“Devrim kendi rotasını kendi sınıfıyla birlikte izler. Eğer proletarya zayıfsa, eğer geriyse, devrim kendisini propaganda çevrelerinin oluşturulması, kadroların hazırlanması gibi alçak gönüllü, sabırlı ve sebatkâr işlerle sınırlar; ilk kadrolarını sağladığında koşullara göre legal ya da illegal kitle ajitasyonuna geçer. Kendi sınıfını her zaman düşman sınıftan ayırt eder ve ancak kendi sınıfının gücüne dayanan ve bu gücü pekiştiren bir siyaset yürütür.” [Troçki, Boğazlanan Devrim ve Boğazlayıcıları, 13 Haziran 1931]
1925-27 Çin devrimi, ya da ikinci Çin devrimi, SSCB’de tam da o sıralar egemenliğini ilân etmek üzere olan Stalinist bürokrasinin gayretleriyle yalnızca muazzam bir yenilgiyle sonuçlanmakla kalmadı, aynı zamanda tüm dünya komünist hareketi tarafından yeterince ve ayrıntılarıyla tartışılmaktan da alıkonuldu. Tam da bu nedenle, gerek Sovyet bürokrasisinin dış politikasının gereklerine göre maniple edilen, gerekse de Çin kırsalının koşullarına uyarlanarak ilerleyen Çin Komünist Partisinin geliştirdiği gerilla mücadelesine dayalı bir “halk savaşı” stratejisi, dünya işçi hareketinin karşısına bir oldubitti olarak çıkıverdi.
Maocu devrimin zaferinden kısa bir süre sonra Çin ile SSCB’nin arası açılmış ve ciddi bir gerilim ortaya çıkmış olsa da, bu durumun, dünya işçi hareketi içindeki Moskova yanlısı resmi komünist aydınların Maocu devrime ilişkin “sorgulama”larını, 1925-27 Çin devrimine kadar geriye götürmelerine yol açması beklenemezdi. Böylesi bir girişim derhal karşısında 1925-27 devrimine ihanet eden Stalinist bürokrasiyi buluverirdi. Çünkü Stalinizmin 1925-27 yılları boyunca izlediği haince politikalar düpedüz Menşevik politikalardı. Üstelik bunlar, Troçki’nin de belirttiği gibi, 1905’in Menşevik politikaları değil, 1917’deki Menşevik politikalar. Stalin’in hasmı olduğundan Troçki’nin böyle düşünmesi normaldir denebilir. Peki ya, söz konusu dönemde Stalin’in en önde gelen teorisyenlerinden birinin şu meşhur Menşevik Martinov olmasına ne demeli? Stalin’in destekçiliğini yaptığı ve SSCB bürokrasisiyle görünüşteki tüm uyuşmazlığına rağmen Maocu önderliğin de baş tacı ettiği “dört sınıf bloğu” teorisinin yaratıcısı da Martinov’dan başkası değildi. Partinin önderlerinden Troçki’nin yazıları Pravda’da yayınlanmazken, boş kalan sütunları Martinov’un makaleleri dolduruyordu.[1] İşin daha da “şaşırtıcı” tarafı, yine aynı yıllarda, sürgündeki Menşeviklerin gazetesinin (Sotsialistiçeski Vestnik), Stalin önderliğinin politikaları hakkında yazdıklarıdır:
“Prensipte” Bolşevikler de, Çin devriminde ulusal kurtuluş görevinin tamamlanmasına değin “birleşik cephe”yi muhafaza etmekten yanaydılar. 10 Nisanda Martinov, Pravda’da, “sol” Muhalefetçi Radek’e, “dört sınıf bloğu”nun muhafaza edilmesinin zorunluluğunu, işçilerin büyük burjuvaziyle yan yana oturdukları koalisyon hükümetini yıkmakta acele etmemeyi, vaktinden önce ona “sosyalist görevler”i empoze etmemeyi içeren resmi tutumun doğruluğunu en etkili ve –Sosyal Demokrasiye mecburi küfürlere rağmen– tam bir “Menşevik bağlamda” göstermiştir. [No.8, (23 Nisan 1927), s.4][2]
İşte bu devrim deneyiminin dünya komünist hareketinden saklanmasının nedeni budur. Bolşevik geçinen Stalinist bürokrasinin ihanet politikalarının yegâne destekçisi aynı yıllar sürgünde olan Menşeviklerdi! Ne de olsa başlarında meşhur Menşevik önder Dan’ın bulunduğu güruhun savunduğu görüşleri Stalin ve şürekâsı tam bir “Menşevik bağlamda” yerine getiriyordu! Ama hepsi bu değil. İnsanın şüphesiz düşmanlarından da öğreneceği çok şey vardır. Bakın Stalin’in sahte Bolşevik söyleminin üstünü, kendi burjuva sınıf güdüleriyle nasıl da kazımayı biliyor zamanın Menşevikleri:
Bir komünist liderin tezleri için zorunlu olan sözlerin üstünü kazırsak, orada taslağı çizilen “çizgi”nin özüne karşı çok az şey söylenebilir. Kuomintang içinde mümkün olduğunca kalmak ve onun sol kanadına ve Wuhan hükümetine mümkün olan son ana kadar sarılmak: “Elverişsiz koşullarda belirleyici bir mücadeleden kaçınmak”; “Çin halkının düşmanlarına, devrimle savaşmak ve Çin’ de ulusal bir devrimin değil, Moskova “sovyetleştirmesinin” yapay bir naklinin söz konusu olduğuna dair yeni efsaneler yaratmak için yeni silahlar vermemek” amacıyla “tüm iktidar sovyetlere” sloganını öne sürmemek; “birleşik cephe” besbelli ki iflah olmaz bir biçimde yıkıldıktan sonra ve “en elverişsiz koşullar” altında bu kadar porselen kırıldıktan sonra, bugün Bolşevikler açısından gerçekten daha akla yatkın ne olabilir? [Sotsialistiçeski Vestnik, no.9 (151), s.1] [3]
Troçki’yi yıllarca Menşevik olarak itham ederek kendisinin Bolşevikliğini kanıtlamaya çalışan Stalin açısından, Bolşevik söylem, gerçekten de “bir komünist liderin tezleri için zorunlu olan sözler”den başka bir şey değildi. Stalinist bürokrasi açısından, Leninizm bayrağı, bürokrasinin karşı-devrimci dalaverelerinin üstüne çekilmiş bir kızıl cilâdan başka bir anlam ifade etmedi.
Moskova yanlısı aydınların yanı sıra popülist eğilimli küçük-burjuva devrimci aydınların da 1925-27 devrimiyle ilgilenmemelerinin nesnel bir temeli vardı. Maocu halk savaşının temel hedefi olan ulusal kurtuluşun gerçekleşmesi, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin atmosferi içinde yetişen genç devrimci kadrolar açısından, bu stratejinin verili ve hazır bir model olarak alınmasında büyük rol oynadığı gibi, yine bu devrimci aydınlar açısından, 1925-27 Çin devriminin deneyim ve dersleri tümüyle önemsiz bir duruma indirgenmiş oluyordu. 1949 üçüncü Çin devriminin “parlak” bir zaferiyle gözleri kamaşan küçük-burjuva aydınların, “zaten yenilmiş” 1925-27 devriminin deneyimleriyle, yenilginin nedenleriyle ve sonuçlarıyla ilgilenmeye burun kıvırmaları aslında onların küçük-burjuva sınıf tavrının doğrudan bir sonucudur. Her zamanki gibi, küçük-burjuvazi, en aydın olanından en cahiline kadar, gücün ve gücü elinde tutanın peşinden gitmişti. Aslına bakılırsa, bu küçük-burjuva aydınların, 1925-27 devriminin özünü oluşturan proletaryanın mücadelesine ilgi duymasını beklemek bile, şeytandan tövbe etmesini beklemek kadar nafile bir çaba olurdu.
