Birlik ihtiyacı
Grevlerden mitinglere, çeşitli düzey ve büyüklükteki işçi eylemlerine eşlik eden sloganı pek çoğumuz duymuşuzdur: “Dünya yerinden oynar, işçiler birlik olsa!” İşçilerin neşeli bir melodi ve militanca bir hareketlilik eşliğinde haykırdığı bu sloganı duydukça insanın içi devrimci heyecanla doluyor. Dünya burjuvalarının gerici propagandalarına inat, “ben ölmedim” diyor işçi sınıfının yukarı kalkık yumrukları!
Bir işyerinde patlak veren grevde yaşanan mütevazı düzeydeki bir bilinç sıçraması bile, aslında patronlar karşısında hiç de tek tek bireyler olmadıklarını ve koskoca bir sınıf oluşturduklarını gösteriyor işçilere. Aynı sınıfın evladı olduğunu kavrayan her işçi, örgütlenmenin ve birlik oluşturmanın nasıl da yakıcı bir ihtiyaç olduğunu dile getirmeye başlıyor. Kısacası kapitalist toplumda mücadele ve yaşam tecrübesi, işçileri bu temel gerçeklerle öyle ya da böyle yüzyüze getiriyor.
Sınıfın kitlesini ilerleten bu tür gelişmeler sevindirici olmakla birlikte, bu kadarı işçi sınıfının ücretli kölelik zincirlerinden kurtulabilmesi ve özgürlüğe kavuşabilmesi için asla yeterli değildir. Kurtuluşun koşulları, işçilerin siyasal bilinçlenme ve örgütlenme alanında aldıkları yolun niteliğine ve niceliğine bağlı olarak olgunlaşabilir. Bu bakımdan, sınıfın hiç değilse öncü unsurlarının “nasıl bir örgütlenme?” veya “nasıl bir birlik?” sorularını mücadeleyi ilerletecek tarzda yanıtlar duruma getirilmesi yaşamsal önem taşıyor.
Sınıf mücadelesinin tek bir biçimde veya alanda cereyan etmediği, teorik, iktisadi ve siyasal boyutlarının olduğu açıktır. Dolayısıyla, bilinçlenme, örgütlenme ve daha geniş bir birlik oluşturma ihtiyacı da çeşitli düzeylerde varlığını sürdürür. Ancak, sınıf mücadelesinin çeşitli veçheleri son tahlilde birbirinden kopuk olgular değildir ve birbirleri üzerinde etkide bulunurlar. Fakat eninde sonunda öne çıkan ve diğerlerini de yakından etkileyen faktör her zaman ve her yerde siyasal faktör olmuştur ve olmaya da devam edecektir. O halde, insanın insanı ezmediği ve sömürmediği bir toplumsal düzeni kurabilmek için işçi sınıfının nasıl bir siyasal örgütlülüğe ve nasıl bir siyasal birliğe sahip olması gerektiği soruları doğru yanıtlanabilmeli.
Uzak ve yakın geçmişte yaşanan çeşitli deneyler, devrimci isyan ve ayaklanmaların ancak işçi sınıfının devrimci önderliği altında ilerlerse burjuva egemenliğini yıkabileceğini ve kapitalist sömürü koşullarına son verebileceğini gösteriyor. Yoksul halk kitleleri, açlığın, işsizliğin ve aşağılanmanın öfkesiyle ne denli bilenmiş olurlarsa olsunlar, devrimci bir önderlikten yoksun iseler zafere koşamıyorlar. Fazla eskilere uzanmaya gerek yok. Avrupa Birliği’nin motor ülkelerinden Fransa’da yoksul ve işsiz gençlerin yaktığı isyan ateşi göğü kızıla boyasa da, kapitalist düzenin gerici ve faşist güçleri pusuya yatmış, devrimci bir pusulası olmayan açlık ordularını bastırıp ezecekleri günlerin hesabını yapmaktalar.
Devrim isteyen onun aracını da istemek ve yaratmak zorundadır. Aksi halde herşey devrimci lafazanlığa döner. Birbirine karşıt sınıflara bölünmüş kapitalist toplumda, bu aracın, burjuva partileri karşısına dikilecek ve işçi sınıfının siyasi örgütlülüğünü sağlayacak devrimci bir parti olması gerektiği aşikardır. Ama ilerleyen zaman içinde bu konuda o kadar çok söz söylendi, öylesine farklı siyasal akımlar ve örgütlenmeler vücut buldu ki, bu devrimci partinin nasıl bir parti olacağı ve nasıl yaratılacağı noktalarında herkesin hemfikir olması asla beklenmemeli. O yüzden, tıpkı geçmişte olduğu gibi günümüzde de, işçi sınıfının şu ya da bu tipte bir sol partiye ihtiyacı olduğu konusunda nice fikir ortaya atılacak, nice farklı yollar tutulacak ve bu alandaki tartışmalar son bulmayacaktır.
