Engels’e yazdığı 21 Haziran 1853 tarihli mektubunda Marx şöyle diyordu: “Bernier haklı olarak Doğu’daki bütün olayların temelinde toprakta özel mülkiyet olmayışını görür ve bu konuda Türkiye, İran ve Hindistan’a atıfta bulunur. Bu, Doğu cennetinin gerçek anahtarıdır.”[1] Engels de hemen o ay içinde Marx’a yazdığı cevapta şöyle der: “Toprak mülkiyetinin olmayışı, gerçekten de Doğu’nun tümü için anahtar. Doğu’nun siyasal ve dinsel bütün tarihi de burada saklıdır. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçiminde de olsa toprak mülkiyetine varamadılar?”[2]
Kapitalizm öncesi ekonomik-toplumsal oluşumlarla ilgili çalışmalarını bu dönemde kesintisiz olarak sürdüren Marx, doğuluların neden toprakta özel mülkiyete (feodal biçiminde de olsa) varamadıklarını sonunda keşfetmişti. Marx’a göre bunun birbirine bağlı iki nedeni vardı. Birinci neden, Doğu toplumlarında çok eski zamanlardan beri devam edegelen despotik devlet oluşumlarının varlığıydı. Bu tip devletler, tarımcı toplulukların üzerine çöreklenerek bu toplulukları her açıdan kendilerine bağımlı hale getiriyorlardı. Batı’da görülen güçsüz ve dağınık feodal devletlerden farklı olarak, Doğu’nun despotik devletleri son derece merkezi-bürokratik bir yapıda örgütlenmiş güçlü devletlerdi. Doğu’da ortaya çıkan bütün Arap-İslam ve Türk-İslam devletleri de bu kategoride devletlerdi.
İkinci neden ise, Doğu’da tüm toprakların her zaman üstün bir topluluğun, yani despotik devletin mülkiyeti altında bulunmasıydı. Bu yüzden, topraklar üzerinde bireysel ya da ailesel düzeyde bir “özel mülkiyet” gelişmemişti. Toprağın devlet mülkiyeti altında olması, toprağı işleyen köylüleri de devlete bağımlı “daimi kiracılar” durumuna getirmişti. “Bu şartlar altında, bu devlete tâbi olan herkes için geçerli olandan daha güçlü bir siyasal ya da iktisadî baskının varlığına gerek yoktur. Devlet bu durumda en yüksek beydir. Burada egemenlik, ulusal çapta yoğunlaşmış olan toprağın sahipliğinden oluşur. Ama öte yandan, toprağın gerek özel, gerek ortaklaşa zilyetliği ve tasarrufu olmasına karşın, toprakta özel mülkiyet yoktur.”[3]
Doğu toplumlarının gelişim çizgisinin Batı’ya göre farklı oluşunun temelinde yatan gerçeklik, nereden bakarsak bakalım, çok eski zamanlarda ortaya çıkmış ve kapitalizm öncesi tüm Doğu toplumlarını derinden etkilemiş olan despotizm geleneğidir. Bu geleneğin taşıyıcısı olan Doğu’nun despotik devletleri, toplum içinde bir sınıfa dayanıyor değillerdi aslında. Tersine, toplumdan bağımsız ve toplumun üstünde bir güç olarak örgütlenmiş olan bu devletler, tüm toplumun tepesinde “süper bir güç” olarak durmakta ve tüm toplumu bir sürü gibi gütmekteydiler. Dolayısıyla bu devletler, toplumsal yaşamın tüm alanlarını (ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb.) mutlak kontrolleri altında tutabildikleri sürece, yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Böyle bir despotizm düzeninde en üstün, en yüce otorite olarak toplumun en tepesinde oturan ve devlet iktidarını kendi şahsında somutlaştırmış bulunan despot (hükümdar), elbette ki “tanrısal bir güç” ya da “kutsal bir baba” olarak görünmekteydi topluma.
O halde burada asıl açıklığa kavuşturulması gereken nokta şu oluyor: Toplumdan bağımsız olarak örgütlenen, dolayısıyla toplumun herhangi bir sınıfına dayanmayan bu tip devletler, nasıl oldu da yüzyıllar boyunca ayakta kalabildiler? Despotik devletleri ayakta tutan ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında belirleyici bir güç olmalarını sağlayan “gizemli” mekanizma neydi acaba?
Bildiğimiz kadarıyla bu mekanizma, kendini devletle özdeşleştirmiş olan yönetici devletlû sınıfın, yani Doğu despotizmine özgü “kapıkulu bürokrasi”nin oluşturduğu örgütlü güçten başkası değildir. O halde gelin, Doğu despotizmine özgü bu muazzam bürokratik mekanizmayı, önce genel oluşumu bakımından ve daha sonra da Osmanlı toplumu özelinde incelemeye çalışalım.
Despotik devlete özgü bir yönetici sınıf: Kapıkulu bürokrasi
Despotizmin egemen olduğu toplumlarda, devlete ait olan mülkün (yani topraklar üzerindeki güç ve hükümranlığın) her ne surette olursa olsun bölünmesi ve yönetici sınıfın şu ya da bu bireyinin veya yönetici sınıf dışındaki toplum bireylerinin “özel mülkiyeti”ne geçmesi söz konusu olamazdı. Bu toplumlarda mülkün tek sahibi, tanrının yeryüzündeki elçisi sıfatıyla ve devletin başı olarak, yönetici sınıf piramidinin en tepesinde oturan hükümdardır. Ama bu sahiplik, bugün anladığımız anlamda bir “özel mülkiyet” sahipliği olmayıp, devletle “özdeş” olmanın getirdiği bir “devlet adına” sahipliktir.