* * *
Marksizmin yıldızı sönükleştirildiği ölçüde parlayan Maoculuk, yalnızca kendisini Maocu diye adlandıranlar tarafından Marksizmin en modern uyarlaması olarak pazarlanmakla kalmadı, aynı zamanda özellikle “üçüncü dünya”da yarattığı etki sebebiyle dolaylı olarak da olsa tüm komünist hareketin gündemine girdi. Bu sızma, kendisini Maoculuk karşıtı olarak ifade eden geçmişin Sovyet bürokrasisi ve onun destekleyicilerinden, küçük-burjuva milliyetçi hareketlere, Stalinist popülizme kadar uzanan ve dahası devrimci Marksist hareketin küçük-burjuva solculuğuna uyarlanmış kesimlerini de içeren geniş bir yelpazenin ortak paydasını oluşturmuştur.
Bu ortak payda kendisini genelde Üçüncü Dünyacılık olarak adlandıran bir eğilimde ifade ediyor. Bu eğilim eğer ileri ülkelerin akademisyenlerinde kendi vicdanlarını küçük-burjuvaca bir tatmin olarak şekilleniyorsa, geri ülkelerin yarım aydınlarında ve popülist devrimcilerinde de, Marksist kavramların içi boşaltılmış bir kullanılışına dayanan küçük-burjuva milliyetçiliği olarak somutlanır. Dünya devriminin merkezine sömürge, yarı-sömürge ve genel olarak geri ülkelerdeki devrimlerin konuluşundan, sömürgeciliğe karşı verilen mücadelelerin bir çırpıda anti-emperyalist mücadele katına yükseltilmesine; emperyalizmin o veya bu tipte bir sömürgecilik olduğundan, emperyalizmin çevre ülkeleri bilinçli olarak geri bıraktırdığına; ulusal bağımsızlığın ekonomik bağımsızlık olarak kavranılışından, sosyalizmin bir ekonomik kalkınma modeli olarak kavranılışına kadar uzanan bir dizi fikir bu akımın temel taşları olarak prim yapmaktadır. Küçük-burjuva sosyalizminin en tamamlanmış ve en üstün biçimi olan Stalinizm, Batı dünyasındaki işçi hareketi içerisinde çok çabuk bir şekilde reformizme doğru evrilirken, kendi küçük-burjuva doğasına çok daha elverişli bir toprak bulduğu geri ülkelerde popülizmle kaynaşarak, böylesi hayli kendine özgü bir anlayış yarattı.
Tüm bu karmaşanın önüne geçebilmek, yalnızca küçük-burjuva devrimciliği ve Stalinizm ile mücadele açısından değil, aynı zamanda bu hareket tarafından gözü boyanan ve Üçüncü Dünyacılığa uyarlanan kimi “devrimci Marksist” çevrelerin daha entelektüel bir düzeyde yeniden ürettiği teorik karmaşayı aşabilmek açısından da büyük önem taşır. Biz burada, yalnızca, geri ülkelerde küçük-burjuva devrimci önderliklerin kapitalizmin tasfiyesine varan bir yola neden ve nasıl girdiğine, bu durumun sürekli devrim teorisinin kavranılışında ne gibi sorunlara yol açtığına ve bu sorunların çözümünü nerede gördüğümüze kısaca değineceğiz. Ama bunun için önce söz konusu sorunun, Troçkist hareket içinde nasıl çözüme bağlanmaya çalışıldığına bir göz atmak gerekecektir.
Dördüncü Enternasyonal’in yozlaşması
Troçki, Sovyet bürokrasisini işçi sınıfı içindeki asalak bir kast olarak görmüş ve Sovyetler Birliği’nin, devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve dış ticaret tekeli gibi Ekim devriminin “kazanımları”nı koruduğu sürece yozlaşmış bir işçi devleti olarak değerlendirilmesi gerektiği sonucunu çıkarmıştı. Her ne kadar özellikle yaşamının son yıllarında farklı bir takım gelişme yollarına işaret ederek kimi uyarılarda bulunsa da, Troçki’nin başını çektiği Dördüncü Enternasyonal’in (DE) Troçki’nin ölümünden sonra da savunduğu ve bugün bile savunmaya çalıştığı yaklaşım değişmemiştir. Öyle ki, üzerinden on yıl geçtikten sonra bugün bile DE, eski Doğu Bloğu ülkelerinde “kapitalist restorasyon süreci”nden dem vurmakta ve kendi görevlerini bu restorasyon sürecine karşı mücadeleyle tanımlamaktadır.
Troçki’nin öldürülmesinden birkaç yıl sonra, II. Dünya Savaşının galiplerinden olan SSCB’nin Doğu Avrupa’yı istilâsı ve orada da kendi kopyalarının temellerini atması, DE tarafından ilerici bir adım olarak selâmlanmakla kalmadı, Stalinizmin halen devrimci bir rol oynayabildiğinin de bir kanıtı olarak görüldü. Ve bu görüş, DE örgütlerini tasfiye edip, Stalinist KP’lere yeniden katılmak gerektiğini savunma noktasına kadar ilerledi. Bu tartışmalar içinde DE teorik, politik ve örgütsel olarak parçalandı. Parçalanmanın temelinde yatan sorun yine yozlaşmış işçi devleti anlayışıydı. Troçkist hareket teorik düzlemde, SSCB’yi yozlaşmış bir işçi devleti olarak görenlerle –ki çoğunluktaydılar– devlet kapitalizmi olarak görenler –çok küçük bir azınlıktılar– olmak üzere iki temel düşünsel akıma bölündü.
Yugoslavya ve Çin devrimleri, Troçkist hareketin önünde yığılan teorik sorunları daha da derinleştirdi. Bu kez, tepeden Sovyet Kızıl Ordusunun dayattığı toplumsal dönüşümler yoktu karşımızda, tersine tabandan gelen silahlı partizan birliklerinin seferberliği temelinde devrimler gerçekleşmişti. Bu devrimler ister istemez ciddi teorik sorunlar çıkardılar: Devrimden doğan ve kapitalist mülkiyete saldırıya geçen Yugoslav ve Çin devletleri ne olarak adlandırılacaktı?