İlk bakışta işçilerin birlik arzusuna ters bir durummuş gibi görünse de, bu gerçeklik aslında kapitalist yaşamın kaçınılmaz bir yansımasını oluşturuyor. Zira farklı sınıfların olduğu yerde, sağda veya solda çeşitli siyasal akımların ve partilerin yer alması doğaldır. Bunun tersine bir durum, ancak despotik yapılarda ya da totaliter siyasal rejimlerde karşımıza çıkabilir ve bunun da savunulacak bir tarafı olamaz. Egemenlerin planları ve uygulamaları sonucunda tepeden dayatılan sendikal veya siyasal “birlikler”in işçi sınıfının mücadelesini ilerletmediği, aksine durdurduğu deneyle sabittir. Doğru bir siyasal kavrayışa dayanmayan, mücadeleyle kazanılmayan ve sınıf içinde taban çalışmasıyla ilmek ilmek örülmeyen bir “birlik” sağlıklı ve kalıcı olamaz. Sonuç olarak, bu gibi önemli hususlara kafa yormayan ve doğruyu bulup yaşama geçirme konusunda fiilen ter akıtmayan siyasal çevrelerin içi boş birlik temennilerine ve birlik gevezeliklerine itibar etmenin de hiçbir yararı yoktur.
Taşıdığı tarihsel özellikler nedeniyle, Türkiye gibi bir ülkede işçi sınıfının birlik sorununa gerek sendikal gerek siyasal düzlemde ekstra bir özenle yaklaşılmalı. Korporatif bir tarihsel arka plana sahip, siyasetin uzun yıllar boyunca tek parti içine hapsedildiği bu ülkede önemli devrimci deneyler yaşanmamıştır ve işçi solu son derece gecikmeli olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Türkiye pek çok şeyin devletten beklendiği, sivil toplumun gelişmediği, taban inisiyatifi nedir, nasıl örgütlenir bilinmeyen ve daha da kötüsü “birlik”lerin hep tepeden zor yoluyla kurulmasına alışkın bir ülkedir. Böyle bir ülkede işçi sınıfına da yanlış ve fuzuli bir birlik anlayışı rahatlıkla egemen olabilir. Bu nedenle işçi sınıfının birliğinin sağlanması konusunda dikkatli ve ilkeli davranmak büyük önem taşıyor.
Uyanık olmayı gerektiren diğer bir konu ise, çeşitli sol eğilimleri içine tıkıştıran bir işçi kitle partisinin kurulmasına yönelik çağrılardır. Hatırlanacaktır, eski sendikacı Lula önderliğindeki Brezilya İşçi Partisi örneğinden esinlenilerek, 90’larda Zonguldak madenciler grevinin öne çıkardığı sendikacı Şemsi Denizer başkanlığında bir işçi kitle partisi kurulması için de propaganda yürütülmüştü. Kimi Troçkistlerce, “işçiler kendi partilerini kurmalı” noktasından hareketle desteklenen ve zaman zaman şu ya da bu sendika bürokratı tarafından ortaya atılan işçi kitle partisi mevzuu bu kez de DİSK tarafından gündeme getiriliyor. İşçi sınıfının alabildiğine örgütsüz ve dağınık olduğu koşullarda bir bakıma olumlu gibi görünen bu tip çağrıların, sınıfın parti anlayışını bulandıran ve ucu bir burjuva işçi partisinin kuruluşuna açılan olumsuz bir boyutu da vardır. O nedenle işçi kitle partisine ilişkin çağrılar karşısında ilkeli ve mesafeli bir tutum takınmak devrimci işçi hareketini zayıf düşürmeyecek, tersine asıl görevlerin bulandırılmasını engelleyecektir.
Sorunun tarihsel geçmişi
Yıllar önce, daha devrimci Marksizmin temellerinin atılmaya başlandığı bir dönemde Marx ve Engels, bütün mücadele süreci boyunca fevkalade önem taşıyacak bir hususu en baştan aydınlatma ihtiyacı hissetmişlerdi. Bu önemli kalkış noktası, kapitalist toplumda farklı sınıfsal temellere dayanan farklı sol veya sosyalist akımlar olabileceği gerçeğiydi. Devrimci işçi hareketinin pusulası sayılan Komünist Manifesto bu hususa açıklık getiriyordu. Zaten proletaryanın burjuva düzene karşı yükselttiği bu mücadele bildirgesinin adı bile, burjuva nitelikli sol hareketle devrimci nitelikli sol hareketi ayırt edebilme azmiyle seçilmişti.
Engels 1890 yılında Manifesto’ya yazdığı Almanca önsözde, bu tarihsel belgeyi özellikle “Komünist Manifesto” diye adlandırdıklarını hatırlatacaktı. Zira o dönemde sosyalizm kavramı sulandırılmış ve reformist burjuva hareketini ifade eden burjuva sosyalizmi düzeyine indirgenmişti. Toplumsal devrimin gerekliliğine inanan mücadeleci işçiler ise kendilerine komünist demekteydiler. Bu henüz başlangıç düzeyinde ve içgüdüsel bir komünist kavrayış olsa bile, yine de ilerlenmesi gereken hedefe işaret ediyordu. İşçilerin kurtuluşunun işçi sınıfının kendi eseri olacağına yürekten inanan Marx ve Engels, hiçbir ikircim göstermeksizin komünist adını seçtiler.
Marx ve Engels’in katkıları sayesinde oluşan ve devrimci örgütlülüğün ilkesel çerçevesini çizen ilk kuruluş da burjuva reformcularıyla ayrım çizgisini çekti, Komünistler Birliği (1847-1850) adını aldı. Marksizmin kurucuları siyasal örgütlenme çabalarını 1864 yılında kurulacak Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal) içinde de sürdüreceklerdi. Birinci Enternasyonal, farklı sol siyasal akımları izleyen ve çeşitli uluslara mensup işçi örgütlerini kapsamaktaydı. Varlığıyla adeta, “bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!” çağrısıyla biten Manifesto’ya can verir gibiydi. Ne yazık ki bu ilk uluslararası örgütün ömrü uzun olamadı. Kuruluşuna ideolojik ve siyasal birliğin damgasını basmadığı Birinci Enternasyonal, anarşizm, reformizm gibi çeşitli eğilimlerin kızışan didişmelerinin arasında parçalanıp dağılıverdi.