Despotik tarzda düzenlenmiş eski Doğu toplumlarında, hükümdar (despot) da dahil olmak üzere yönetici egemen sınıfın unsurları (devleti yöneten asker-sivil bürokrasi, ulema vb.), görevlerinin karşılığı olarak ya hazineden maaş alırlar ya da devlete ait toprağın intifa hakkından, yani toprak gelirinden (vergi-rant) yararlanırlardı. Ama öte yandan, yönetici-egemen sınıf konumundaki bürokrasinin sahip olduğu bu “yararlanma” hakkı irsî bir hak değildi. Yani veraset yoluyla mirasçılara intikal edemezdi. Çünkü yönetici bürokratın devlet katında işgal ettiği makam ve taşıdığı ünvan, onun özel mülkü ya da soydan geçme “müktesep hakkı” olmayıp, devlet yönetimindeki fonksiyonuna (işlevine) bağlı ve görev süresiyle sınırlanmış olan bir “hak” idi.
Tarihte uzun ömürlü olmuş despotik devletlerin başındaki hükümdarların, şu üç kuralı bir doğa yasası gibi benimseyip uyguladıkları biliniyor: Birincisi, toprakta “devlet mülkiyeti” sisteminin sıkı bir şekilde uygulanması; ikincisi, mülkiyeti devlete ait olan topraklarda devletin “daimi kiracı”sı olarak çalışan toprağa bağlı çiftçilerin sıkı bir denetim altında tutularak aynı düzen içinde kalmalarının sağlanması ve üçüncüsü, devletin toplumun üstünde mutlak bir güç olarak yaşamasını sağlamak üzere, toplumun sınıflarından tamamen bağımsız, kapıkulu denen bir yönetici devlet sınıfının yaratılması ve bu yolla devletin monolitikliğinin korunması.
Bu kurallar, tarihte ortaya çıkan despotik yapıdaki devletlerin hemen hepsinde uygulanmış ortak kurallardır. Dağınık ve parçalı bir görünüm arz eden Batı Avrupa’daki feodal yapıların tersine, Doğu’nun despotik devletlerinin uzun ömürlü oluşu, söz konusu kuralları sıkı bir biçimde uygulamış olmalarına bağlıdır. Nitekim, tarih incelendiğinde görülmektedir ki, Doğu’da kurulan despotik devletlerin pek çoğu, bu kurallara uydukları ve dış etkenlere kapalı bir yapıyı sürdürebildikleri sürece ayakta kalabilmişler, fakat kurallar bozulduğunda ve bu toplumlar dış etkenlere açık hale geldiklerinde, çözülme ve çöküş kaçınılmaz olmuştur.
Tarih bize, en eski çağlarda bile despotik hükümdarların, devleti yönetecek bürokrasiyi doğrudan kendilerine bağlı kullardan seçerek oluşturduklarını ve bunu yaparken de nasıl ince eleyip sık dokuduklarını gösteren pek çok örnek sunmaktadır. Örneğin, Mısır, Çin, Laos, Vietnam vb. gibi eski çağın asyatik toplumlarında, devlet memurluğuna alınacak insanlar son derece sıkı sınavlardan geçirilirdi. Öte yandan, Osmanlı’daki uygulamasını aktarırken de değineceğimiz gibi, devlete bağlı “kapıkulu yönetici” yetiştirmek üzere devşirilen gençlerin, geldikleri toplumsal sınıf ve çevreyle her türlü bağlarının kesilmesi de gene kesin bir kuraldı bu despotik devletlerde.
Devşirilen gençler sarayda uzun bir eğitimden geçirilerek devlete kapıkulu yetiştirilirlerdi. Kapıkulları, kapıkulu ocakları denen, tamamen dışa kapalı, korporatif bir örgütlenme içinde tutulurlardı. Örneğin, Osmanlı’da Hıristiyan çocuklardan devşirilip eğitilerek devletin en yüksek makamlarına getirilen asker-sivil yöneticiler, Mısır’da köle sülalesinden gelerek hanedanlık kuran Memlûklar ve bazı eski Hint devletlerinde krallığa kadar yükselmiş köle kökenli hükümdarlar hep bu kapıkulu sınıfına mensuptular.
Yeri gelmişken, “devlet” sözcüğünün, bugünkü yaygın anlamına nazaran bu toplumlarda taşıdığı farklı anlama dikkat çekmek gerekiyor. Arapçadan gelen bu sözcük , “feleğin çarkının dönüşünün bazı kişileri ‘talihli’ kılması demekti…. Asıl önemli olan şey devlet değil, hükümdar ve onun adamlarıdır. Bunlar en yüksek güç yerine gelme talihine uğramış, başlarına ‘devlet kuşu’ konmuş talihliler olduklarından kendilerini devletli sayarlardı. Bu toplumlarda devlet bir müessese değil, güç sahibinin bir sıfatıdır. Çiftçi nasıl çiftli çubuklu, zenaatkâr nasıl iş yerli ve araçlı, tüccar nasıl paralı ise baştakiler de devletlidir.”[4]
Doğu despotizmine özgü bu kapıkulu sınıfı, eski sınıfsal köklerinden tamamen koparılmış ve sosyal çevreleriyle bağları tamamen kesilmiş unsurlardan meydana geldiği için, devlet dışında hiçbir kökensel aidiyeti bulunmayan, “köksüz” ve “yapma” (sentetik) bir sınıftı. Bu sınıf, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlardaki (örneğin köleci, feodal ve kapitalist toplumlardaki) sınıflardan hiçbirine benzemez. Çünkü bu sınıf, üretim sürecindeki toplumsal işbölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. O, üretim sürecinden bağımsız olarak, devlet katındaki fonksiyonel bir işbölümünün sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, devlette yönetici sınıf konumunda olan kapıkullarının bu “sınıf” konumları geçici bir nitelik taşımakta ve üstlendikleri yöneticilik işleviyle (yani mevki ve makamlarının süresiyle) sınırlanmış bulunmaktadır.