Troçkist hareketin yozlaşmış işçi devleti tespitini savunan kesimleri, bu devletleri de tıpkı SSCB gibi, birer işçi devleti olarak adlandırdılar. Çünkü bu devletler de, üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetini tesis etmeye girişmiş, kapitalist bir üretim yerine planlı bir üretime yönelmiş ve dış ticaret üzerinde devlet tekeli kurmuşlardı. Ancak sorun yalnızca bir devletin nasıl adlandırılacağıyla sınırlı değildi. Çin Halk Cumhuriyeti, açıkça bir işçi devleti olarak adlandırılmıştı. Ve bu değerlendirme kaçınılmaz olarak başka bir soruyu gündeme getiriyordu: Çin devleti bir işçi devleti idiyse, bu durumda Çin devrimi de bir proleter devrim, yani bir sürekli devrim olarak adlandırılmalıydı. Ve tutarlılık adına öyle de adlandırıldı. Çin devrimi, işçi sınıfının hegemonyasını kurduğu bir sürekli devrim olmalıydı, çünkü küçük-burjuvazi bağımsız bir rol oynayamayacağına göre bu devrimin öncü rolü proletarya tarafından üstlenilmiş olmalıydı. Ne var ki bu noktaya kadar teorik mülahazalarla yürüyen tartışma, bu noktada gerçek dünyanın somut verileriyle ilgili bir sorun haline geliyordu. Çünkü Çin devriminde kentli işçi sınıfı hiçbir rol oynamamıştı. Devrimin esas motoru ÇKP’nin denetimindeki Halkın Kurtuluş Ordusuydu ve onun da gövdesini köylüler oluşturuyordu. Böylece karşımıza proletaryanın ne doğrudan ne de dolaylı olarak katılmadığı, proleter mücadele yöntemlerinin hiçbirisinin herhangi bir rol oynamadığı, proleter ayaklanma ve iktidar organları olarak sovyet tipi örgütlülüklerin hiçbir şekilde ortaya çıkmadığı bir proleter devrim ve onun ürünü olarak da proleter devlet çıkmış oluyordu. Bu tuhaflık, önce reddedildi. Ama reddedilen şey, gerçek yaşamın olgularına uymayan teorik yaklaşımlar değil, somut gerçekliğin ta kendisiydi. Çin Komünist Partisi bir köylü partisi ve Halkın Kurtuluş Ordusu da bir köylü ordusu değildi! Böyle olamazdı, çünkü hiçbir köylü partisi bu ölçüde bağımsız bir politik rol oynayamazdı! ÇKP, bürokratlaşmış da olsa bir işçi partisiydi ve Ordunun denetimi onda olduğu sürece, ordunun gövdesini teşkil eden köylüler, ancak proletaryanın peşine takılmış bir köylülük olarak addedilebilirdi! Böylece iki temel teze, yani küçük-burjuvaziye ilişkin sürekli devrim teorisinin açılımlarına ve yozlaşmış işçi devleti fikrine sadık kalmak adına yalnızca somut gerçeklik açıkça çarpıtılmakla kalınmıyor, dönüp dolaşılıp, karşı-devrimci Stalinizme devrimci payeler verilmeye devam ediliyordu. Çin devriminden sonra gelişen diğer geri ülke devrimlerinde de aynı gayri ciddi ve anti-Marksist yaklaşımlar savunulmaya devam edildi. Ancak bu devrimlerin bazılarında proletaryanın etkisizliği o denli göze batıcıydı ki, yukarıdaki yaklaşım yeni icatlarla güçlendirilmeye çalışıldı. Düşünün bir, Küba devriminin önderi Fidel Kastro, yıllarını Stalinist bir söylemle geçiren Mao’dan farklı olarak, silahlı mücadele yürütürken bir anti-komünist idi. Devrimle iktidarı ele geçirdikten ancak aylar sonra Marksist-Leninist olduğunu fark etmişti! Bu tuhaflığa, sürekli devrim dinamiği ya da sürekli devrim süreci kavramlarıyla yanıt getirilmeye çalışıldı. Emperyalist çağda, ulusal demokratik görevlerin gerçekten çözülmesini arzulayan herhangi bir devrimci önderliğin, kendi sınıfsal doğasından, hedef ve yöntemlerinden bağımsız olarak, ister istemez sürekli devrim yoluna girmesi gerektiğini vazediyordu bu “dinamikler ve süreçler”. Bu dinamikler bir kez keşfedilince, gerisin geriye Çin ve Yugoslav devrimlerine de uygulanır oldu. Çeşitli ülkelerde devrimle kurulan iktidarlardan kimisi, “daha baştan yozlaşmış işçi devleti” idi, kimisi “yalnızca deforme işçi devleti” idi, kimisi “gerçek sosyalist halk devriminin ürünü” idi. Ama hepsi de “farkında olmadan sürekli devrim yapmışlardı”!
Tony Cliff’in başını çektiği devlet kapitalizmi anlayışına gelince. Cliff, SSCB’yi bir işçi devleti olarak görmediği için, yukarıda bahsettiğimiz çelişkiler içerisine düşmedi. Ancak onun da karşısına bir başka sorun çıkmıştı. Eğer Çin vb. gibi ülkelerde gerçekleşen devrimler, bu ülkelerin önünde duran ulusal demokratik görevlerin bir kısmını ya da tamamını çözebilip, bir çeşit kapitalizm olan bir toplumsal sistemle sonuçlandılarsa, bu durumda, sürekli devrim teorisinin, bu görevlerin ancak işçi sınıfı tarafından çözülebileceği ve küçük-burjuvazinin bağımsız bir rol oynayamayacağı şeklindeki temel argümanları çürütülmüş demekti. Cliff’e göre, devrimin gerçek öznesi olan proletaryanın siyaset sahnesine çıkmadığı durumlarda, sürekli devrim aksayarak, “devlet kapitalist oluşumlara” yol açıyordu. Cliff buna aksayan sürekli devrim adını verdi. Ona göre, bazı istisnaları olsa da tüm geri ülkelerdeki devrimleri bu aksayan sürekli devrim penceresinden görmek gerekiyordu. İstisnalar da ancak bu modelle karşılaştırılarak anlaşılabilirdi.
Böylece sorunun genel çerçevesi ortaya çıkmış oluyor. Bir tarafta, yozlaşmış işçi devleti anlayışıyla geri ülkelerdeki devrimleri bağdaştırmaya dönük çabalardan çıkan anti-Marksist yaklaşımlar, diğer tarafta da, devlet kapitalizmi teorisiyle bu aynı devrimleri bağdaştırma çabasından çıkan tuhaflıklar.
Tarihsel gerçekliğin çarpıtılması ve Troçki’nin göz ardı edilen görüşleri
Geri ülkelerde ulusal kurtuluş savaşlarıyla ortaya çıkan rejimleri birer işçi devleti olarak ilân etmek için ya bu devrimlerin sınıfsal tabiatı bilinçli bir şekilde çarpıtılmalıydı ya da bu devrimlerin önderliklerinden bağımsız sürekli devrim dinamikleri keşfedilmeliydi. DE, bugüne kadar bu yollardan her ikisine de sık sık başvurdu. DE’nin en önemli isimlerinden Mandel, ÇKP’yi bir işçi partisi olarak adlandırır. Üstelik de Stalinist olmayan bir işçi partisi! Ve Mandel, DE’nin Çin devriminin hemen ardından Çin Halk Cumhuriyeti’ni (ÇHC) bir işçi devleti olarak adlandırmamasını sekterlik olarak damgalar. Bu yaklaşımların ne gerçeklikle en küçük bir ilişkisi vardır, ne de Troçki’nin daha 1930’lardaki yaklaşımlarıyla bir bağlantısı mevcuttur. İşin gerçeği, Troçki’nin değerlendirmeleri ÇKP’nin gerçek doğasını tüm çıplaklığıyla ve üstelik geleceğe dönük dahiyane öngörülerle birlikte gözler önüne serer. Ve bu değerlendirmelerin yapıldığı yazıların, ancak 1976 gibi çok geç bir tarihte derli toplu bir şekilde yayınlanmış olması oldukça düşündürücü bir gecikmedir. Troçki’nin ÇKP’nin sınıfsal doğasına ilişkin görüşlerini kısaca aktaralım.
Her şeyden önce şunu belirtmekte yarar var: ÇKP, kurulduğu 1921 tarihinden 1925-27 devriminin sonundaki ağır yenilgiye kadar hem sınıfsal bileşimi açısından proleter bir parti idi, hem de kendi faaliyetini proletaryanın içinde yürütüyordu. Ancak Stalinizmin ihaneti sonucu alınan muazzam yenilgi, partinin kitlesini olduğu kadar, onun kadrolarını da ezip geçti. 1926 sonlarında parti üyelerinin %66’sı işçilerden oluşurken, 1927 sonunda bu oran %8’e, 1929’da %3’e ve 1930 sonlarında %1,6’ya düşmüştü. Keza bu tarihten itibaren ÇKP’nin kentlerle ve kent proletaryasıyla hiçbir ilişkisi kalmamıştı, ta ki 20 yıl sonra 1949’da Maocu ÇKP kentleri ele geçirip, artık yabancılaştığı işçilere, “sakin olun” çağrısında bulunana kadar.