Daha sonra Avrupa ülkelerinde kitlesel işçi partilerinin oluşumuyla birlikte yeni bir enternasyonal örgütlülük (İkinci Enternasyonal) 1889 yılında yaşama gözlerini açacak, fakat bu enternasyonal temsil ettiği yozlaşmayla aslında devrimci işçi hareketine bir hayli su katacaktı. Nitekim bu uluslararası örgütlülüğün başını çeken Alman işçi partisi daha baştan komünist nitelemesini bir tarafa atmış ve sosyal demokrat sıfatını kuşanmıştı. Marx’ın ölümünden sonra kurulan İkinci Enternasyonal içinde beslenip büyüyen ve Marx’ın emanet ettiği devrimci mirasa ihanet eden siyasal anlayışlar (revizyonizm, legalizm, oportünizm, reformizm vb.) kendilerini uzunca bir süre boyunca işçi hareketi içindeki Marksist damarın temsilcileri gibi göstermeyi başardılar.
Engels’in eleştirilerini hasır altı ederek onu yasalcılık aşığı bir kişi olarak göstermeye çalışan İkinci Enternasyonal revizyonistleri, diğer ülkelerde de sosyal demokrat nitelemesinin egemen olmasını sağladılar. Bu geriye kayış ve yaratılan bu bulanıklık kuşkusuz yalnızca kavramlar alemini ilgilendiren bir problemden ibaret değildi. İşin önemli yanı, burjuva ve küçük-burjuva sosyalizminin, kendisini, işçilerin kurtuluşunu amaçlayan yegane siyasal akım olan devrimci Marksizm yani komünizm yerine ikame etmiş olmasıydı.
Bu noktada altını çizeceğimiz başlıca husus, İkinci Enternasyonal çizgisinin Marksizme aykırılığının yalnızca sonradan yaşanan bir yozlaşmadan ibaret olmadığıdır. Birinci Dünya Savaşı dönemecinde proletaryaya açıkça ihanet edip “kendi” burjuvalarının yardımına koşan İkinci Enternasyonal partilerinin bizzat doğumu lekelidir. Zira daha baştan, bir zamanlar Marx’ın çok açıkça eleştirdiği sosyal demokrasi akımının üzerine inşa edilmişlerdir.
Hatırlanacağı gibi, bu siyasal akım 1848 Fransa’sında küçük-burjuva demokratları ile sosyalistler arasındaki ilkesiz bir ittifak neticesinde vücut bulmuştu. Uzlaşma sağlanması için proletaryanın toplumsal taleplerinin devrimci sivriliği giderilmiş ve onlara küçük-burjuva demokratlarının kabul edebileceği düzeyde demokratik ifadeler verilmişti. Küçük-burjuvazinin demokratik talepleri ise, salt siyasal biçimler olmaktan kurtarılarak biraz sosyalizm yağına bulanmıştı. Marx, sosyal demokrasinin özel niteliğinin, sermaye ile ücretli emeği ortadan kaldırmak değil, ama bu iki uç arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi hafifletmek ve bunlar arasında bir uyum sağlamak şeklinde özetlenebileceğini ifade ediyordu.
İkinci Enternasyonal marifetiyle yerleşik hale gelen sosyal demokrat nitelemesi, Rus devrimci işçi hareketinin doğumu esnasında sorgulanmaksızın veri kabul edildi. Lenin’in de kurucu faaliyetinin parçası olduğu parti, bu nedenle Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) olarak adlandırıldı. Lenin’in bu yanlışın farkına varıp, yıllarca unutturulan komünist parti adına sahip çıkması için aradan epeyce zaman geçmesi gerekecekti. 1917 Nisan Tezleri’nde Lenin, sosyal demokrasi adlandırmasının siyaseten uygun ve bilimsel bakımdan da doğru olmadığını gündeme getirdi ve böylece partinin isminin komünist olarak değiştirilmesini sağladı.
Sosyal demokrat partiler çeşitli safhalardan geçen bir dönüşüm neticesinde, başlangıçta bir ölçüde olduğu varsayılan Marksist köklerinden tamamen uzaklaştılar. Zamanla başta Avrupa’da olmak üzere çeşitli ülkelerde kendilerini sosyal demokrat ya da sosyalist diye niteleyen burjuva işçi partileri vücut buldu. Bu kapsama giren muhtelif sol partiler arasında nüanslar ve ulaştıkları kitlesellikte farklılıklar olsa dahi, bunlar esasen tabanını işçilerin veya sendikaların oluşturduğu, tepedeyse burjuva siyasetin yürütüldüğü burjuva işçi partileriydiler. Sosyal demokrat siyaset zamanla çok daha açık biçimde burjuva sol siyasete dönüştü. Zaten partiler canlı organizmalardır. Siyasette ileriye hamle yapamayan geriye düşer. Aslında bu tür bir dönüşüm tehdidi tüm sol partiler için geçerlidir. Nitekim 1970’lerde Avrupa’nın resmi komünist partilerini etkileyen “Avrupa komünizmi” salınımıyla birlikte bu partilerin önemli bir kısmı da sosyal demokratlaştı. Keza sosyalist diye nitelenen ülkelerde 80’lerin sonu 90’ların başında gerçekleşen çöküş neticesinde genelde resmi komünist partiler sosyal demokrat başkalaşım geçirdiler.
