Protestan mezhebinin en bağnaz akımlarından biri olan Pietizm tarikatının kalesiydi. Elberfeld Lisesinin yönetimine de bu koyu bağnazlık damgasını basmıştı. Dolayısıyla Engels’in okul idaresi ve öğretmenlerle çatışması orada da devam etti. Babası lise müdürünün tavsiyesiyle Engels’i bu müdürün denetimindeki bir yurda yerleştirirken onun dik başlılıktan kurtulup “hizaya geleceğini” umuyordu. Ama öyle olmadı. Tarihe, eski dillere, edebiyata, müziğe, resme, matematik ve fiziğe düşkünlüğüyle ve bu alanlardaki başarısıyla sivrilen Engels, etrafına örülen gericilik duvarına hapsolmayı şiddetle reddetti. Ne var ki, lise son sınıfı okumaya hazırlanıp üniversitede ekonomi ve hukuk eğitimi alma hayalleri kurarken babası tarafından okuldan alındı. Babasının yazıhanesinde çalışmak zorunda bırakılan Engels bu durumdan hiç memnun değildi. Buradaki performansından da memnun olmayan babası bu kez oğlunu büyük bir tüccarın yanında çalışmak üzere kuzeydeki Bremen kentine gönderdi. Bu büyük kentte daha rahat soluk alma fırsatını bulan Engels, yabancı basını, politikayı ve edebiyatı takip etmek için çok daha elverişli bir ortama kavuştu.
1830’ların sonuna gelindiğinde Engels’in mutlakiyete karşı devrimci-demokrat yönelimi iyice netleşmişti. Mutlakiyetin mülk sahiplerini yoksullardan korumak için baskıya başvurduğunu ve dinden yararlandığını, ayrıca halkı aptallaştırmak için de her şeyi yaptığını görüyordu. Muhalif basından beğenip takip ettiği yazarların başında Heinrich Heine ve Ludwig Böme geliyordu. Bunların yandaşlarının bağlı olduğu “Genç Almanya” adlı akıma ilgi duyan Engels, bu akımın önde gelen isimlerinden biriyle tanışmasının ardından Hamburg’da çıkan Telegraph für Deutschland’da yazılar yazmaya başladı. 1839 Martı ve Nisanında yayınlanan altı yazı başlangıçta isimsiz, sonrasında ise takma isimle yazılmıştı. Engels henüz 18 yaşındaydı ama yaşından çok büyük bir gözlem ve analiz gücü olduğu daha bu ilk yazılarından bile anlaşılıyordu. “Wuppertal’dan Mektuplar” başlığıyla yayınlanan ikinci yazısında, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının berbatlığını, içinde bulundukları sefaleti, bu koşulların onları sürüklediği hastalıkları ve erken yaşta ölümleri ayrıntılı bir şekilde dile getiriyordu. Ama sadece bununla sınırlı kalmıyor, fabrika sahiplerinin acımasızlığını ve din sömürüsünü de ortaya seriyordu:
“Alt sınıflar arasında, özellikle Wuppertal’daki fabrika işçileri arasında korkunç bir yoksulluk hüküm sürüyor; frengi ve akciğer hastalıkları inanılmayacak kadar yaygın; sadece Elberfeld’de, okul çağındaki 2500 çocuktan 1200’ü eğitimden yoksun bırakılıyor ve fabrikalarda büyüyor; sırf fabrikatörler onların yerini alacak yetişkinlere bir çocuğa ödedikleri ücretin iki katını ödemesinler diye. Ama zengin fabrikatörlerin esnek bir vicdanları vardır ve bir eksik ya da bir fazla çocuğun ölümüne neden olmak bir Pietistin ruhunu cehenneme mahkûm etmez, özellikle de her Pazar iki kez kiliseye gidiyorlarsa. Zira fabrika sahipleri arasındaki Pietistlerin işçilerine en kötü davrananlar olduğu bir gerçektir; onlara sarhoş olma fırsatı vermeme bahanesiyle işçilerin ücretlerini düşürmek için mümkün olan her yola başvururlar…”[3]
Aynı şekilde küçük-burjuvazinin çelişkileri ve ikiyüzlülüğü de sergileniyordu bu yazılarda. Öte yandan bağnazlıklarını ve hangi sınıfa hizmet ettiklerini dile getirerek Kiliseye ve Calvinistlere de ağır eleştiriler yöneltiyordu Engels. Fabrikatörleri hedef aldığı ve dinle hesaplaşmaya başladığı bu yazılar egemen kesimlerin haliyle tepkisini çekecek ve yayınlandıkları gazeteye basınç bindirilecekti.