Tüm bu somut gerçekliğe rağmen, Troçkist yazında Troçki’nin değerlendirmelerine ilişkin çok az şey bulunabilir, o da “Troçki’nin ÇKP hakkındaki bilgilerinin eksik” olduğuna dair onlarca şerhle birlikte! Ama Troçki’nin görüşleri hiç de yukarıda aktardığımız tablodan habersizmiş gibi görünmüyor. Ekim 1928’de daha partinin köylüleşme süreci yeni başlamışken Troçki şunları yazıyordu:
Kentlerde devrimin uğradığı belirleyici yenilgiden sonra, parti, yine de belli bir süre için, uyanan köylü yığınlarından on binlerce yeni üyeyi kendisine çekebilir. Bu olgu gelecekteki büyük olanakların müjdeleyici bir işareti olarak önemli bir olgudur. Fakat tartıştığımız dönem açısından bu olgu aslında yalnızca ÇKP’nin çözülüşü ve tasfiyesinin bir biçimidir, çünkü proleter çekirdeğini kaybetmekle kendi tarihsel hedefine uygun bir parti olma özelliği son bulur.[4]
“Kendi tarihsel hedefine uygun bir parti olma özelliği”! DE’nin, bir devrimin sürekli devrim haline gelmesi için, hiç de daha başlangıçta böyle bir partinin varlığını şart koşmaması, Troçki’nin resmi mirasçısı olduğu iddiasındaki bu örgüt açısından ne büyük bir ironi! Troçki’nin büyük olanaklarla kastettiği, proletaryanın devrimci mücadelesinin kendi peşine takabileceği bir köylü savaşıdır. Bu köylü savaşı Çin’de, başında gerçek bir devrimci proleter parti olmaksızın yürüdü. Burada önemli olan, söz konusu süreçte Troçki’nin gördüğü partinin proleter tabiatının tasfiye edilmesi tehlikesidir. Bu tehlike çok kısa süre içinde bir olgu haline geldi. Yukarıdaki satırlardan bir yıl sonra, gerilla mücadelesine giren ÇKP için Troçki şunları söylüyordu:
Peki, bugün yalıtılmış olan Çin komünistlerinin bir savaş ya da devrim ortada yokken giriştikleri bu ayaklanma tarafından açılan perspektif nedir? Korkunç bir yıkım ve Komünist Partinin kalıntılarının maceracı yozlaşması perspektifi. Bu arada, açıkça söylenmelidir ki: Gerilla macerasına dayandırılan hesaplar Stalinist politikanın genel tabiatına bütünüyle denk düşmektedir.[5]
1930’dan itibaren, Çin’in güneyinde ÇKP’nin önderlik ettiği köylü hareketleri Troçki tarafından bir köylü savaşı olarak değerlendirildi. Ve Troçki, ölümüne dek bu nitelemeden vazgeçmedi. Troçki’ye göre, sanayi merkezlerinin katılımı ve gerçek bir komünist önderlik olmaksızın bir Sovyet rejiminin ortaya çıkması kesinlikle imkânsızdı. Yine 1930 Kasımında, Çin’deki köylü savaşının başında “komünistler”in bulunmasının, verili gerçekliği değiştirmeyeceğini belirtir Troçki:
Devrimci ve en fedakâr unsurlar olarak komünistlerin, bir köylü hareketinin ve silahlı köylü birliklerinin başında olması gerçeği bizatihi çok doğal bir olgudur ve ifade ettiği anlam açısından istisnai bir öneme sahiptir. Ancak bu, Çinli işçilerin, kendilerini muazzam genişlikteki ülkelerinin her tarafında Çin burjuvazisi ve yabancı emperyalizmin ayakları altında buldukları gerçeğini değiştirmez. Proletarya, devlet iktidarı kendi ellerinde olmadığı sürece, köylülük üzerindeki “devlet hegemonyası”nı hangi biçimde somutlayabilir? Bunu anlamak kesinlikle imkânsızdır. Yalıtık komünistlerin ya da yalıtık komünist grupların köylü savaşındaki önder rolü iktidar sorununu karara bağlamaz. Belirleyici olan sınıflardır, partiler değil. Köylü savaşı –eğer zaman açısından çakışırlarsa– proletarya diktatörlüğünü destekleyebilir, fakat hiçbir koşulda proletarya diktatörlüğünün yerine ikame edilemez.[6]
Proletarya, toplumun siyasal sahnesinde kendi sınıfsal örgütlülüğüyle yerini almadığı sürece, işçi sınıfının devrimci siyasal mücadelesinin yerine kendi örgütsel varlığını ikame ederek toplumsal kurtuluşun önünü açabileceğini iddia edenlere, proletarya olmaksızın da sosyalist devrimin gerçekleşebileceğinden bahsedenlere, “belirleyici olan sınıflardır, partiler değil” fikrinden daha ağır bir tokat düşünülebilir mi? Çin kırsalında ÇKP’nin kazandığı “başarı”ları kendi övünç vesilesi haline getirerek, ÇKP çizgisini el altından destekleyen Stalinist bürokrasinin ileri sürdüğü görüşlerle hesaplaşırken, Troçki, ÇKP’nin nasıl bir proleter parti olmaktan çıktığını belirtiyor:
Komünist Partisi neyi temsil ediyor? Hiç umulmadık bir biçimde 1930’un sonlarında Komünist Partinin yaklaşık “200.000 üyesi” olduğunu bu makaleden öğreniyoruz. ... Eğer gerçekte partinin elli, kırk ve hatta yirmi bin üyesi bile olsaydı, ikinci Çin devrimini yaşadıktan ve onu derslerini özümsedikten sonra artık bunun etkili ve yenilmez bir güç olduğunu; böyle kadrolarla tüm Çin’i dönüştürebileceğimizi söylerdik. Ama aynı zamanda şunu da sormak zorunda kalırdık: Bu yirmi bin işçi sendika üyesi midirler? Sendikalar içerisinde ne tür bir çalışma yürütüyorlar? Etkileri artıyor mu? Örgütlerini örgütsüz ve kırsal periferideki kitlelerle birleştiriyorlar mı? Hangi sloganlarla?
... Emin olabiliriz ki, bu 200.000’in aslan payı –diyelim ki yüzde 90 ila 95’i– “Kızıl Ordu” birliklerinin aktif olduğu bölgelerden gelmektedir. Politik tabloyu net bir biçimde görebilmek için, köylü birliklerinin politik psikolojisini ve faaliyet yürüttükleri koşulları tasavvur etmek gerekir: Partizanlar, büyük ihtimalle, zaten partide kayıtlıdırlar ve sonra da ele geçirilen bölgelerdeki köylüler gelir. “Kızıl Ordu” ve “sovyet iktidarı” kadar Çin partisi de proleter parmaklıklarını yıkmış ve kırsal bölgelere ve taşraya doğru yola çıkmıştır.[7]
Az önce yukarıda aktardığımız istatistiksel bilgiler Troçki’nin yüzde tahmininin ne denli gerçeğe yakın olduğunu gösteriyor. Ama daha da önemlisi, Troçki ne sayılarla ne de sıfatlarla gözü boyanmayacak kadar deneyimli bir devrimci olduğunu ve bir hareketin sınıfsal tabiatını anlamak için nereye bakılması gerektiğini bildiğini sorduğu sorularla ortaya koymaktadır.