Dünya üzerinde 80’lerde yaygınlaşan siyasal gericilik ve işçi hareketindeki gerileme dalgasıyla birlikte, İngiliz İşçi Partisi’nden Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne ve Brezilya İşçi Partisi’ne varana dek genel bir sağa kayış ve burjuvaziye büsbütün teslim olma furyası yaşandı. Böylece daha önceki dönemlerde bazı durumlarda belki bir ölçüde anlamlı olabilecek bir soru da (burjuva işçi partileri ile burjuva sol partiler arasında bir fark olup olmadığı sorusu) önemini yitirdi. Günümüzde burjuva işçi partileri kavramını değiştirmek gerekmese de, onun içeriğine ilişkin bir açıklama getirmek -mekanik tarzda abartmamak koşuluyla- yararlı olacaktır. Tartışmaya konu olan partiler vaktiyle işçi sınıfının “burjuva” partileri idiler. Bugün bunlar düpedüz burjuvazinin “işçi” partilerine dönüşmüş bulunuyorlar.
Hangi örnek izlenmeli?
İşçi sınıfının devrimci mücadele tarihi, tutulması gereken siyasal yola işaret ediyor. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir ve burjuva işçi partilerinin kuyruğuna takılarak bu amaca hizmet edilemeyeceği çok açıktır. İşçilerin diğer sınıf siyasetlerinden bağımsız ve enternasyonalist devrimci bir partiye ihtiyacı vardır. İşte tam da bu noktada, işçi partileri ve komünistlere düşen görevler konusuna tarihsel bir belge eşliğinde açıklık getirmeye çalışalım.
Komünist Manifesto’da, “komünistler öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar” diye yazar. Sınıf partisinin yaratılması konusunda yanlış görüşlere sahip olanlar bu ilkenin içeriğini çarpıtıp durur ve komünistlerin görevini bir işçi kitle partisinin desteklenmesine indirgemeye çalışırlar. Oysa Manifesto’da açıklandığı üzere, bu ilke, komünistlerin proletaryanın çıkarlarının dışında ayrı çıkarlara sahip olmadıkları anlamına gelmektedir. Komünistler, işçi sınıfını devrimci siyaset temelinde örgütlemeye çalışır ve bunu yaparken sınıfın kurtuluşu hedefiyle ters düşen bir takım sekter ilkeler ileri süremezler. Manifesto, komünist siyasi örgütlülüğün diğer işçi partilerinden farkını başlıca iki noktada vurgular: Birincisi, her türlü milliyetten bağımsız olarak tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret etmesi, yani enternasyonalist olması; ikincisi, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde tüm hareketin çıkarlarını temsil etmesi.
Proletaryanın devrimci tarzda örgütlenmesinin içeriğini aydınlatan bu ilkeler dönemsel değil tarihsel ve biçime değil öze değindir. Özü deforme etmemek koşuluyla, biçim, içinde bulunulan somut duruma göre kuşkusuz değişebilir. Örneğin Manifesto’nun yazıldığı tarihsel kesitte henüz yolun başında olan komünistlerin, kendi fikirlerini yaymak ve siyasal örgütlülüklerini genişletmek amacıyla bazı ülkelerde mevcut işçi partileri içinde çalışma kararı aldıkları hatırlanacaktır. Ama ilerleyen yıllarla birlikte işçi sınıfı nicel ve nitel açıdan gelişmiş ve buna koşut olarak biçim de olduğu yerde çakılıp kalmamıştır.
Yine biraz geçmişe, 1917 Ekimine uzanalım. Bu tarih kesitinde işçi sınıfı Rusya’da, dünyayı gerçekten yerinden oynatacak devrimci eylemin ve sınıf birliğinin ne olduğunu ortaya koydu. Tarihe dünyayı sarsan on gün diye kaydı düşülen Büyük Ekim Devrimi, mücadeleye atılan işçilerin, Lenin’in öncülüğündeki Bolşevik Partisi gibi bir devrimci önderlik sayesinde devrimi muzaffer kılabildiklerini dünya aleme kanıtladı. Burjuvazinin yıllardır yürüttüğü gerici propaganda ve karalamalar, bu yaşanmış gerçekliği ortadan kaldıramaz. Zaten sorun biraz derinlemesine kurcalanacak olursa, bu konuda bilinç bulandıran faktörün açık burjuva karalamalardan çok, kendini Bolşevik geleneğin takipçisi gibi sunan sinsi bürokratizmin yalanları olduğu görülür. Ekim Devriminin önderi Bolşevik Parti, ne yazık ki, Lenin’in ölümünden sonra egemen olan bürokrasinin çizmeleri altında can vermiştir. Bu nedenle, Stalinizmin günahlarını bahane göstererek Leninist parti anlayışını mahkum etmeye çalışanları tarih haklı çıkartmamıştır ve çıkartmayacaktır.