Öte yandan, despotik devletlerin devasa bir bürokratik mekanizmaya sahip olmaları ve bu mekanizma içinde kapıkullarının sayısının sürekli artması, bu devletlerin yumuşak karnını oluşturuyordu aynı zamanda. Çünkü, tarihteki örneklerinden de biliyoruz ki, üretimden ve toplumdan tamamen kopuk bu yapay sınıfa mensup olanların sayısının sürekli artması, despotik sistemin iç dengelerinin bozulmasına, devlet yönetiminde yozlaşmalara, çıkar çatışmalarına, iktidar kavgalarına ve nihayet sistemin kaçınılmaz çöküşüne yol açmaktaydı.
Bizans’ın fethi ve Osmanlı’da “kapıkulu bürokrasi”nin iktidara gelişi
Osmanlı devletinin niteliği ve yönetici sınıf korporasyonunun bileşimi, kurulduğu 14. yüzyılın başından yıkıldığı 20. yüzyıla kadar hep aynı kalmış değildir. Kuruluş döneminde, alpler, gaziler gibi aşiret kökenli askerî unsurlar ile, şeyhler, dervişler, abdallar gibi yarı askerî-yarı mistik tarikat ehline dayanan Osmanlı devlet örgütlenmesi, asıl asyatik despotik karakterine II. Mehmed (Fatih) zamanında kavuşmuştur. Tabii, bu aynı zamanda egemen devletlû sınıf içinde esaslı bir değişikliğin olduğu ve yeni bir örgütlenmenin yapıldığı anlamına geliyordu. Bu dönemin tarihsel sınırlarını belirtmek istersek şunu söylemeliyiz: Osmanlı’da asya tipi despotik imparatorluk modeline uygun yapılar esas olarak 15. yüzyılın ortalarında oluşmuş ve 17. yüzyılın başlarına kadar da bozulmadan devam etmiştir. Diğer taraftan sözü edilen bu dönem, Batı Avrupa’da kapitalizme geçildiği, para ekonomisinin geliştiği ve bir burjuva sınıfın ortaya çıkmaya başladığı dönemdir. Avrupa’daki gelişmeler ile Osmanlı sisteminin statik bir yapıya kavuşması arasındaki çarpıcı tezat da burada başlar zaten.
Osmanlı hükümdarları, güçlenme belirtisi gösteren merkezkaç eğilimlere karşı baştan beri olumsuz bir tutum içinde olmuştur. Kuruluş dönemindeki Osmanlı hükümdarları, güçlerinin yettiği yerlerde, feodal yapıdaki beyliklerin yaşamasına asla izin vermediler. Güçlerinin tam olarak yetmediği kimi yerlerde ise, uzlaşmalar yaparak var olan feodal yapıdaki beylikleri kendilerine bağlı tutmaya çalıştılar. Bu da gösteriyor ki, Osmanlıların kurduğu devlet, Doğu geleneğine uygun olarak daha baştan “despotizme eğilimli” bir devlet idi.
Nitekim ilk Osmanlı hükümdarlarının başlangıçtaki uygulamaları, yani fethedilen toprakların hükümdar ailesi ve savaş ortakları (gaziler, şeyhler, dervişler) arasında “ülüş” sistemiyle paylaştırılması yöntemi, çok uzun ömürlü olmamıştır. İlk başlarda görülen, akrabalara ve savaş ortaklarına “malikâne”, “yurtluk” vb. biçiminde toprak temliki (mülk verme) usulü, belli bir zaman sonra tamamen terk edilmiş ve bunun yerini, genel bir uygulama olarak “askerî tımar” sistemi almıştır. Bunun anlamı, toprağın mülkiyeti (rakabesi) devlette kalmak şartıyla, toprağın vergi gelirinin askerî şeflere hizmet karşılığı tahsis edilmesidir. Artık bütün tımarlar doğrudan doğruya Osmanlı sultanı tarafından verildiği ve istendiğinde geri alınabildiği için, akıncı beylerinin ve benzeri askerî şeflerin iktisadî güç elde ederek ve kendi özel silahlı güçlerine dayanarak, ileride feodal beyler haline gelmeleri önlenmiştir.