Mandel, ÇKP ya da Halkın Kurtuluş Ordusunun gövdesi köylü de olsa, yönetiminin proleter ve komünist unsurlardan oluştuğunu savunuyordu. Oysa Troçki’ye göre HKO, “bileşimi itibarıyla köylü, liderliği itibarıyla küçük-burjuva olan bir ordu”dur! Ama yine de varsayalım ki durum Mandel’in çarpıttığı gibi olsun. Bunun hiçbir şeyi değiştirmediğini bir kez daha şöyle anlatır Troçki:
Fakat yine de Çin Kızıl ordularının başındakiler Komünistler değil midir? Bunun kendisi, köylü müfrezeleri ile işçi örgütleri arasındaki çatışma olasılığını ortadan kaldırmaz mı? Hayır, bu söz konusu olasılığı dışlamaz. Tekil Komünistlerin köylü ordularının liderliğinde bulunmaları olgusu hiçbir şekilde bu orduların toplumsal karakterini dönüştürmez, hatta onların Komünist liderleri kesin bir proleter damga taşısalar bile. Peki Çin’de meselenin durumu nedir?
... Kent proletaryası zeminine sıkıca dayanan bir Komünist Partinin, işçiler aracılığıyla bir köylü savaşına önderlik etmeye çalışmasıyla; gerçekten Komünist olan ya da yalnızca bu ismi almış olan birkaç bin ve hatta birkaç on bin devrimcinin, proletaryanın ciddi bir desteğine sahip olmaksızın bir köylü savaşının liderliğini ele almaları tümüyle farklı şeylerdir. Çin’deki durum tam da bu ikincisidir.
... Çin’de, bileşimi itibarıyla köylü ve liderliği itibarıyla küçük-burjuva olan ordu ile işçiler arasındaki çatışmaların nedenleri ve temelleri yalnızca ortadan kalkmamış değildir, tersine tüm koşullar, bu çatışma olasılığını büyük ölçüde arttıracak ve hatta bunu kaçınılmaz kılacak türdendir.[8]
Mandel, 1937’den sonra ÇKP’ye kentten binlerce ve on binlerce unsurun katıldığını belirtir ve bunu da ÇKP’nin “esasen proleter bir toplumsal gücü temsil ettiği”nin göstergesi sayar.[9] Mandel tümdengelimci bir mantıkla reddetse bile söz konusu bu katılımlar, kentli küçük-burjuva unsurların ve en başta da öğrencilerin, Çin-Japon Savaşında hiçbir ciddi direniş göstermeyen Çan Kay-şek hükümetine karşı gösterdikleri tepkinin bir sonucu olmaktan başka bir şey değildir. Bu katılımcıların arasında işçilerin de olması ve Troçki’nin belirttiği gibi “gerçekten Komünist olan ya da yalnızca bu ismi almış olan birkaç bin ve hatta birkaç on bin devrimcinin” bulunması, gerçekliği zerre kadar değiştirmez.
Troçki’nin parlak analiz ve öngörüleri, 1949 devriminden on yedi yıl önce yapıldı ve harfiyen doğrulandı. Troçki bu eşsiz değerlendirmelerini sonuca şöyle bağlıyordu: “Köylülüğün ikili tabiatını unutan Marksist değildir. İleri işçilere, «komünist» etiketler ve bayraklar arasından gerçek toplumsal süreci ayırt etmek öğretilmelidir.” Bunu öğrenemeyenin DE olduğu ortada değil mi?
“Sürekli devrim dinamikleri”
Mandel’in ve ölümünden önce önderi durumunda olduğu uluslararası akımın ileri sürdüğü sürekli devrim dinamiği vb. gibi iddiaların Marksizmle bağdaşması hiçbir şekilde mümkün değildir. Çünkü Marksizm, siyasal tarihte, sınıfların karşılıklı mücadelelerinin, örgütlülüklerinin ve sınıf bilincinin dışında, bunlardan bağımsız olarak bir doğa yasası gibi işleyen bir dinamik tanımaz. Ve zaten Troçki de, hiçbir zaman gerçek bir devrimci işçi hareketinden ve onun enternasyonalist komünist öncü partisinin izleyeceği doğru politikalardan ve tüm bunların sonucu olarak proletaryanın iktidarı fethinden bağımsız olarak, bir sürekli devrim dinamiğinden bahsetmemiştir. Keza Komintern’in Altıncı Kongresinde, Lominadze’nin ileri sürdüğü fikirlerle polemik yürütürken, kapitalist toplumda her gerçek devrimin sürekli devrime dönüşme eğiliminde olduğuna değiniyor ve şöyle sürdürüyordu bu görüşünü:
Çin devrimi, iktidarın proletarya tarafından fethedilme olanağını içerdiği sürece, kendi bağrında sürekli hale gelme eğilimini barındırır. Bu olmaksızın ve bunun dışında sürekli devrimden bahsetmek Danaidlerin fıçısını doldurma çabasına benzer. Yalnızca proletarya, devlet iktidarını ele geçirdikten ve bu devlet iktidarını ülke sınırları dahilinde olduğu kadar bu sınırların ötesinde de baskı ve sömürünün her türlü biçimine karşı mücadelede bir araca dönüştürdükten sonra, böylelikle devrime sürekli bir karakter sağlama, bir başka deyişle, tam bir sosyalist toplum inşasına girişme olanağını kazanır. Bunun zorunlu koşulu, proletaryayı önceden iktidarın fethine hazırlayan bir politikayı tutarlılıkla hayata geçirmektir. Ama Lominadze devrimin sürekli gelişme olanağından (komünist politikanın doğru olması koşuluyla), bir vuruşta ve her zaman için “uzun yıllar süren” bir devrimci durumu garanti altına alan skolastik bir formülü anlamıştır. Devrimin sürekli karakteri böylelikle, kendini, önderliğin politikasından ve devrimci olayların maddi gelişiminden bağımsız olarak tarihin üstüne yerleştiren bir yasa haline gelmektedir.[10][abç]
Mandel’e göre, ÇKP önderliği gibi “pragmatist önderlikler”in ne söylediklerinden çok ne yaptıklarına bakılmalıdır. Ama Mandel bu ikisi eğer birbiriyle çelişiyorsa, bu çelişkinin Marksist bir analizinin yapılması gereğini es geçmiştir. DE’ye göre, ÇKP önderliği gizli Troçkist bir önderlikti, farkında olmaksızın sürekli devrim yapmışlardı! Yugoslav devriminin önderi olan Tito ise Troçki’ye çok daha yakındı! DE’nin önde gelenlerinden P. Frank, proletarya ayaklanmalarına gerek bile kalmadan 1949’da Çin’de bir sürekli devrim olduğunu söylemeye kadar vardırdı işi. Frank’a göre, Maocu önderlik, “sürekli devrim yönettiğini ancak 12 yıl sonra anlamış”tı![11] Mandel’e göre, ÇKP yöneticilerin, ÇHC’ye ilişkin olarak ilk başlarda “dört sınıf bloğu” vb. gibi görüşler öne sürmelerine rağmen, kısa süre sonra ÇHC’nin bir proletarya diktatörlüğü olduğunu kabul etmeleri, aslında Troçki’nin haklı olduğunu “sessizce” kabullenmeleri anlamına geliyordu.[12]
Bu tip gayri ciddi ve anti-Marksist fikirlerin ne Troçki’yle ne de Lenin’le hiçbir ilişkisi olamaz. Yukarıda Troçki’nin de belirttiği gibi, bir devrimin süreklilik karakteri göstermesi proletaryanın kendi öz-örgütlenmeleri aracılığıyla iktidarı fethetmesine bağlıdır. Ve kitlelerin devrimci seferberliği devrimci Marksist bir önderlik tarafından yönetilmediği sürece, bu tip devrimlerin muzaffer bir proleter devrim olma şansı yoktur. Tarih, maalesef, insanlığın kurtuluşu gibi devasa bir sorunun çözümünü, yani proleter devrimin zaferini, ne yaptığını ancak 12 yıl sonra kavrayan “pragmatist” önderliklere bahşedecek kadar bonkör değildir. Durum bu olsaydı, devrimci Marksistlere hiç gerek kalmazdı.