Ancak Leninist parti anlayışı her derde deva bir reçete, dondurulmuş bir kalıp veya biçimsel kurallar katoloğu değildir. Onu böyle bir düzeye indirgemeye çalışanlar fena halde yanılıyorlar. Bazen ortalık, henüz asgari bir nicelik ve niteliğe ulaşmamışken, işçi sınıfının partisini kurduğunu ya da kuracağını iddia eden “Leninist”lerden geçilmiyor. Böyleleri en iyi ihtimalle kendi çevrelerini bir tekke olarak yaşatsalar bile, işçi sınıfına pek bir hayırları dokunmuyor. Ne var ki, bu gibi hastalıklar son yıllarda ve özellikle de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra içine girilen siyasal gerileme ve boşluk koşullarında bir hayli azdı. Ama yeni oldukları da söylenemez. Marksizm daha kuruluş yıllarından başlayarak, işçi hareketini geriletecek sekter eğilimlerle mücadeleye girişmiştir.
Karşı uçta ise, küçük siyasal tekkeler yaratmanın yanlışlığından hareketle büyük ve kitlesel işçi partilerini savunan siyasal eğilimler yer almaktadır. Peki ama, büyük ve kitlesel işçi partilerine sahip olmayı istemenin ve böylesi partiler yaratmak için çaba sarfetmenin ne kötü yanı olabilir ki? Gerçekten de, diğer unsurlardan soyutladığımızda aksini düşünmek saçma gibi görünüyor. Ancak burada üzerinden atlanmaması gereken çok önemli bir ayrım noktası gizli. İşçi sınıfının kurtuluşunu tüm yüreği ve bilinciyle arzulayan öncülerin ve bu uğurda canla başla mücadele eden devrimci işçilerin oluşturduğu bir siyasal örgütlülüğün büyüyüp bir işçi kitle partisi boyutlarına ulaşmasıyla, pek çok siyasal eğilimin çıfıt çarşısı gibi içine tıkıştırıldığı türden bir kitlesel parti inşa etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Arzulanan kuşkusuz ki birincisidir, ama böylesi hedeflere salt arzularla veya iradi kararlarla ya da olağan koşullar altında varılamıyor. Sınıfın devrimci öncüsü olmayı hak eden bir siyasal örgütlülük, ancak fiili devrimci durumlar yaşandığında kitlesel bir işçi partisine büyüyebilmektedir.
İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünün inşası bağlamında Lenin’in adının kendi döneminin Marksistleri arasında ayırt edici bir yere sahip olması boşuna değildir. Zira devrimci Marksizmin düşünsel düzeyde savunulup geliştirilmesiyle, bu içeriğe sahip bir siyasal örgütlülüğün yaratılması her zaman bire bir örtüşmemiştir. Yaşamını, Marksist düşüncenin siyasal örgütlenme alanında maddi güce dönüşmesine hasreden Lenin, işçi sınıfının devrimci örgütünün nasıl yaratılabileceğini fiilen gösteren devrimci liderdir. Lenin adı, Rusya’da RSDİP’in inşa faaliyetiyle başlayan ve bu parti içindeki menşevik-bolşevik ayrışması neticesinde Bolşevikler olarak adlandırılan bir siyasal örgütlenmeyi temsil eder.
Bu siyasal örgütlenmeye damgasını basan ilkeler (her kademede örgütlü, disiplinli ve demokratik merkeziyetçilik temelinde bir işleyiş) Leninist parti anlayışının köşe taşlarıdır. Böyle bir partinin amacı, esasen öncü işçileri komünist bilinçle donatıp, işçi sınıfını örgütlü halkalar halinde mücadeleye sevk etmeye çalışmaktır. Lenin, diğer sol siyasal akımlarla farklılıkların üzerini örtmeyip tersine ayrılık çizgilerini net biçimde çeken, ilkesiz uzlaşmalara prim vermeyen ve birliğin gerekli olduğu durumlarda da mücadele bayraklarının karışmamasını düstur edinen bir parti yapısı ve anlayışı geliştirmiştir. Döneminin enternasyonal örgütü İkinci Enternasyonalle de, kendi örgütsel ilkelerinden ödün vermeyen mesafeli bir ilişki kurmayı tercih etmiştir. Bu örgütün yozluğunu iyice kavradıktan sonra, yeni bir enternasyonalin inşası için girişimleri başlatır Lenin.
Ekim Devriminin önderlerinden Troçki’nin siyasal çizgisi ise, parti anlayışı konusunda ve işçi kitle partilerinin değerlendirilmesi bağlamında kimi problemler içermektedir. Örneğin Lenin’e göre bir işçi partisinin kitleselleşmesi, devrimci ve bağımsız siyasal hattan asla ödün verilmemesi koşuluyla anlamlı olacaktır. Ve olağan koşullarda işçi sınıfının kitlesi “kolay” görünen yolları denemeye, reformistlerin peşinden gitmeye eğilimli olduğuna göre, devrimci kitleselleşme ancak devrimci buhranlar ortamında gerçekleşebilecektir. Troçki’nin yaklaşımı ise, örneğin ABD’de bir işçi kitle partisinin gerekliliği konusunda düşüncelerini açıkladığı makalesinden anlaşılacağı üzere (Kitlesel İşçi Partisi Perspektifi Ne Olmalı, 31 Mayıs 1938) biraz sorunludur.