Bu nedenledir ki, Osmanlı toplumunda orta çağ Avrupasındaki gibi toprak mülkiyetine dayanan soylu bir aristokrasinin ortaya çıkması hiçbir zaman söz konusu olmadı. Kaldı ki, devletin mutlak hâkimi konumunda gözüken Osmanlı ailesi de, Batı’daki feodal beyler gibi soyluluğa dayanan bir geçmişe sahip değildi. Osmanlılık aslında bir soyun temsilcisi olmayıp, tamamen fetih savaşlarına dayalı iktisadî durum ve şartların yarattığı bir birliğin adı idi. Toprağın mülkiyetinin devlete ait olduğu bir durumda, devleti temsil eden hâkim unsurlar da ancak fonksiyonel olarak (yani görev yetkilerine dayanarak) bu konumu elde edebilirlerdi. Nitekim, “eski vak’a-nüvisler Osmanlılardan bahsederken, onları daima ‘devlet hizmetinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdir (idare eden –M. S.) sınıf’ olarak nitelendirmişlerdir”[5]
Osmanlılar, kendilerinden önceki despotik devletlerin (örneğin, İran ve Anadolu Selçuklu Devletlerinin) deneyimlerini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle, fetihler yoluyla genişlemiş olan topraklar üzerinde savaş ortaklarının hak iddiasında bulunarak ayrı bir baş çekmelerinin (derebeyleşmelerinin) önüne geçebilmek için, daha I. Murad (Hüdavendigâr) zamanında (1360-89) önlem almaya başlamışlardı. İlk önlem olarak, doğrudan padişaha bağlı olacak yeni bir yönetici bürokrasiyi (kul zümresini) örgütlemeye giriştiler.
Osmanlı beyliği başlangıçta henüz küçük bir hanedanlık devleti iken, ilk Osmanlı hükümdarlarının bu beyliği savaş ortaklarıyla (gaza beyleriyle) birlikte yönetmeleri pekâlâ mümkün olabilmişti. Ama fethedilen topraklar genişleyip de gaza beyleri üzerinde kontrol güçleşince, Osmanlı hükümdarlarının endişeleri de artmaya başladı. Devleti birlikte kurdukları ve yönettikleri eski savaş ortakları kendi aralarında bir çıkar birliği oluşturabilir ve ellerinin altında bulundurdukları silahlı güçlere dayanarak ayrı bir baş çekebilirlerdi pekâlâ. Nitekim bunun ön belirtileri de ortaya çıkmıştı. I. Murad’ın tahta geçmesinden hemen sonra Ankara’da ahîlerin başkaldırması ve Trakya’da kimi akıncı beylerinin kendi hesaplarına topraklarını genişletmiş olmaları, Osmanlı hükümdarı için birer tehlike sinyali idi.
Selçuklu devlet geleneği içinde yetişmiş bir aileden gelen Osmanlı hükümdarları, kendi yönetimleri altındaki gaza beylerinin güçlenmesine ve ayrı bir baş çekmesine asla fırsat vermeyeceklerdi. Nitekim I. Murad, merkezkaç güçlerin oluşması tehlikesine karşı, doğrudan kendine bağlı olacak yeni bir askerî ve idarî yapıyı oluşturmaya girişecekti. Bu yapı, hükümdarın merkezî iktidarını güçlendirecek bir şekilde örgütlenecek ve mutlak bir şekilde hükümdara bağlı olacaktı. Böylece, Osmanlı devletinde yeni bir yönetici bürokrasinin (doğrudan padişaha bağlı kapıkulları) örgütlenmesi uygulaması başlamış oluyordu. Bu örgütlenme Avrupa feodalizminde hiç görülmemiş bir örgütlenmeydi.
Osmanlı devlet yönetiminde önemli bir rol üstlenecek olan bu kapıkullarının devşirme usulüyle örgütlenmesi dâhiyane fikrini padişaha ilk öneren ve teşvik edenler, ulema sınıfına mensup devlet adamları oldu. Aslında ulemanın bu önerisi, bir iktidar çekişmesi içinde oldukları askerî şeflerin artan gücünü dizginlemeye yönelikti. Fakat tarihin bir ironisi olsa gerek, ulemanın, askerî şeflerle mücadelesinde vurucu güç olsun diye yarattığı bu devasa bürokratik makine (kapıkulları) sonunda yaratıcısını da ikinci plana iterek, kendisi iktidara el koyacak ve böylece Osmanlı yönetici sınıfının üçüncü kuşağı tarih sahnesine çıkmış olacaktı.
Osmanlı devlet teşkilâtında kapıkullarının ilk nüveleri, savaşta tutsak edilen Hıristiyan gençlerden (pençik oğlanları) devşiriliyordu.[6] Devşirmelerin bir araya getirildikleri ve yetiştirildikleri yer, “acemi ocağı” denen kurumdu. Fakat tutsak edilen bu Hıristiyan gençlerin ellerine geçen ilk fırsatta kaçmaları yüzünden, sonradan bu yöntemden vazgeçildi. Yeni sisteme göre, tutsak alınan gençler önce Anadolu’daki Türk reaya çiftliklerine gönderiliyor ve burada hem çalışıp hem de Müslüman adet ve geleneklerini öğrendikten sonra, yedi-sekiz yıllık bir eğitim dönemi için acemi ocağı denen kapıkulu yetiştirme ocağına giriyorlardı. Bu dönem acemilik ve aynı zamanda da hizmet görme dönemiydi.