Dünyayı kavrama ve yorumlama arzusunun yansıması olarak gelişen yoğun felsefe ilgisi Engels’i 1839 yılı sonlarında Genç Hegelcilerle buluşturacaktı. Hegel felsefesi, her ne kadar diyalektik yaklaşımıyla felsefe dünyasında çığır açsa da, anayasal krallık savunusuyla, Alman burjuvazisinin siyasal iktidarına geçişi temsil ediyordu. Hegel’in ölümünden sonra ortaya çıkan Genç Hegelciler ise onun idealizminden kopmamakla birlikte bu düşünsel akımı daha ileri bir noktaya taşımışlardı. Bunlar bir yandan dinsel tahakküme sert eleştiriler getirirken bir yandan da Fransız Devriminin yükselttiği devrimci fikirleri savunuyorlardı. Hegel okulunun sol kanadını oluşturan ve eğitimli gençler arasında son derece popüler olan bu felsefi akım, tüm bu özellikleriyle Engels’i de kendine çekmeyi başarmıştı.
Engels 1841’de Bremen’den ayrılıp Barmen’e geri döndü. Ama babasının yanında çalışma fikri ona hiç cazip gelmiyordu. Bu yüzden askerlik hizmetinin gelmesini de fırsat bilerek başkent Berlin’e gitmeye karar verdi. Burada bir yıl gönüllü askerlik yaparken, bu üniversite kentinde entelektüel açıdan zengin olanaklara yakın olma fırsatına da sahip olacağını düşünüyordu. 1841 Eylülünde geldiği Berlin’de 12. muhafız kıtasının topçu birliğine katıldı. Bu süreçte üniversitedeki felsefe konferanslarına ve derslerine de dinleyici olarak giriyordu.
Engels’in Berlin’e gelişinden kısa bir süre önce Berlin’den ayrılan Marx da Genç Hegelcilere katılmış ve burada öne çıkmıştı. Genç Hegelciler, Hegel’in her şeyin değişim halinde olduğunu söyleyen diyalektik ilkesinden hareket ederek bunu toplumsal ve politik olgulara yaklaşıma da taşımaya başlamışlardı. Dinin eleştirisini Prusya mutlakiyetinin eleştirisine doğru ilerleten bu akım, aslında Alman radikal burjuvazisinin sözcüsü olarak sivrilmekteydi. Onun idealist tarih anlayışı, kitlelerin tarihteki rolünü ve insanların pratik eylemlerini küçümseyen yaklaşımı da bu sınıfsal konumla örtüşüyordu. Bununla birlikte derin tartışmalarla sorgulama sürecini sürekli ilerleten gençlerin tümünü bu dar kalıplara hapsetmek mümkün değildi. Düşünce durduğu yerde durmuyordu. Bunu bilen burjuvazi, basının yanı sıra akademiyi de kullanarak bu devrimci gelişime ket vurmaya çalışıyordu. Engels’in üniversite kürsülerindeki konferanslarını takip ettiği Schelling’in, Hegel okulundan gelen fakat onu en gerici biçimde yorumlayan bir filozof olarak yapmaya çalıştığı da tam buydu.
Engels Schelling’in tezlerinin, akıl ve bilimden yüz çevirmekten, Alman gericilerinin konumlarını felsefi temele oturtmaya çalışmaktan, özgür düşünceyi zincire vurarak yerine krallığa körü körüne boyun eğmeyi ve kölece hizmeti dayatmaktan başka bir şey olmadığının farkına vararak onu kıyasıya eleştirmeye girişti. Prusya Krallığının elinde kullanışlı bir araca dönüşen Schelling felsefesine karşı politik bir mücadele yürütülmesi gerektiği düşüncesiyle kaleme aldığı yazıları 1841 yılı sonunda Telegraph für Deutschland’da yayınlanmaya başladı. Ardından da bu konuda iki broşür kaleme aldı. Bu ünlü filozofa karşı açılan bayrak, gerici basını ayağa kaldırırken, Engels’in adının sadece Almanya’nın değil Rusya ve Polonya’nın ilerici basınında da duyulmasını sağladı. Engels bu süreçte, Schelling’i destekleyen Genç Almanya grubundan da ayrıldı. Genç Almanya temsilcilerini, tümüyle yazınsal bir çevre içine kapanarak politik yaşamdan ve ilerici felsefi ilkelerden uzaklaşmakla eleştiriyordu. Bunu izleyen dönemde bir süre Bauer kardeşlerin de içinde olduğu Özgürler Derneği çevresiyle birlikte olacaktı.