Bir devrimin süreklileşme olanağı, proletaryanın siyasal egemenliğiyle açılan tarihsel dönemin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanır. Tam da demokratik görevlerin çözümü için iktidara gelen proletarya, hızla ve kaçınılmaz olarak, kendi sınıfsal sorunlarıyla da yüz yüze kalır. Bir yanda kendi öz-örgütlülüğüne dayalı komün tipi bir devlet aygıtını elinde bulundururken, yani silahlı bir güç olarak örgütlenmişken, diğer yanda iktisadi ilişkiler alanında bir ücretli köle durumunu muhafaza etmesinden kaynaklanan çelişki, onu eninde sonunda burjuva mülkiyetle bir hesaplaşmayla karşı karşıya bırakır. Proletarya eğer doğru bir önderliğe sahipse bu mülkiyette önce derin gedikler açma yoluna girer ve kısa sürede de üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyetin tasfiyesine girişir. İşte devrimin sürekliliğinden anlaşılması gereken budur. Proletaryanın, iktidarı fethetmesi, devrimi tamamlamaz, tersine onu sadece başlatır. Bu nedenle, proletaryayı iktidara getiren, devrimin sürekli karakteri değildir, tersine sürekli bir devrimin yolunun açılmasının ön koşulu proletaryanın kendisini egemen sınıf katına yükseltmesi, yani öz-örgütlenmelerine dayanarak iktidarı fethetmesidir.
1917’de Rusya’da gerçekleşen devrimlerden Şubattakini demokratik devrim olarak, Ekimdekini de sosyalist devrim olarak kavramak Stalinistlerin ayırt edici görüşüdür. Oysa 1917 Şubat devriminin yaptığı tek şey Çarlık iktidarını yıkmak ve yerine bir iktidarsızlık ya da ikili iktidar geçirmekti. Rusya’da demokratik devrim ancak Ekim ayında Bolşeviklerin önderliğindeki Sovyetlerin tüm iktidarı kendi ellerinde toplamasıyla zafer kazanmıştır. Toprağın millileştirilmesi, Çarlığın baskısı altında ezilen uluslara bağımsız devlet kurma hakkının tanınması, Kurucu Meclisin toplanması ve Rus devriminin özgül sorunlarından biri olan barış görüşmelerinin başlaması ancak Ekim devrimiyle mümkün olmuştur. Devrimin süreklilik özelliği kazanması tam da Ekimle birlikte başlar. Unutulmamalıdır ki, 1918 güzüne kadar Sovyet iktidarı burjuva mülkiyetini tasfiye etmemiş, üretimde işçi denetimi aracılığıyla yalnızca bu mülkiyette derin gedikler açmakla yetinmişti. Ama buna rağmen, tam da yukarıda değindiğimiz çelişki, Ekim devriminin hemen ardından Rus işçilerinin kendiliklerinden ülkenin birçok yöresinde büyüğünden küçüğüne birçok işletmeyi kamulaştırmalarına, kendi yönetimlerine almalarına ve burjuvaları kapı önüne koymalarına yol açmıştı. Her zamanki gibi, hukuk yine fiilden sonra geldi. Burjuva mülkiyet önce fiilen sonra resmen tasfiye edildi ve arkasından da iç savaş patlak verdi.
Mandel gibiler, anti-Marksist tezlerle sürekli devrim teorisinin en önemli ayaklarından birini teşkil eden dünya devrimi ve enternasyonalizm fikrine de ağır darbeler indirmiş oluyorlar. Çünkü proleter devrim ulusal arenada başlasa bile ancak dünya arenasında tamamlanabilecek bir devrimdir. Geri bir ülkede, küçük-burjuva bir önderliğin iktidarı fethini sürekli devrim olarak adlandırırsak, sürekli devrim anlayışının milliyetçi bir devrim anlayışından ne farkı kalacaktır? Oysa devrimin sürekliliği yalnızca ulusal alanda kavranabilecek bir olguyu değil, uluslararası alanda sosyalizmin nihai zaferine dek sürecek bir mücadeleyi anlatır. Troçki’nin deyişiyle, devrimin sürekliliği, “daha yeni ve daha modern anlamda”, onun uluslararası devrime büyümesi anlamını da taşır. Bu açıdan bakıldığında, tarihsel sınırları ve politik ufku, ulusal kurtuluşla sınırlı her çeşidinden küçük-burjuva devrim anlayışlarının tersine, proletarya kendi önüne kapitalizmin evrensel ölçekte tasfiyesine dayalı bir toplumsal kurtuluş perspektifini koyar. Ve nasıl ki tek bir ülkenin sınırları içinde yalıtık kalan bir proleter devlet eninde sonunda çökmek zorunda kalacaksa, tek bir ülkede yalıtık kalmış bir proleter devrim de süreklilik karakterini yitirir. Böylesi bir devrim kelimenin gerçek anlamıyla muzaffer bir devrim olarak bile adlandırılamaz, o sadece Lenin’in dediği gibi, dünya işçi sınıfı hareketinde çok değerli bir deneyim olarak mütevazı bir yer edinir o kadar.
Sürekli devrim teorisi “aksadı” mı?
Lenin’in de Troçki’nin de tartıştıkları sorun, geri ülkelerin önünde duran ve tarihsel olarak burjuva demokratik görevler kategorisine giren görevlerin nasıl çözüleceğiydi. Ne Lenin ne de Troçki, proletaryanın bu görevleri kendiliğinden, geri bir bilinç ve örgütlülük düzeyiyle çözemeyeceğinin çok iyi farkındaydılar. Bu görevin altından kalkabilmek için proletaryanın gerek sendikal gerek siyasal anlamda örgütlenmesi, siyasal mücadele sahnesinde kendi bağımsız çıkarları temelinde yerini alması, çeşitli kavgalardan, kısmi ayaklanmalardan ve en sonu belki de yenilgiyle biten devrimlerden geçerek belli bir siyasal olgunlaşmışlık ve deneyime sahip olması gerekiyordu. Marksistler bu nedenle yenilgiyle de bitmiş olsa 1905 Rus devrimini, 1917 devriminin provası olarak gördüler. Ve bu prova olmaksızın Ekim devriminin asla başarılamayacağını belirttiler. Çünkü ne Lenin ne de (Tony Cliff’in iddialarının aksine) Troçki, proletaryanın kendi içinde gizli ve her koşulda geçerli bir devrimci önderlik rolünden bahsetmediler. Böylesi bir önderlik rolü, potansiyel olarak mevcuttu, ama ancak mücadele ve örgütlülükle kazanılabilirdi.
İşte Troçki, daha teorisini yeni geliştirmişken, Sonuçlar ve Olasılıklar adlı broşüründe, proletaryanın iktidarı fethini, bir zorunluluk, sınıf mücadelesinden bağımsız bir doğa yasası olarak değil, bizzat sınıf mücadelesinin niteliği, iç bağıntıları ve yönteminden çıkan bir olasılık olarak koymuştu. Bu olasılığın kaynağında yatan şey, emperyalizm çağında, burjuva demokratik görevlerin bütünsel ve gerçek bir çözümünü başarabilecek tek gücün proletarya diktatörlüğü olması idi.