Devşirme yöntemi esas olarak Fatih Kanunnamesi ile yasalaştı ve kuralları iyice belirlendi. Fatih zamanında çıkan devşirme kanunnamesine göre, Müslüman ve Yahudilerin, Gürcü, Çingene, Kürt, Acem, Arap ve Türklerin çocukları devşirilemezdi. Bunun yanı sıra, hanenin tek çocuğu, çoban ve sığırtmaçlar, köse, kel, doğuştan sünnetli, çok uzun ya da çok kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, bir sanatı bulunanlar, İstanbul’u görmüş olanlar da devşirilemezdi. Başlıca devşirme bölgeleri ise Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Hırvatistan idi.[7]
Kul olarak yetiştirilecek oğlanlar artık savaşta esir alınanlardan değil, Hıristiyan reaya ailelerin 14-18 yaş arasındaki sağlam vücutlu ve akıllı erkek çocukları arasından devşiriliyor ve bunlar asker ya da idareci yetiştirilmek üzere ayrılıyorlardı. Acemi ocağında eğitilip yetiştirilen devşirmelerin bir bölümü kapıkulu ocaklarına alınıyordu. Bu ocaklar, Osmanlı Devleti’nin sürekli ordusunu (ücretli) oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve teknik sınıftan asker ocakları idi. Yeniçeri Ocağı da bu ocaklardan sadece biriydi, ama daha sonra en önemlisi ve sistemin temel taşı olacaktı. Bunun yanı sıra, bir de padişahın yakın hizmetinde ve idarî görevlerde çalışmak üzere sarayın Enderun[8] bölümünde eğitime alınan saray içoğlanları (buradaki “iç” kelimesi, padişahın devamlı olarak oturduğu sarayı belirtiyor) vardı.
Kapıkulu adayları, Balkanlar’daki Hıristiyan köylerinden devşirilip Anadolu’ya gönderildiklerinde, orada sipahilerin ve Türkçe bilen reayanın yanında basit bir Türkçe de öğreniyorlardı. Daha sonra İstanbul ve Edirne’deki acemi okullarında Arapça ve Farsça da öğrendiklerinden, bunların karmasından Osmanlıca dediğimiz bir dil gelişecekti. Bu dil de tıpkı padişah, kul ve devlet gibi, toplumdan kopuk, köksüz ve sentetik (yapma) bir şeydi. Ama tıpkı kapıkulları gibi, bu Osmanlıca dili de ilerde devlet-i âlî Osman’ın alâmeti fârikasından biri olacaktı.
Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren devlet katında iktidarı yavaş yavaş eline geçiren “kapıkulu bürokrasi” tümüyle devşirme kullardan oluşuyordu. Sınıfsal köklerinden tamamen koparılmış olduklarından toplum içinde hiçbir sınıfla kökensel bağları kalmamış olan ve kendilerini bütünüyle devlete ait hisseden bu kapıkulları, devlet içinde tam manasıyla “kapalı kutu” bir sınıf oluşturdular.
Kullar köle miydi?
Peki, devlet katında yöneticilik düzeyine kadar çıkan bu kullar köle miydiler? Bu konu eskiden beri yeterince anlaşılmış olmadığından, sık sık yanlış yorumlara kapı açmıştır. Örneğin bizde ve Batı’da yazılan kimi Osmanlı tarihi kitaplarında, kulların birer “köle” (saray köleleri) oldukları söylenmektedir. Oysaki Osmanlı kaynaklarından hiçbirinde bunlara köle dendiğine rastlanmıyor. “Birçok hallerde de bunlar açık bir şekilde kölelerden ayrılıyor (meselâ Koçi Bey devlet adamlarının kapılarında köle kullanacaklarına kul kullanmalarını tenkit eder). Gerçekte yükselmiş kapıkullarının çoğunun kendi köleleri vardı.”[9]
O dönemin koşullarında köle, satın alınabilen bir mal gibiydi. Bu anlamda kölenin sivil hakları olmadığı gibi, hiçbir politik yetkisi de yoktu. Kölelik aslında devşirilme yolu ile doğmazdı. Köleler ya kaçırılarak, ya tutsak edilerek, ya da satın alınarak köle yapılan insanlardı. Ya da bir köleden doğdukları için köle olurlardı. Erkek ve kadın köleler, ya şahısların hizmetinde, ya da üretim sürecinde birer üretim aracı olarak kullanılırlardı. Tüm bunların hukukî ifadesi ise, bir insanın bir başka insanın malı olmasının kabulü anlamına geliyordu. Nitekim, antik çağdaki Roma hukuku ile orta çağdaki İslam hukuku, kölenin durumunu bu bakış açısıyla bir özel hukuk (kişi hukuku) konusu olarak düzenlemişti. Tabii, kendi özel hukukunda buna yer vermeyen toplumlar ise, insanları köleleştirme eylemlerini suç saymakta ve bir tüzel hukuk hükmü ile yasaklamaktaydılar. Nitekim eski Yunan’da, yoksullaşan yurttaşların geniş çapta köleleştirilmesi eylemine son vermek için çıkarılan Solon Kanunları bunun bir örneğidir.