1842 ilkbaharında Engels, muhalif burjuva demokratlar tarafından finanse edilip çıkarılan Rheinische Zeitung’a (Ren Gazetesi) başvurdu ve burada “Kuzey ve Güney Almanya Liberalizmi” başlıklı makalesi yayınlandı. Aynı yılın Ekim ayında Karl Marx bu gazetenin yazı işleri yönetimini üzerine alacak ve gazete tutarlı bir devrimci-demokratik hatta girmeye başlayacaktı. Engels, kendisinden üç yaş büyük olan Marx’la henüz karşılaşmamışsa da onu yazılarından ve dostlarının anlattıklarından tanıyordu. Her ikisi de yazılarıyla Prusya gericiliğine karşı sert bir muhalefet yürütüyorlardı. Politik atmosferi iyi koklayan ve yorumlayan Engels, Prusya’daki durumun 1789 devrimi öncesi Fransa’sına benzerliklerini fark ederek, Almanya’da yaklaşan devrim fırtınasını önceden görmüştü.
1842 Ekiminde askerlik görevi bitince Berlin’den Barmen’e dönen Engels, burada çok kısa bir süre kaldı ve Kasım ayında babasının ortağı olduğu Ermen ve Engels şirketinin fabrikasında çalışmak üzere İngiltere’ye doğru yola çıktı. Engels Barmen gibi bir yerde, babasının gerici çevresinde durmayı hiç istemiyordu. Babası ise onu Almanya’dan uzak tutarak devrimci radikalizmden de uzaklaştırabileceğini düşünüyordu. Bunun için Manchester’daki fabrikaya gitmesini istemişti. Engels bu yolculuk sırasında mola verdiği Köln’de Rheinische Zeitung bürosuna uğrayacak ve orada Marx’la ilk kez karşılaşması da gerçekleşmiş olacaktı. Doğrusu bu pek de sıcak bir karşılaşma sayılmazdı. Pek çok konudaki görüş ortaklıklarına rağmen o gün Marx’ın Engels’in de ilişkisini sürdürdüğü “Özgürler”e (Bauer kardeşler) karşı sert sözler sarf etmesi tartışmayı kızıştırmıştı. Bu sözlerin sertliği Bauer’lerle haberleşmeye devam eden ve onların birliğinden henüz kopmayan Engels’i rahatsız etmişti.
Marx’la o soğuk ilk buluşmanın ardından iki yıla yakın bir süre kaldığı İngiltere’de Engels Rheinische Zeitung’a makaleler göndermeye devam etti. Bu dönem Engels’in bilimsel sosyalizm yönünde attığı adımların sağlamlaştığı bir dönem olacaktı. Bu aynı zamanda felsefi açıdan da bir netleşme dönemiydi. Tıpkı Marx gibi Engels de idealizm durağında uzun süre konaklayamayacak kadar parlak bir zekâya sahipti. Hegel’den materyalist temellerde kopan Feuerbach onlar için bir süre ara durak işlevi görse de, tutarlı ve kapsamlı bir materyalizmden yoksun olduğunu gördükleri o durağı çabucak aşacak ve bambaşka bir kulvara geçerek hayatlarının geri kalanını komünizm mücadelesine adayacaklardı. Bu sorgulama ve kopuş süreci, 1844 Eylülünde Paris’te buluşmalarının ardından başlayan birliktelikleri süresince yürüttükleri ortak çalışmalarla nihayet olgunlaşıp, Marksist dünya görüşünün temel taşlarının döşenmesiyle sonuçlanacaktı. Engels bu buluşma için daha sonra şunları yazacaktı: “Daha 1845 ilkbaharında, kendimizi Brüksel’de yeniden beraber bulduğumuz zaman, Marx tarihin materyalist teorisini bütünüyle inşa etmişti, yeni anlayışımızı her yönden ayrıntılarıyla geliştirmeye giriştik.”
Marx ve Engels ortak çalışmalarıyla diyalektiği idealizmin tahribatından kurtarıp materyalizme uyarlamakla yepyeni bir çığır açacaklardı. İlerleyen yıllarda Marksist felsefenin pek çok klasik eserinde Engels’in de imzası olacaktı. Sözünü ettiğimiz ilk dönem çalışmalarının elyazmaları 1845’te basılmak üzere yayınevine gönderildiyse de, dönemin koşulları nedeniyle bu iş tamamlanamamıştı. Engels 1888’de yayınlanan Ludwig Fuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı kitabına yazdığı önsözde bu konuya değinirken, Marx’ın “Biz, görüşlerimizi açıklığa kavuşturmak olan başlıca amacımıza vardığımız için, elyazmasını farelerin kemirici eleştirisine seve seve terk ettik” sözlerini hatırlatmaktadır.