Troçki’nin bu temel önermesi, kesinlikle doğrulanmıştır. Gecikmiş bir kapitalist gelişim yaşayan geri ülkelerin önünde duran burjuva demokratik görevleri üç kategoride toplamak mümkündür: demokratik cumhuriyet ve siyasal özgürlükler sorunu, toprak sorunu, ulusal bağımsızlık ve ulusal birlik sorunu. Bu açılardan bakıldığında, ister Çin, Vietnam, Küba gibi kapitalist üretim ilişkilerini tasfiye etmiş olanları olsun; ister Türkiye, Hindistan vb. gibi kısmen uzlaşmalarla kısmen de mücadeleyle kapitalist bir gelişim yoluna girmiş olanları olsun, 20.yüzyılda gerçekleşen tüm ulusal devrimlerin, yukarıda bahsettiğimiz görevleri tutarlı ve bütünsel bir biçimde çözemediğini görürüz. Bu devrimler, ister birinci ister ikinci kategoridekiler olsun, esasen ulusal bağımsızlık ve ulusal birlik görevini çözmüşler, ama diğer iki temel görevinin ya birini ya da her ikisini de askıya almışlardır. Birinci kategoride saydığımız Çin, Küba vb. gibi ülkelerde gerçekleşen devrimler, toprak sorununu da devletleştirme aracılığıyla süreç içerisinde çözmüş bulunmalarına rağmen, demokrasi ve siyasal-sendikal özgürlükler sorunu olduğu gibi kalmış ve daha da kötüsü, bürokratik diktatörlük rejimi altında kitleler en temel demokratik haklarından bile mahrum edilmiştir. İkinci kategoride saydığımız Türkiye, Hindistan vb. ülkelerde gerçekleşen “devrimler” ise tarım devrimi sorununa hiçbir şekilde el atamadığı ve kıra kapitalizmin girişini evrimsel bir dönüşüm sürecine havale ettiği gibi, yine demokrasi ve siyasal özgürlükler konusunda da bir burjuva demokratik devrimden beklenmesi gereken açılımları sağlayamamış ve genellikle ortaya otoriter ve totaliter rejimler çıkmıştır.
Demek ki, proletarya iktidara gelmediği sürece bu görevlerin, gerçek ve bütünsel bir çözülüşünden değil, ancak kısmen ve bir karikatür olarak çözülüşünden bahsedilebilir. İşte bu anlamda, “demokrasi ve ulusal kurtuluş görevlerinin tam ve gerçek çözümü, ancak boyunduruk altındaki ulusun ve en önemlisi de köylü kitlelerinin önderi olarak proletarya diktatörlüğü ile mümkündür.”[13] Bu aynı zamanda, bu görevlerin, Troçki’nin deyişiyle “tam ve gerçek” olmayan, Lenin’in deyişiyle de “sonuna dek götürülmeyen” bir “çözümü”nün de varolduğu anlamına gelir ki, yukarıda bahsettiğimiz örneklerde gerçekleşen şey de budur. Zaten Troçki de, hiçbir şekilde, bu “tam ve gerçek” çözümün her ülke için hayata geçirilebilir olduğunu savunmadı. Tersine, Stalinizm, bir devrimle yüz yüze olan ülkeleri, sosyalizm için olgunlaşmış ve sosyalizm için olgunlaşmamış ülkeler olarak iki kategoriye bölerken, Troçki, tek başına ele alındığında hiçbir ülkenin sosyalizm için olgunlaşmış olamayacağını belirtiyor ve ardından da bu ayrımın yerine, geri ülkeler için, proletarya diktatörlüğü için siyasal olarak olgunlaşmış ve olgunlaşmamış ülkeler ayrımını öneriyordu. Bu ayrımın en önemli tarafı, ülkeleri yalıtık birer bütün olarak ele alan ve yalnızca iktisadi istatistiklerin cansız ve donuk verileri temelinde çıkarsamalarda bulunan mekanik bir değerlendirmeyi dışlaması ve bunun yerine, onları, dünya kapitalizmiyle ve dünya ölçeğinde yürüyen sınıf mücadelesiyle bağlantısı içerisinde, kendi içlerinde gerçekleşen sınıf mücadelesinin dinamikleriyle, işçi sınıfının siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyinin gelişmişliğiyle ve sınıfların karşılıklı konumlanışlarının değerlendirilişiyle ele almasıdır. Troçki, hiçbir yanlış anlamaya yol açmayacak biçimde, tüm bunlara rağmen yine de proletarya diktatörlüğü için henüz olgunlaşmamış ülkelerin olduğunu belirtir ve bu ülkelerin tam da bu nedenle burjuva demokratik görevlerin tam ve gerçek bir çözümüne henüz hazır olmadığını söyler: “Köylülüğü birleştirmek ve iktidarı almak için yeterince hazır bir proletaryası olmayan geri bir sömürge ya da yarı sömürge ülkenin demokratik devrimi tamamlaması mümkün değildir.”[14] Bu sorun önceden saptanabilecek bir sorun değildir. Elbette ki, proletaryanın geri bir ülkede politik önder rolü oynayabilmesi için, o ülkenin kapitalist gelişiminin ulaşması gereken bir eşik değer mevcuttur. Kapitalist üretim ilişkilerinin henüz egemen üretim ilişkileri haline gelmediği, ülkenin iktisadi yaşamının sinir merkezlerini ele geçirmediği (ki bunlar hiçbir şekilde yüzde 50+1 sorunu değildir), toplumun siyasal ve kültürel yaşamında kentlerin öne çıkmadığı daha yolun başındaki bir geri ülkede; proletaryanın daha kendisi için bir sınıf olarak bile şekillenmediği, hiçbir mücadele ve örgüt deneyiminin bulunmadığı bir ülkede, devrimci bir proleter hareketten bahsetmek hayaldir. Ancak yine de hiç kimse böylesi bir eşik değeri önceden kesin olarak saptayamaz. Bu sorunu çözüme bağlayacak yegâne ölçüt, mücadelenin kendisidir:
Somut, tarihsel, politik ve güncel sorun, Çin’in “kendi” sosyalizmi için ekonomik olarak olgunlaşıp olgunlaşmadığına değil, proletarya diktatörlüğüne politik olarak hazır olup olmadığına indirgenebilir. Bu iki sorun hiçbir şekilde özdeş değildir. Eşitsiz gelişme yasası olmasaydı bunlar özdeşmiş gibi algılanabilirdi. Bu yasanın oturduğu ve ekonomi ile politika arasındaki karşılıklı ilişkiye bütünüyle uygulandığı yer burasıdır. Öyleyse Çin proletarya diktatörlüğü için olgunlaşmış mıdır? Sadece mücadele deneyimi bu soruya kesin bir yanıt sağlayabilir. Aynı nedenle, Çin’in gerçek birliği, kurtuluşu ve yenilenmesinin ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleşeceğine gelince, bu sorunu ancak mücadele çözebilir.[15]
Bir başka deyişle, geri bir ülkenin önünde burjuva demokratik görevler duruyor diye, bu ülkenin bu görevlerin üstesinden gelmesi gerektiği şeklinde bir zorunluluk yoktur. Proletaryanın da bu görevleri çözmek için daha baştan yeterince olgun olmak gibi bir özelliği mevcut değildir. Demek ki, devlet kapitalizmi teorisinin öncüsü Tony Cliff’in, her koşulda devrimci bir rol oynamaya muktedir bir proletaryayı varsayar diye Troçki’ye atfettiği değerlendirme gerçekte ayakları havada duran bir yakıştırmadan öte bir şey değildir. Hayır. Sürekli devrim teorisi “aksamamış”tır, tersine, onun en temel önermelerinin hepsi doğrulanmıştır.