Osmanlı’da da köleler vardı; ama bunlar eski Roma ve Yunan’da olduğu gibi üretim sürecinde birer üretim aracı olarak değil, daha çok kişisel hizmetlerde (ev hizmetlerinde vb.) kullanılırlardı. Bu anlamda sarayda da bol miktarda erkek ve kadın kölelerin bulunduğu bilinen bir şey. Osmanlı’da kişisel hizmetler için kölelik, 19. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Oysa kullar, kölelerden çok farklı bir statüdeydiler. Bir kere kullar, belli bir amaç için devşirilen ve yalnızca erkeklerden oluşan bir insan grubuydu. Devşirilme amaçları ise, yalnızca devlet hizmetinde görev yapacak olmalarıydı. Köleler gibi haklardan mahrum değillerdi, tersine pek çok imtiyazlara sahiptiler. Bunlar saraya mensubiyetle birlikte, kişilikleri ve yerleri belirlenen “adamlar” oluyorlardı. Yani bir anlamda devlet “ricali”ne (rütbeli mevki sahibi kimseler) katılmış oluyorlardı. Tüm politik kimlikleri saraya mensubiyetten kaynaklandığı için, bunların hepsi padişah kulu sayılıyorlardı. Dolayısıyla kullar, devlet katında ve padişahın emrinde bir ocak (korporasyon) olarak örgütlenmiş görevliler grubuydular. Öte yandan, kölelerden de kul devşirilebilirdi kuşkusuz. Ama köle olan kulluğa derildiği zaman köleliği sona ererdi. Çünkü onun statüsü tamamen değişmiş olurdu. O artık bir kişinin malı olmaktan çıkar, bir kapıya (devlet makamına) kapılanırdı. “Kapı”, bir siyasi gücün sembolüydü ve o güce intisab etmekle birlikte kapıkulu da o gücün taşıyıcısı, uygulayıcısı ve aracı olurdu. Kul bu gücü kullanırken bir “hak” ile donanmış değildi, ama gücü kullanma işinde kendisine bir “yetki imtiyazı” verilmişti. “Hak geri alınmaz bir şeydir; imtiyaz ise takmadır, geri alınabilir.”[10]
Toplumsal değil fonksiyonel bir sınıf
Bizans’ın fethinden hemen sonra, ulemanın önde gelen isimlerinden Sadrazam Çandarlı Halil Paşa idam edildi (1453). Bu olay aslında Osmanlı devlet yönetiminde ulemanın üstünlüğüne son veren bir olaydır. Eski “savaş ortaklığı” döneminin ilmiye sınıfına mensup olan bu ulema taifesi, kendilerini çok önemli bir yerde görmekteydiler. “Çünkü bunlar kendilerini bir yandan İslâm peygamberinin şeriatinin temsilcileri, bir yandan da ‘ulülemrin’ yani hükümdarın delegesi sayarlardı. Bir yandan padişaha şeriati öğretirler, öte yandan halka ‘Ulül-emr’e itaatin bir borç olduğunu telkin ederlerdi. Bunlar ne halktılar ne de kul.”[11] Ama devlette üstlendikleri görevler nedeniyle (kadılık, müftülük, müderrislik vb.) daima halktan uzak, devlete yakın oldular.
Fatih Sultan Mehmed’in padişahlığı döneminde, ulemanın yanı sıra devlet idaresinde sözü geçen eski ailelerin nüfuzları da bertaraf edilmiş ve bunların yerine, padişahın emir ve arzusuna mutlak surette uyan kişiler getirilmeye başlanmıştı. Bu kişiler aslında devşirme usulüyle toplanıp sarayda (Enderun mektebinde) yetiştirilen padişaha bağlı kullardır. Böylece, Fatih zamanında kulların devletin askerî-idarî-ilmî-mülkî tüm yürütme mekanizması içine geniş çapta nüfuz ettiğini ve devlet iktidarının giderek bu kul taifesinin eline geçmiş olduğunu görüyoruz. Nitekim, bu tarihten Kanunî Sultan Süleyman’ın ölümüne (1566) kadar olan dönemde sadrazamlık makamına gelen 23 kişiden 20’sinin kapıkullarından, sadece 3’ünün ulemadan olması da bunun bir göstergesidir.
Batı’dan farklı olarak, toplumsal değil fonksiyonel bir işbölümünün ürünü olan ve anonim bir varlığa sahip bulunan Osmanlı hâkim sınıfı (yönetici bürokrasi), kapıkullarının iktidara gelişiyle birlikte bu vasfını büsbütün pekiştirmiş oluyordu. Aynı zamanda bu durum, Osmanlı Devleti’nin despotik niteliğinin tam olarak belirginleşmesi anlamına gelir. Osmanlı Devleti artık başlangıçtaki gibi küçük bir hanedanlık devleti değil, Bizans’ın muazzam bürokratik mekanizmasını da devralmış, asya tipi despotik bir imparatorluk devleti idi. Nitekim Osmanlı tarihinde, “hükümdarlar hükümdarı” anlamına gelen “Padişah” ünvanını ilk kullanan da Fatih Sultan Mehmed olacaktı. Dolayısıyla, Osmanlı despotizminin gerçek anlamda ilk kurucusu ve kanuncusunun Fatih Sultan Mehmed olduğunu söyleyebiliriz.
Fatih’ten önceki dönemlerin devlet yönetiminde esas olarak medreseden gelme ulemanın ağırlıkta olduğu ve padişahı yetiştirenlerin de bizzat bunlar olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, önceleri bu ulema “ekâbir” takımı karşısında, padişahın mutlak yetkisi az çok sınırlanmış durumdaydı. Fakat Fatih zamanında bu durum tamamen değişti. Devlet iktidarının her kademesi ve hükümet idaresi (başta vezirlik olmak üzere), Enderun’da yetişmiş ve doğrudan padişaha bağlı olan kulların eline geçti. Kullardan oluşan yeni hükümet mekanizması, sırtını kendisi gibi kullardan oluşan ordunun ulufeli (ücretli) kesimine (özellikle yeniçerilere) dayadı.