Engels bu önsözde, söz konusu kitabı baskıya hazırlamadan önce eski elyazmalarına bakarken Marx’ın eski defterlerinden birinde, elyazması halinde onun meşhur “Feuerbach Üzerine Tezler”ini bulduğunu da belirtmektedir. Marx’ın 1845 baharında kaleme aldığı fakat uzun süre karanlıkta kalan “Feuerbach Üzerine Tezler”i yıllar sonra böyle bir tesadüf sonucunda ortaya çıkmış ve Engels’in yeni basılan kitabının ekler bölümünde yerini alarak dünyaya duyurulmuştur. Şöyle denmektedir bu tezlerin on birincisinde: “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir.” Marx ve Engels’in bundan sonraki tüm çabasını bu sözün işaret ettiği eylemle özetlemek mümkündür!
İki kişilik dev orkestra ve eşsiz bir dostluk
Marksizmin Marx’ın adıyla anılması kuşkusuz yersiz değildir. Engels’in de vurguladığı gibi, “kapitalist üretim biçiminin mekanizmasının kavranılması ve serimi nasıl olursa olsun başarılabilirdi; bu mekanizmanın gelişme yasaları da bulunabilir ve açıklanabilirdi; ama bu uzun zaman alır ve parça parça yapılmış bir iş olurdu. Marx, bütün ekonomik kategorileri kendi diyalektik hareketleri içerisinde izleyebilme; bunların gelişme aşamalarını, belirleyici nedenleriyle bağlantılı olarak gösterme; tüm ekonomik yapıyı, tek tek parçaları karşılıklı olarak birbirini destekleyen ve belirleyen bilimsel bir anıt olarak yeniden kurabilme başarısını göstermiştir”.[4] Engels’in kendisini “ikinci keman” olarak nitelendirmesinin nesnel zemini de budur:
“Bütün ömrüm boyunca ancak yapabileceğim şeyi yaptım, yani ikinci kemanı çaldım ve inanıyorum bu işi oldukça iyi becerdim. Ve yanımda Marx gibi parlak bir birinci keman olması beni sevindirmiştir. Şimdi birdenbire teori konusunda Marx’ın yerine geçip birinci keman çalmam isteniyorsa, böyle bir şey kusursuz bir biçimde olamaz, bunu da benden daha iyi duyumsayan bulunmaz. İçinde bulunduğumuz günler biraz hareketlensin de, o zaman Marx’ın kaybını tümüyle anlayacağız, onun hızlı hareket gerektiren anlarda her zaman doğru karar verip hemen püf noktasına varma yeteneğine hiçbirimiz sahip değiliz. Sakin zamanlarda ara-sıra olayların Marx’a karşı beni haklı çıkardığı olmuştur, ama devrimci anlarda onun yargısı hemen hiç şaşmazdı.”[5]
Ne var ki Engels Marx’ın ölümünün ardından katlarca artan sorumluluğunu hakkıyla yerine getirirken “birinci keman”lığı da ustaca yürütebileceğini kanıtlamıştır. Bu iki beynin eşsiz bir uyum içindeki ortak çalışmasının ürünleri düşünüldüğünde iki kemandan değil iki kişilik dev bir orkestradan söz etmek belki de daha doğrudur.