Dördüncü Enternasyonal’in henüz yolun başında ve güçsüz bulunması nedeniyle, ayrıca işçilerin kitle partisinin kuruluşunun gerekli olduğunu savunur Troçki. Aynı anda iki parti için de slogan yükseltilebileceğini söyler. Kitle partisi olması umulan bir “bağımsız işçi partisi”nin, “kendi partimiz için zemini hazırlayacağı” düşüncesindedir. Parti inşası konusunda adeta “çift kayıtlı muhasebe defteri tutmak” misali bulanıklık yaratan Troçki’nin bu yaklaşımı, ölümünden sonra Troçkistler’in büyük bir bölümü (ve en başta da Dördüncü Enternasyonal’in resmi temsilci Birleşik Sekreterya) tarafından değişmez bir şablon olarak değerlendirilecektir. Bu tutumun sonucu, Sosyal Demokrat veya Brezilya İşçi Partisi gibi partilere işçi kitle partisidirler diye gereğinden çok önem atfedilmesi veya ilkesiz destek sunulmasıdır.
Örgütsel sorunlarda Marksizmin kızıl damarının Rusya’da Lenin önderliğindeki Bolşevik örgütlenmeye can verdiği aşikar. Ne var ki Bolşevizmin kabaca kopyalanarak karikatürize edilmesi tehlikesi de vardır ve vaktiyle bu tehlikeye karşı mücadele yürüten bizzat Lenin’dir. Örgütsel taktikler daima içinde bulunulan somut koşullara göre belirlenmelidir. Bu kurala uyulmaması halinde parti inşası konusundaki en doğru yaklaşımlar bile yozlaşır, ölü ve içi boş kalıplara dönüşürler. Örneğin Lenin, dört parçaya bölünmüş İngiliz komünistlerine, ayrı ayrı seçim çalışmaları yürütmek yerine, ilkelerden ödün verilmemesi ve bayrakların karıştırılmaması koşuluyla İngiliz İşçi Partisi içinde çalışmalarını öğütlemişti. Lenin bu partinin bir burjuva işçi partisi olduğunu pekala bilmekteydi ve verdiği öğüdün gayesi İngiliz komünistlerini bağımsız siyasal örgütlenmeden geri tutmak değil, tam tersine böyle bir örgütlülüğü güçlendirmekti.
Konumuzu doğrudan ilgilendirdiği için bu önemli noktaya geçerken çok kısaca değinelim. Örgütsel alanda gerçek ve yaratıcı bir önder olan Lenin’in kitlesel işçi partilerinde çalışmalara dair kimi önerileriyle, Troçkist çevrelerce çiğnene çiğnene adeta sakız haline getirilen bazı içi boş örgütsel taktikler arasında dağlar kadar fark vardır. Örneğin siyasal literatürde antrizm diye adlandırılan örgütsel taktik, genelde komünistlerin bir kitle partisi içine girip çalışmaları anlamına gelmekte ve yıllardır çeşitli tartışmalara da konu teşkil etmektedir. Bunlar arasında en fazla önem taşıyanı, antrizm taktiğinin devrimci ve oportünist tarzda, yani birbirine tamamen zıt şekilde yorumlanmasına dairdir. Devrimci örgütün bağımsız olarak inşası çalışmalarına birincil derecede önem verilir ve antrizm taktiği buna tabi kılınırsa, devrimci tutumdan ödün verilmemiş olur. Devrimci örgütün, bir işçi kitle partisi içinde yürütülecek siyasi faaliyet dolayımıyla nasılsa biçimlenmiş olacağı anlamına gelecek bir antrizm taktiği ise tamamen yanlış ve oportünist bir yaklaşımdır.
Burjuva işçi partilerine ilişkin hatırlatmalar
Kapitalizmin sınai devrim eşliğinde şahlanışa geçtiği İngiltere örneğini yakından gözlemlemiş bulunan Marx ve Engels, İngiliz işçi hareketindeki burjuvalaşmayı daha baştan tespit etmişlerdi. Engels Marx’a yazdığı bir mektubunda, İngiliz proletaryasının giderek daha çok burjuvalaştığını söylüyordu. Mektupta, bütün uluslar içinde en burjuva ulus haline gelen İngiltere’nin, dünyayı sömüren burjuvazisinin yanı sıra bir burjuva aristokrasisine ve bir burjuva proletaryasına sahip olmayı amaçladığı belirtilmekteydi.
Yine Marx’a yazdığı bir başka mektubunda ise Engels, burjuvaziye satılmış ya da en azından burjuvazi tarafından parayla beslenen kimselerin yönetimine kendini bırakmış o berbat İngiliz sendikalarından söz etmekteydi. İngiliz işçi hareketindeki burjuvalaşmanın nedenini bu ülkenin tekelci konumunda arayan Engels, bu temelde işçi sınıfı içinde yaratılan ayrıcalıklı bir katmana, işçi aristokrasisine de dikkat çekiyordu.
Ne var ki işçi sınıfı içindeki bu görece ayrıcalıklı kesimin nitel ve nicel konumunu abartılı tarzda yorumlamak da yanlış olacaktır. Zira o dönemde İngiltere bu konuda bir uç örnek teşkil etti, fakat diğer ülkelerde yaşanan sıçramalı kapitalist gelişim sonucunda eski sömürge tekeli mazi oldu. Geçmiş dönemin ayrıcalıklı usta işçilerinin üzerinde yükselen meslek sendikaları da tarihe karıştı. İngiltere’nin dünya üzerindeki eşsiz üstünlüğünün sona ermesiyle birlikte, eski tip meslek sendikalarına dayanan ayrıcalıklı işçi katmanı da giderek zayıfladı. Zamanla vasıfsız işçileri kucaklayan yeni tipte sendikalar ortaya çıktı. Engels’in deyişiyle bunlar, eski sendikaları yozlaştıran burjuva “saygınlığı”na itibar etme hastalığından uzak bakir topraklar oluşturmak gibi bir üstünlüğe sahiptiler.