Osmanlı hükümdarlarının haftada iki gün devletin en yüksek yönetim organı olan Divana (hükümete) başkanlık etmeleri ve toplantıları yönetmeleri kuralı da Fatih’in padişah oluşuyla birlikte ortadan kalktı. Artık Divana katılmayan padişah, “devleti yönetme görevindeki en önemli bir fonksiyonunu da ‘vekil-i mutlak’ı olan vezir-i azama geçirmek suretiyle, kendisi ancak arzları ve divanın kararlarını kabul veya geri çeviren mutlak iradeli bir baş otorite haline gelmişti.”[12]
Osmanlı’daki despotik devlet yapılanmasının önemli bir özelliğini ortaya koyması bakımından, burada bir noktanın daha kaydedilmesi gerekiyor. Fatih döneminden itibaren, “devlet kadrosunda hükümdarın (kendi iddiasının aksine olarak) artık ‘mülkün sahibi’ durumunda bulunmadığı, padişahlık görevinde ancak irsî bir memur gibi oturduğu” gerçeğidir.[13] Bundan böyle devlet, Osmanlı ailesine miras kalmış bir mülk (mülk-i mevrus) olarak değil, birliği padişah tarafından temsil olunan tek ve bölünmez bir varlık olarak algılanacaktır.[14]
Osmanlı devletinin despotik yapısı Fatih döneminde tam manasıyla belirginleşince, aslında padişahın da fonksiyonel bakımdan “yüce devlet”in bir kulu olduğu (kul-padişah) ortaya çıkmıştır. Padişah, kulların en tepesinde duran bir kuldur; bürokratik korporasyonun ve dolayısıyla despotik devletin bölünmez bütünlüğünün bir sembolüdür o! “Osmanlı padişahının, kapıkulu ocaklarının birinci ortasının yoldaşlarından sayılması, ulufe günü yeniçeri ağası giysisi ile kışlaya gelmesi ve ulufesini alması, at üstünde bir kâse şerbet içmesi gelenekti”[15] Padişahı devletin “ücretli” kullarından biri olarak sembolize eden bu “kul-padişah” ritüeli de göstermektedir ki, toplumun tepesine çöreklenmiş olan despotik devlet, aslında toplumun üstünde asılı duran bürokratik korporasyonun anonim gücünden başka bir şey değildir. Yani Osmanlı devleti, Batı’da olduğu gibi toplumun bir sınıfına değil, toplum sınıflarıyla hiçbir bağı olmayan “yapma bir sınıf”a (kullara) dayanmaktadır. İşte asıl Osmanlı denilenler de, devletin halktan ayırıp kullandığı bu kullardır. Dolayısıyla, Osmanlı padişahları da esasen toplumun veya halkın değil, has Osmanlı denen bu kapıkullarının başbuğudurlar.
Yeri gelmişken, “kerim devlet” konusunda bizde çok sık ve yaygın olarak düşülen bir yanlışa da burada değinmek isteriz. Osmanlı’nın bahsettiğimiz bu despotizm dönemini romantikleştirenler, bu dönemde devletin adaletinin toplumsal yaşamı mükemmel biçimde düzenlediğini ve bu nedenle de sınıf ayrımı ve çatışması olmadığını söylerler. Bu düşünceye göre, Osmanlı devleti öyle bir “kerim” devlet idi ki, tüm toplumu hem yüce varlığıyla koruyor, hem de toplumun bireyleri arasında adaleti temin ediyordu. Onun için Osmanlı toplumu imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum idi! Aslında tarihimize ait bu yanlış ve çarpık düşünceler, Türkiye sol hareketinde de oldukça yer etmişlerdir. Eski kuşaktan sosyalistlerimiz arasında Osmanlı’nın bu döneminden övgüyle söz eden ve örnek alınmasını isteyen az insan çıkmamıştır. Evet, Osmanlı’nın despotik sisteminde devlet adaleti ve düzenlemesi vardı ama, bu hiçbir zaman halkın çıkarlarını korumak ya da sınıfsız, imtiyazsız bir toplum yaratmak için değildi. Devletin, dolayısıyla yönetici sınıfın (yani bürokratik korporasyonun) gelir kaynakları kesilmesin, süt veren ineğe iyi bakılsın diye yapılıyordu bu düzenlemeler. Devletin “kerimliği”, sürüyü koruyan sürü sahibinin “kerimliğinden” daha ileri değildi Osmanlı’da!
Despotik devlet altında ekonomi ve toplum
Burada bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor. Osmanlı toplumunun evrim çizgisinin Batı’daki gelişmeyle tam bir tezat oluşturduğunu daha önce söylemiştik. Batı’da devlet, bizzat toplumun geçirdiği evrime göre, yani toplumsal sınıfların ekonomik ilişkilerdeki ağırlığına göre biçimlenmiştir. Bir başka deyişle, özel mülkiyete dayanan Batı toplumlarında devlet, iktisaden egemen olan sınıfın devletidir. Oysa, aşağıda göreceğimiz gibi, Osmanlı’da bunun tam tersi söz konusudur. Osmanlı’da devlet, ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir ürünü olmayıp, tam tersine, kendisi ekonomiyi ve toplumu elinde yoğurarak biçimlendiren “kutsal” bir varlık görünümündedir.
Buradan çıkan sonuç şudur ki, Osmanlı toplumunda sınıfsal ayrışmayı yaratan esas faktör toplumun içinde gelişen dinamik mekanizmalar değil, despotik devletin ta kendisidir. Osmanlı toplumundaki sınıfsal oluşumlar, toplumun kendi doğal gelişimi içinde gerçekleşen ekonomik-toplumsal bir ayrışmanın ürünü olmayıp, devletin dayattığı fonksiyonel bir ayrışmanın ürünüdürler.