Marx ile Engels’in dostluğunun mitolojideki ölümsüz dostluklara benzetilmesi boşuna değildir. Bu dostluk, en derinlikli tartışmaları ve düşünceler kadar kişisel sorunları, duyguları vb. de içinde barındıran binden fazla mektubun her satırına da sinmiştir. Onlar için birbirlerinin görüşleri ve eleştirileri çok önemli ve değerliydi. Şöyle diyordu Marx, Kapital’in ilk formalarını Engels’e gönderirken: “Senin bu konuda tatmin olman benim için dünyanın geri kalan kısmının söyleyebileceği herhangi bir şeyden çok daha önemli.” Marx’ın ölümünün ardından basılmamış ya da yarım kalmış eserlerini baskıya hazırlama, elyazmalarını toparlama işi de doğal olarak bu en yakın dosta kalmıştı. Engels, en öncelikli görevini “Mohr’un anısını ona yakışır tarzda ebedileştirmek, ilk olarak da yayınlanmamış yapıtlarının yayınlanmasını sağlamak” olarak görüyordu. Kapital’in son iki cildinin yayına hazırlanmasıysa bu çabanın en zorlu kısmıydı. Bu eserin komünist mücadele için ne kadar önemli bir çalışma olduğunu bilen Engels, “bu kitabın üstünde çalışmaya devam edeceğim, çünkü bu kitap, ona, kendisinin yarattığı, ve başka insanların Mohr için dikebileceği anıtlardan daha görkemli bir anıt dikecektir. Cumartesi günü 2 yıl oluyor. Hiç çekinmeden söyleyebilirim ki, kitabıyla uğraştıkça, sanki yaşamdaymış gibi ona bağlı kalmaya devam ediyorum” diyerek dile getiriyordu dostuna olan büyük saygısını ve sevgisini. Bu zahmetli işin altından ustalıkla kalkmayı başaran Engels, Kapital’in yayına hazırlanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştı. Bu süreçte, derin bir bilimsel incelemede bulunarak on yıldır üzerinde çalıştığı kitabını da bir kenara bırakmıştı. Doğanın Diyalektiği adlı bu çalışması ancak ölümünden sonra derlenip var olduğu haliyle yayınlanacaktı.
Engels ve Marx, ortak bir dava için bir araya gelen iki büyük devrimciydi. Fakat frekansları öylesine tutmuştu ki, bu durum onları, tanıştıktan çok kısa süre sonra yoldaşlığın yanı sıra eşsiz bir dostluk ilişkisi içinde adeta bütünleştirmişti. Yaşamları ve çalışmaları birbirinden ayrılmaz bir ortaklık ve bütünlük gösteren bu iki kurucu liderimizin isimlerini her daim birlikte anagelişimiz işte bu yüzdendir.
“Avrupa’nın en bilgili adamı”
Her ne kadar dikkatini pek çok konuya dağıtması zaman zaman Marx’ı çileden çıkarsa da, onun “Avrupa’nın en bilgili adamı” diye nitelendirdiği Engels’in, çağının tüm aydınlarının ötesine geçen çok geniş bir ilgi alanı vardı. Aynı zamanda Marx’ın damadı olan Fransız sosyalist Paul Lafargue onun bu özelliğini şöyle anlatıyor:
“Engels’in bilgi edinmeye karşı yaklaşımı, bir konuda en küçük ayrıntılara kadar egemen olmadıkça o konunun peşini bırakmamak biçimindeydi. Bilgisinin kapsamı ve çeşitliliği konusunda bir fikri olan ve aynı zamanda canlı ve etkin bir hayat sürdüğünü hesaba katan bir insan onun bir «masa başı bilgesi» olmadığını da düşünürse, böylesine büyük bir bilgi birikimini kafasına nasıl sığdırdığına doğrusu hayret eder. Geniş kapsamlı bir bellek, olağanüstü bir çalışma temposu ile birlikte bir şeyi kavramada gösterdiği rahatlık onun zihinsel yetileriydi. Hızlı ve çaba harcamıyormuş gibi çalışırdı. Dört bir yanı kitaplıklarla kaplı geniş aydınlık çalışma odasında, yerde bir kâğıt parçası bile bulunmazdı; masasında çalışmalarıyla ilgili kitaplar dışında bütün kitaplar yerli yerinde olurdu. Odası, bir bilgenin çalışma odasından çok sanki konuk kabul ettiği oda gibiydi.”[6]
Bilimsel ve teknik ilerlemeleri dikkatle takip eden Engels’in değişik bilim dallarına ilgisi ve yetkinliği, diyalektik materyalizmi bu alanlara uygulamasıyla taçlanmıştı. Doğa, tarih, fizik, kimya, dilbilim, ekonomi politik ve elbette askerlik alanı. Bu sonuncusuna yönelik ilgisi, 1848 devrimlerinin silahlı çatışmaları ve barikat savaşlarıyla doruğa tırmanmış ve onu adeta bir askeri strateji uzmanı haline getirmişti. 1848 devrimleri Almanya’ya da sıçrayınca, Engels, Prusya ve Reich birlikleri karşısında anayasayı savunma mücadelesi veren devrimci ordu saflarında bizzat cepheye gitmişti. Gidiş amacı, canlı ve gerçek haberleri Neue Rheinische Zeitung (Yeni Ren Gazetesi) aracılığıyla cepheden duyurmaktı. Ne var ki Engels çatışmalara bizzat katılmış, üstelik soğukkanlılığı ve gözünü budaktan sakınmamasıyla dikkat çekmişti.