Eski tip işçi aristokrasisi zamanla tarihe karışmış olsa da, işçi sınıfı içinden çıkan veya işçi hareketinden türeyen ayrıcalıklı unsurlar son bulmadı. Bu gerçeğin kabulü için illa da yanılgılı bir noktaya savrulmak ve örneğin emperyalist ülkeler işçi sınıfını tekel karından pay aldıkları gerekçesiyle toptan aristokrat ilan etmek gerekmiyor. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi, işçi sınıfının yaşam düzeyi bakımından aslında çeşitli ülkeler arasında ve bizzat aynı ülke içinde her zaman farklılıklar yaratıyor. Ama öte yandan tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının bütünü burjuvazi tarafından giderek artan oranlarda sömürülmektedir.
Proletarya içindeki bilinç çarpılmasını bire bir ekonomik faktörlere bağlamak ve en az ücret alan işçinin en devrimci ya da burjuva etkisinden en uzak kişi olacağı anlamına gelecek görüşler geliştirmek saçmadır. Ne var ki kapitalist toplumda işçiler diğer sınıflardan yalıtılmış fanuslarda yaşamazlar ve aslında işçi hareketine burjuva etkisini taşıyan unsurlar da asla eksik olmazlar. Burjuva yaşam tarzına hayranlık duyan, bu yolda ruhunu satarak cebini şişiren ve sınıf atlamayı başaran ya da işçi hareketi içinde bir takım ayrıcalıklar elde edip burjuva aleme katılan ince bir kaymak tabaka varlığını sürdürür. Lenin, yaşam tarzları, ücretleri ve dünya görüşleri itibarıyla burjuvalaşmış işçi tabakasının İkinci Enternasyonal sosyal-şovenizminin de başlıca desteğini oluşturduğuna değinmiştir. Sendika veya parti bürokrasisinde edinilen üst düzey koltuklar, parlamenter ayrıcalıklar, yasalcı faaliyetlerin sağladığı ün vb. işçi hareketine burjuva etkisini bulaştıran başlıca kaynaklardır.
Bu kaynaklardan beslenen kişiler, yaşam tarzları, değer yargıları bakımından burjuva alemin bir parçasıdırlar ve etkili oldukları ölçüde işçi hareketini burjuvalaştırır, işçi partilerini burjuva işçi partilerine dönüştürürler. Burjuva etkisinin taşıyıcısı unsurlar, dün olduğu gibi bugün de burjuva “saygınlığı”na itibar etme hastalığıyla maluldürler. Bu hastalığın önemli tezahürlerinden biri de, “saygın” kabul edilen kişilere sırnaşma, burjuva devlet adamlarıyla içli dışlı olmakla övünme tutumudur. Engels Sorge’ye yazdığı bir mektubunda buna değinir ve İngiltere’deki sosyalistler arasında hepsinden daha iyisi diye düşündüğü Tom Mann’ın bile Londra belediye başkanıyla öğle yemeği yiyeceğini söylemekten pek keyif aldığını hatırlatır.
Herkes kendi yoluna!
Tarih, sınıf mücadelesinin görece sakin seyrettiği sıradan dönemlerin olağan koşullarına uyarlanan nice işçi partisine sahne oldu. Bunlar sırasında büyük bir kitleselliğe ulaşsalar bile, neticede burjuva işçi partileri olmanın ötesine asla geçemediler. İkinci Enternasyonalin kurucu unsuru ve milyonlarca işçiyi bağrında toplayan Alman Sosyal Demokrat Partisi, tarihsel yolculuğunu bir burjuva sol partiye dönüşerek noktaladı. Keza yakın zamanların Brezilya İşçi Partisi (BİP), Lula liderliğinde iktidara geldiğinde burjuva işçi partisi niteliğini açıkça sergiledi.
Devrimci Marksistler açısından BİP’in bu niteliği aslında daha başından belliydi ve öyle de olmalıydı. Ne var ki böylesi partileri işçi sınıfının kitlesini örgütledikleri gerekçesiyle model ilan edip savunan marksistler de olmadı değil. Şimdilerde böylelerinin bir kısmı, Lula’nın burjuva iktidarına bakıp BİP için göz yaşları döküyor olabilir. Oysa Brezilya’da yaşam açıkça bir başka gerçeğe işaret etmektedir. Bir banker, Lula’yı yoksulların temsilcisi diye destekleyenlere ders verircesine, “o, onlar için konuştu ama bize çalıştı” diyor.
Diğer örneklere nazaran en kısa sürede en fazlasıyla sağa kaydığı, alabildiğine yolsuzluğa battığı ve başlangıçta kendisini destekleyen yoksul seçmenleri derin bir hayal kırıklığına sürüklediği söylenen BİP iktidarı, işçi sınıfı adına bir kitle partisinin oluşturulmasıyla hiç de esenliğe çıkılamayacağını kanıtlamıştır. Aslında temel sorun, savunulan kitle partisinin niteliğinin ne olduğudur. Örneğin BİP zaten çoktandır burjuva parlamenter sistemi esas alan bir kitle partisine dönüşmüştür. Brezilya’da devrimci kabarma döneminde halk meclislerine ait olan karar alma mekanizmaları, nicedir parlamenter ve bürokratik yetkililere devredilmiştir.