Osmanlı devletinin elindeki muazzam güç, daha önce de değindiğimiz gibi, bütün toprakların ve doğal kaynakların mülkiyetinin onun tekelinde bulunmasından ileri geliyordu. Kuruluşundan başlayıp 17. yüzyıla kadar olan dönemdeki devlet ve toplum yaşantısını göz önünde bulunduracak olursak, Osmanlı’da toplumun bireylerinin başlıca üç büyük fonksiyonel bölüme ayrıldığını söyleyebiliriz: 1- genel anlamda askerîler sınıfı diye çağırılan yönetici bürokrasi; 2- şehirliler; 3- çiftçiler.
Bu fonksiyonel bölünme aslında yönetenler ve üretenler diye de özetlenebilir. Bu ayrışmada padişah en üstte durmakta, askerî ve sivil işlevler üstlenmiş kullar da onun altında yer almaktadır. Padişah da dahil, birinci sırada gelen bu askerîler sınıfı her türlü vergiden muaftır. Bu sınıf kendi içinde ayrıca ücretli (yani hazineden geçinmeli) ve dirlikçi (yani reayadan topladıkları vergi geliriyle geçinen) olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır.
Askerîler diye tanımlanan bu devletlû sınıf dışında kalan bütün halk yığınları (ister şehirli, ister köylü olsun), “reaya” deyimi ile ifade ediliyordu. Bütün topraklar ve doğal kaynaklar devletin mülkü sayıldığı için, şehirli ve çiftçi reaya da bu dev işletmenin emekçileri sayılıyordu elbette. Artık ürünleri devletlû sınıf (askerîler) tarafından (vergi adı altında) çekilip alınan ve iliklerine kadar sömürülen emekçiler!
Bu devlet sisteminin toplum anlayışına göre, toplum, devletin güdümü altında çalışmak üzere örgütlenmiş ve her birinin işlevi ve görevi ayrı ayrı önceden belirlenmiş olan organlardan oluşmaktadır. Ama devlete karşı farklı işlevler ve görevlerle yükümlü olsalar bile, bu insan gruplarının birlikte oluşturdukları bütünsel bedenin (yani toplumun) tek bir amacı vardır: devlet-i âlî Osman’ın bekasını sağlamak! Bu toplum nizamının hiç bozulmadan sürmesi, Osmanlı devleti için yaşamsal önemdeydi kuşkusuz. Çünkü anlattığımız cinsten bir devlet düzeni, ancak böyle koyun sürüsü gibi güdülen ve hiçbir değişim geçirmeyen statik bir toplumun üzerinde durabilirdi. Sürekli değişim içinde olan bir toplumun üstünde ise asla! Onun için, Osmanlı devlet adamlarının ve ulemanın ağızlarını her açtıklarında, “düzen”den, “nizam”dan dem vurmaları boşuna değildi.
Tüm Doğu despotizminde olduğu gibi, Osmanlı despotizminde de toplum başka, devlet başka şeydi. “Toplum, onların deyimiyle ‘reaya’ yerden bitme bir şey. Osmanlı kafasına göre, toplum ‘reaya’ ve ‘beraya’ yani köylü ve kentli halktır. Devlet ise efendi veya babadır. Bulunduğu yere tanrı tarafından getirilip konmuştur. … Bu iki varlığı İslâm ve Osmanlı yazarları çok defa ‘sürü’ ile ‘çoban’a benzetirlerdi.”[16]
Klasik anlamda Osmanlı despotizmi, Kanunî Süleyman döneminde en yüksek noktasına ulaştıktan sonra, 16. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başladı. Doğu’nun despotik devletlerinin yaşamını incelemiş olan İbn Haldun’un söylediği gibi, bu tip devletler doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Ama bu devletlerin üzerine oturdukları toplumlar olduğu yerde dururlar ve her defasında bu toplumların tepesine, aynı tipte bir yenisi gelip oturur. Fakat Osmanlı devleti için böyle olmamıştır. Çünkü Osmanlı devletinin “bozuk düzen” içinde yaşamını sürdürdüğü dönem (18. ve 19. yüzyıllar), onun yerini bir başka “despotik” devletin gelip almasının artık mümkün olmadığı kapitalizm dönemiydi.
Osmanlı despotizminin “bozuk düzen” içinde yaşamını nasıl sürdürdüğünü ve Avrupa’da gelişen kapitalizm karşısında nasıl bir çöküş sürecine girdiğini de gelecek bölümde incelemeye çalışacağız.
[1] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol. Yay., Kasım 1995, s. 90, düzeltilmiş çeviri
[2] age, s. 90, düzeltilmiş çeviri
[3] Marx, Kapital, c.3., Sol Yay., Şubat 1990, s. 695, düzeltilmiş çeviri
[4] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, Gerçek Yay., Nisan 1972, s. 55
[5] Fuat Köprülü’den aktaran Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, s.65
[6] Pençik: Akın ve savaşlarda ele geçirilen her beş tutsaktan birinin devletin payı olarak devlete verilmesi. Osmanlı’da bu uygulama, fetihler döneminin kapandığı 17. yüzyılın sonlarına değin sürmüştür.
[7] kaynak: Ana Britannica
[8] Enderun: Kelime anlamı iç, yürek demek. Osmanlı’da sarayın harem dairesi kısmına verilen ad.
[9] N. Berkes, age,s. 94
[10] N. Berkes, age, s. 100
[11] N. Berkes, age, s. 115
[12] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, c.2, Cem Yayınevi, 1974, s. 72
[13] M. Akdağ, age, s.73
[14] M. Akdağ, age, s. 73
[15] kaynak: Ana Britannica
[16] N. Berkes, age, s. 56
link: Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /3, 1 Aralık 2005, https://marksist.net/node/569