Macaristan’daki devrimci savaş üzerine Neue Rheinische Zeitung’da yayımlanan ve daima doğru çıktığı için Macar ordusundaki yüksek rütbeli bir subayın kaleminden çıktığı öne sürülen yorumlar da bizzat Engels tarafından yazılmıştı. Paris Komünüyle sonuçlanan 1870 Prusya-Fransa savaşı sırasında da bir gazetede “Savaş Üzerine Notlar” adı altında imzasız yazılar yazmıştı. Engels’in bir hafta öncesinden Fransız ordusunun Sedan önlerinde yenileceğini söylemesi, bunları okuyanlarda onun bir askeri uzman olduğu kanaatini uyandırmıştı. Wilhelm Liebknecht’in anılarında dile getirdiği gibi, birinci sınıf askeri uzmanlar arasında ünü bayağı yayılıyordu. Oysa bu uzman kişiler, ismi belirsiz bu yazarın en azılı isyancılardan birisi olduğunun farkında değillerdi! Marx ailesinde ona “General” lakabının takılması da bu dönemde olmuştu. Liebknecht, “eğer o hayattayken bir devrim olursa elimizin altında bir askeri deha hazır” diyordu.[7]
Kuşkusuz onun bu konulara ilgisi gündelik politik analiz boyutunun çok ilerisindeydi. Askeri sistemlerle toplumsal ilişkiler ve üretici güçler arasında doğrudan bir ilişki olduğunu göstermesi, onun tarihsel materyalist yaklaşımının somutlandığı alanlardan sadece biriydi. Marx, 1857 Eylülünde yazdığı mektupta, Engels’in “Ordu” başlıklı denemesini çok güzel bulduğunu belirttikten sonra şunları diyordu:
“Toplumsal ilişkilerle üretici güçler arasındaki bağ kavramımızın doğruluğunu, ordunun tarihinden başka hiçbir şey, bundan daha açık-seçik ortaya koyamazdı. Ekonomik gelişmede ordu genelde önemlidir. Örneğin, eski çağlarda ilk kez tam bir ücret sistemi geliştirilen yer ordudur. Benzer biçimde Romalılar arasında peculium castrense, ailelerde babalardan başkalarının da taşınabilir eşyaya sahip olmasının ilk yasal biçimidir. Durum, lonca sisteminde fabri [Roma ordusundaki zanaatkârlar] korporasyonları arasında da yaklaşık böyleydi; makinenin geniş ölçekte ilk kullanımı buradadır. Hatta öyle anlaşılıyor ki, metallerin özel değerleri ve para olarak kullanımları, başlangıçta, –Grimm’in taş devri geçtikten sonra– askeri önemlerine bağlı olmuştur. Bir sanayi kolu içinde işbölümü de ilkin orduda uygulanmıştır. Sivil toplum biçimlerinin tüm tarihi, çok çarpıcı biçimde bu noktada özetleniyor. Günün birinde olanak bulursan, konuyu bu açıdan da irdelemelisin.”
Engels’in dile karşı da müthiş bir yeteneği vardı. Bir Komün sığınmacısı onun bu yeteneğini, heyecanlandığında kekelemesine de takılarak, “Engels yirmi dilde kekeliyor” diyerek anlatmaktadır. Katıldığı uluslararası toplantılarda herkesle kendi dilinde konuşuyor ve yazışıyordu. Anadili Almanca olan Engels, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Latince, Yunanca, Lehçe gibi ondan fazla dili iyi düzeyde biliyordu. Farsça öğrenmeye başlarken Marx’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Gene birkaç haftadır, oryantal vıcığa saplanıp kaldığımdan, bu fırsatı Farsça öğrenmek için kullandım. Bir yandan doğuştan semitik dillere karşı duyduğum nefret, öte yandan 4000 kökü bulunan ve 2-3 bin yıl boyunca kendini geliştirmiş olan bu kadar geniş bir dilde, fazla zaman kaybetmeden bir şeyler yapmanın olanaksızlığı nedeniyle Arapça beni ürkütüyor. Buna karşılık Farsça dil olarak gerçekten çocuk oyuncağı. Şu allahın belası Arap abecesi olmasaydı –her 5-6 harf aynı biçimde yazılıyor ve sesli harfler yazılmıyor– o zaman 48 saat içinde tüm grameri öğreneceğimi öne sürerdim. … Kendime Farsça için en fazla üç hafta ayırdım…” (6 Haziran 1853)
Zekâsı ve engin bilgisiyle dikkat çeken Engels, bir o kadar da alçakgönüllüydü. Onu tanıyanlar, yoğun çalışmalarına karşın dostları için daima zaman ayırmasından, yardımseverliğinden, konukseverliğinden, şakacılığından etkilenirlerdi. Bulunduğu ortama neşe ve canlılık katardı. Onun bu yönü, ailesinden ayrıldığı çok genç yaşlardan itibaren kız kardeşine, annesine ve sonrasında elbette başta Marx olmak üzere dava arkadaşlarına yazdığı yüzlerce mektupta da yansımasını bulmuştur. Bu mektupların pek çoğunda dikkat çeken bir başka husus ise yine onun farklı bir yeteneğinin de göstergesi olan karikatürlerdir. Mektuplarında sözünü ettiği bazı olay ve durumları çizdiği karikatürlerle resmetmekten zevk alıyordu. Sadece mizah duygusunun değil çizgilerinin yetkinliği de dikkat çekiciydi.