Dün Brezilya’da yaşananlar bugün Venezuela’da Chavez iktidarı için ibret vericidir. Ayaklarını sıkıca burjuva düzene basıp yoksullardan yana reformlara girişen devlet adamları ses getirici kitle hareketleri yaratmayı başarabilirler. Ama böyle bir hareketin niteliğinin burjuva solun sınırlarını aşamayacağı baştan bellidir. Sorun bu tür yığın hareketlerinin ortaya çıkmasında değil, bunların Marksizm adına yeterli görülüp desteklenmesindedir. Aslında kapitalist toplumda yaşam, hiç de yalnızca işçi sınıfının devrimci mücadelesi temelinde ilerlemiyor. Burjuva liberalizmi, burjuva solu, burjuva işçi partileri de sırasında sürece kendilerince katkıda bulunabiliyorlar. Önemli olan bu tür “katkıların” sınıf karakterini unutmamak ve bunların işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve örgütlenmesi yerine ikame edilmemesi için çaba sarfetmektir.
Lenin, “yığınlardan kopmak istemiyoruz” bahanesiyle burjuva işçi partileri ile uzlaşan eğilimi eleştirir. Bu eğilimin önde gelen temsilcisi Kautsky, burjuva işçi partilerine verilen hararetli desteği, “biz yığınlardan ve yığın örgütlerinden kopmak istemiyoruz” gerekçesiyle haklı kılmaya çalışmıştır. Oysa bu konuda Marx ve Engels’in sergilediği tutum tamamen farklıdır. Onlar İngiliz sendikalarının “yığın örgütleri” bir burjuva işçi partisini savundular diye bu fikirle uzlaşmamışlar, kıyasıya eleştirmişler ve yanlışlığını göstermişlerdir.
Marksizm adına hareket ettiğini iddia eden bazı siyasal çevrelerin savunduğu “işçi kitle partisi” anlayışının temel yamukluğu da bu ayrım noktasında rahatça kavranabiliyor. Keza geçmiş yıllarda Türkiye ölçeğinde görece kitlesel bir işçi partisi oluşturan birinci TİP örneği de irdelenebilir. TİP o dönem için genelde bir ilerlemeyi temsil etse de, özelde işçi sınıfının devrimci örgütünün yaratılması başarılamamıştır. İşte böylesi bir durumda TİP’in işçi sınıfının öz örgütü olduğunu iddia eden siyasal yaklaşımlar, yakın zamanlarda BİP’i hararetle destekleyenlere benzer bir yanlış tutumun örneğini vermişlerdir. İşçi sınıfının devrimci örgütünü yaratmaktan ziyade kendi siyasal kimliklerini sürdürecek bir şemsiye arayanlar, işçi kitle partileri sorununa hep kendi çıkarları açısından yaklaşırlar. O yüzden, ÖDP gibi bir partiyi de hararetle savunabilmişlerdir.
Tarih yaprakları gerçekten de yaşananlardan ibret almayı bilmeyenlerin tekrarlayıp duran yanılgılarıyla dolu. İşçi sınıfının devrimci önderlikten yoksun bulunduğu günümüz koşullarında tam da geçmişin eğrisi ve doğrusunu ayırt etmek gerekirken, kimileri yine aynı yanlış yolları tutmakta ısrarcılar. Bugün Türkiye’de burjuvazinin bir kesimi Avrupa tipi bir sosyal demokrat partinin yaratılmasını arzularken, kimi sendika bürokratları da bir işçi partisinin kurulmasını savunmaktalar. İlk bakışta iki ayrı sınıf cephesinden kaynaklanıyormuş gibi görünen bu istem ve çabalar neticede ortak bir noktada buluşuyorlar. Siyasal niteliği burjuva, tabanı işçi olan bir kitle partisi yaratmak! Ne var ki, bu tür bir partiyi savunanların bu kapsamda bir parti kurmak için çaba sarfetmelerinde garipsenecek bir taraf bulunmuyor. Asıl eleştirilecek yön, Marksist geçinen bazı sosyalist çevrelerin mal bulmuş mağribi gibi bu kervana katılmakta bir sakınca görmemeleridir.
Genelde partilerin niteliğini ayırt edecek ayraç bunlara hangi sınıf siyasetinin hakim olduğudur. Eğer amaçlanan kapitalizmi ortadan kaldırmak değil de onun bazı yönlerini reforme etmekten ibaretse, buna hangi sol söylem eşlik ederse etsin bu siyaset neticede burjuvazinin kabul sınırlarını aşmayan bir sol siyaset anlamına gelir. Böyle bir siyasetin temsilcisi bir partiyi ister burjuva solu, ister sosyal demokrat, ister burjuva işçi partisi diye niteleyin sonuç pek de değişmeyecektir. Keza bu tür partilerin kuruluş çağrılarını sendika bürokrasisinin mi yoksa marksist geçinen sol çevrelerin mi yaptığı da sorunun özünü farklılaştırmayacaktır. Neticede herkes kendi yolunda yürür ve işçi sınıfı açısından temel gerçek aynı kalır: devrim isteyen onun aracını da yaratmak zorundadır!
link: Elif Çağlı, Burjuva İşçi Partileri Üzerine, 28 Kasım 2005, https://marksist.net/node/547