O hiçbir zaman insanlara tepeden bakmaz, işçilerle, gençlerle ve diğer politik akımlardan sosyalistlerle kolaylıkla ilişki kurardı. Engels, içinden çıktığı burjuva sınıfla bağını daha gencecik yaşlarda hiç tereddütsüz koparmış, tüm benliğiyle işçi sınıfının devrimci safına geçmişti. Hayat arkadaşını da eski çevresinin tepkilerini zerrece umursamadan bu sınıfın içinden seçmişti. İngiltere’ye gittiği ilk dönemde tanıştığı ve aşkla bağlandığı Mary Burns, sıkı bir İrlandalı devrimci işçiydi. Onun genç yaştaki ölümünden sonra ikinci eşi olan Lizzy Burns de kız kardeşi Mary gibi devrimci bir işçiydi ve ne yazık ki o da daha ellisine gelmeden hayatını kaybedecekti. Engels, 1892’de yazdığı bir mektupta, on iki yıl önce kaybettiği eşi Lizzy’nin gerçek bir İrlandalı proleter kanı taşıdığını belirttikten sonra şöyle diyordu: “… yapısındaki o tutkulu sınıf duygusu benim için sonsuz bir değer taşır ve en kritik anlarda bana o «okumuş» ve «duygulu» burjuva kızlarının çıtkırıldımlıklarından, ukalalıklarından çok daha fazla güç verirdi.”
İngiltere’deki evi dostlarının ve devrimci sürgünlerin başlıca uğrak noktalarından biriydi. Oraya gidip onunla sohbet etme, tartışma, güzel şaraplarından içme şansına sahip olanlar yaşadıkları o günü asla unutmazlardı. Marx’ın kızı Eleanor, onun özellikle gençlere sınırsız bir anlayışla ve sıcaklıkla yaklaştığını, affetmediği tek şeyinse kendini beğenmişlik ve benlikçilik olduğunu söylemektedir: “Eğer bir kimse, kendisine karşı kibirli ise, ve hele partisine karşı benlikçi ise, Engels’ten hiç merhamet beklemesin. Bunlar Engels için bağışlanmaz günahlardır.” Onun bir başka özelliğine daha değinen Eleanor, “yeryüzündeki en kılı kırk yaran, görev duygusu, hele parti disiplini söz konusu ise çok güçlü olan bu insan hiçbir zaman katı olmamıştır” diyordu.[9] Bununla birlikte, sevgisi, dostluğu büyük olan bu insanın öfkesi de büyüktü, ama çabuk sönerdi.
Yoldaşları her türden güçlük karşısında ona başvurur ve tam isabet olan tavsiyelerini dinlerlerdi. Marx gibi Engels de sadece büyük teorisyenler değil aynı zamanda büyük eylem insanları, büyük savaşçılardı. Daha 20’li yaşlarından itibaren işçi sınıfının mücadelesinin her safhasında yer alan, ama daha da önemlisi her olanağı bu mücadelenin örgütlerini yaratmak için kullanan enternasyonalist komünistlerdi. Her iki parlak zekâ da burjuvazinin hizmetine koşulsaydı büyük paralarla, kariyerlerle kucaklanırdı. Ancak onlar tüm zekâlarını, yeteneklerini ve bilgi birikimlerini hiç tereddüt etmeden komünizm davasının hizmetine sunmuşlardı. Komünist Birlik’ten Enternasyonal’e, 1848 devrimlerinden Paris Komününe ve sonrasına uzanan süreçte yürüttükleri mücadelelerle ve verdikleri eserlerle attıkları tohumlar, boy boy fidanlara dönüşüp koca bir komünist mücadele ormanını oluşturmuştur.
Engels, kendisiyle birlikte Marx ailesinin yaşamını da finanse edebilmek ve devrimci örgütlenmeye maddi katkıda bulunabilmek için babasının fabrikasında katlanmak zorunda kaldığı “kürek mahkûmluğu”na, örgütsel çalışmalara ve bu alanın diğer sorumluluklarına rağmen uzun saatler boyunca çalışarak pek çok eser bıraktı geriye. Çartist hareketin liderlerinden olan ve dostluğu 1843 gibi erken bir tarihe dayanan George Harney, bu çalışkanlığı, “Hyde Parkta yapılan büyük Sekiz Saatlik İşgünü gösterilerine katılmıştır; ama ben, formunda olduğu günlerde kendisinin ortalama işgününün on altı saatten az olmadığına inanırım” diyerek anlatmaktadır. Marksizmin temelleri işte bu yoğun çaba, kahır ama her şeyden önce de ütopik değil bilimsel temellere sahip sonsuz bir devrimci inançla atılmıştır.
Engels, Avrupa’ya yaptığı son yolculuk sırasında işçilere seslenirken şunları söylüyordu: “İçinde bulunduğum 50 yıl süresince hareket için herhangi bir şey yapabildiysem, karşılığında hiçbir armağan istemiyorum. Armağanın en güzeli sizlersiniz!... Biz bir devasa gücüz, bizden korkulacak, öteki büyük güçlere göre bize çok daha fazla şey bağlı. Benim övüncüm bu işte!”
Hayatını kaybetmeden beş yıl önce Rus yoldaşı Piyotr Lavrov’a yazdığı mektubunda ise şöyle diyordu: “Ensonu ikimiz de henüz fazla yaşlı sayılmayız, yaşamaya ve görmeye dönük ümidimiz var. Bismarck’ın yükselişini, doruğa varışını ve çöküşünü gördük, bizim ortak büyük düşmanımız olan Rus çarlığının yükselişinin ardından (artık başlamış olan) çürümesini ve sonal çöküşünü neden görmeyelim?”
Rusya’da 1917 Şubatında Çarlığın yıkılmasıyla başlayıp Ekiminde işçi sınıfının iktidarı ele almasıyla yepyeni bir çığır açan o büyük devrimi görmesi nasip olmasa da, adı ve anısı onun her anında yaşatılan işçi sınıfının bu büyük önderi 5 Ağustos 1895’te gırtlak kanseri nedeniyle hayata gözlerini yumdu. Son arzusu küllerinin denize savrulmasıydı. Bu vasiyeti yazın dinlenmek için gitmeyi çok sevdiği Eastbourne’de bir kayıkla denize açılarak küllerini denize bırakan yoldaşları Eleanor Marx Aveling, Edward Aveling, Eduard Bernstein ve Friedrich Lessner tarafından yerine getirilecekti.
Engels, yoldaşı Marx’la birlikte işçi sınıfına muazzam bir kılavuz bıraktı: Karanlıkta yolunu aydınlatacak ve onu kurtuluşa taşıyacak bir mücadele kılavuzu! Bir insan için bundan daha büyük bir onur, işçi sınıfı ve onun devrimci öncüleri içinse bundan daha büyük ve kıymetli bir miras düşünülebilir mi?
(devam edecek)
[1] Lenin, Friedrich Engels, marksist.com
[2] Kız kardeşlerinden Marie, onun en yakın olduğu kardeşi olacaktı. Barmen’den ayrıldıktan sonra onunla düzenli olarak yazışacaktı. Toplu Eserler’de yer alan bu mektuplar, Engels’in şiire, müziğe ve karikatüre ne kadar ilgili ve yetenekli olduğunu da göstermektedir.
[3] Marx-Engels, Collected Works, c.2, s.10
[4] Marx-Engels Anıları, Evrensel Yay., s.108
[5] Engels, Büro ile Barikat Arasında (15 Ekim 1884 tarihli mektup), Sol Yay., s.161
[6] Marx-Engels Anıları, s.111
[7] Marx-Engels Anıları, s.166
[8] Engels, Büro ile Barikat Arasında (9 Haziran 1893 tarihli mektup), s.73
[9] Marx-Engels Anıları, s.221
link: İlkay Meriç, Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /1, 3 Kasım 2020, https://marksist.net/node/7112