Küçük-burjuvazi bağımsız bir rol oynadı mı?
Yukarıda ikinci kategoride saydığımız ülkelerde, ulusal bağımsızlık hareketleri bağımsız burjuva devletlerin ortaya çıkışıyla sonuçlanmış, ve pre-kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi, bu ülkelerin dünya pazarına entegre oluş derecesine bağlı olarak bir evrim sürecine yayılmıştır. Bu tip ülkelerde bu nedenle demokratik devrimin ancak evrimsel bir süreç içinde tamamlanabildiğinden bahsedebiliriz ki bu da sürekli devrim teorisini tersinden doğrular. Bu tip ülkelerde, ortaya çıktıkları ve ulusal kurtuluş hareketine önderlik ettikleri sürece, küçük-burjuva önderliklerin bağımsız bir rol oynadığından zaten söz edilemez. Olsa olsa bu tip önderliklerin büyük burjuvazinin yolunu açmış olduğundan bahsedilebilir.
Yine yukarıda ilk kategoride saydığımız ülkelerde ise, ulusal kurtuluş hareketlerinin bağımsız burjuva devletlerin ortaya çıkışıyla değil, SSCB tipinde bürokratik diktatörlüklerin inşasıyla sonuçlandıklarını görürüz. Bu devletlerin birer işçi devleti olmadığı son derece açıktır. Ancak bir o kadar açık olan diğer bir husus da, bu devletlerin birer burjuva devleti de olmadığıdır. İşte sorun tam da bu noktada başlamaktadır. Bu durumda geriye kalan tek seçenek, bu devletlerin küçük-burjuva nitelikte olduğudur. Oysa bu sonuç, Marksizmin küçük-burjuvazinin bağımsız bir rol oynayamayacağı şeklindeki temel önermesiyle açıkça çelişiktir.
“Köylülük” diyordu Troçki, “belirleyici anlarda hep ya burjuvaziyi ya da proletaryayı takip etmiştir. Köylü partisi denen partiler bu gerçeği saklayabilirler, ama onu ortadan kaldıramazlar.” Ama yukarıda da gördük ki, Troçki son derece haklı olarak ÇKP’yi ve onun denetimindeki orduyu, gövdesini köylülerin, liderliğini de küçük-burjuva unsurların oluşturduğu bir örgüt olarak değerlendiriyordu. Ve 1949’da gerçekleşen devrim tam da bu örgütün önderliğinde gerçekleşmişti! O zaman ÇKP adındaki bu köylü partisi nasıl oldu da hem burjuvaziden hem de proletaryadan bağımsız bir rol oynayarak iktidarı ele geçirebildi ve aradan elli yıl geçtikten sonra bile halen Çin’de iktidarda bulunabiliyor?
Yanıtın püf noktası SSCB’de egemenliğini ilân etmiş olan Sovyet bürokrasisinde yatmaktadır. “Kısa yirminci yüzyıl”, Ekim devriminden ve bu devrimin bir karşı-devrimle tasfiyesinden doğan Stalinist diktatörlükten bağımsız olarak hiçbir şekilde anlaşılamaz. Ekim devrimi, kapitalizmin yirminci yüzyıldaki ilerleyişini geçici olarak da olsa kendi yolundan saptırmıştır. İleri kapitalist ülkelerde, kapitalizmin düzenlenmeye çalışılmasına dayalı iktisadi politikalar, “sosyal devlet” anlayışının geliştirilmesine dönük sosyal politikalar vb. SSCB’nin varlığından bağımsız olarak düşünülemez. Aynı şekilde, geri ülkeler üzerinde ileri kapitalist ülkelerin sömürgesel baskısının azalmasından, sömürgesizleşme politikalarına, geri ülkelerde gerçekleşen ulusal kurtuluş devrimlerine şu veya bu ölçüde göz yumulmasına kadar bir dizi olgu da (tek ve belirleyici faktör olarak olmasa bile) SSCB’nin uluslararası bir güç olarak dünya sahnesine çıkışından bağımsız olarak düşünülemez. SSCB’ nin varlığı, bu açıdan, emperyalizm aşamasına girmiş olan kapitalizmin, sömürgesiz, kendi ayakları üzerine dikilmiş, entegre olmuş bir dünya pazarı ve bu temelde entegre bir kapitalist dünya ekonomisi geliştirmesi için ilâve bir zorlayıcı faktör olmuştur. Hele ki II. Dünya Savaşı sonrasında gelişen soğuk savaş ortamında, burjuvazi ile proletarya arasındaki sıcak sınıf mücadelesinin de soğutulmaya çalışılması ve ileri kapitalist ülkelerde devrimci işçi hareketinin en iyi durumda marjinal bir varlığa indirgenerek geçici de olsa tasfiye edilmesi, geri ülkelerin devrimci entelijensiyası arasında bir yanda SSCB önderliğindeki dünya ile diğer yanda ABD önderliğindeki dünya arasında ideolojik bir seçim yapma zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.
İşte Çin küçük-burjuva devrimciliğinin bu denli “istisnai bir rol” oynayabilmesi de, Çin devriminin içsel dinamikleriyle değil, ancak ve ancak Sovyet bürokrasisinin uluslararası alanda, dünya burjuvazisi ve dünya proletaryasından bağımsız üçüncü bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkışıyla açıklanabilir bir şeydir. Troçki, Çin devrimine ilişkin yazılarında, Çin’in hele ki verili geri düzeyi dikkate alındığında, Çin devriminin toplumsal içeriğinin kapitalizmin çerçevesini aşmasının ancak dünya çapındaki sınıf mücadelesinin gidişatıyla bağlantısı içerisinde düşünülebilir olduğunu defalarca belirtmişti.
Aynı uluslararası bağıntıdan yola çıkarak denebilir ki, SSCB’de Stalinist bürokrasinin egemenliğini ilân etmesinin hemen ardından, 1930’lu yıllarda girişilen zorla kolektifleştirme ve hızlı sanayileşme politikalarıyla birlikte bir “sosyalist” kalkınma modeli, burjuva akademik dünyasında da gittikçe tartışılır bir model haline geldi. Hele ki II. Dünya Savaşından SSCB’nin galip çıkmasıyla birlikte bu model, güvenilir ve ayakta kalabilir bir model olduğunu özellikle küçük-burjuva aydın kesimin gözünde kanıtlamış oluyordu. Stalinist Sovyet bürokrasisinin ideolojik, politik ve örgütsel çerçevesini zaten çizmiş olduğu bu model, özellikle geri ülkelerdeki aydın kesim açısından, sömürge baskısından, ulusal ezilmişlik ve horlanmışlıktan, iktisadi ve kültürel gerilikten kurtuluş ve böylelikle modernleşme, sanayileşme ve kalkınma açısından yeni bir çözümü temsil ediyordu. Hele ki, bu kalkınma modelinin üstyapısı olarak sunulan tek parti diktatörlüğü, küçük-burjuva aydın doğasının ayrılmaz bir parçası olan kariyerizmle, toplumu bir yandan hor görürken diğer yandan kendini onun bir parçası olarak hissetme eğilimiyle, kendisini sürekli olarak elit bir tabaka olarak ayırt etme arzusuyla, çektiği “cefaların” karşılığını maddi ve sosyal ayrıcalıklarla alma dürtüsüyle ve en sonu toplumun önünde bir kurtarıcı olarak gururla boy gösterme sevdasıyla birebir örtüşüyordu. Küçük-burjuva aydın kesim için, SSCB’nin Batı dünyasına meydan okuyan maddi varlığı, yüzünü dönebileceği bir Kabe’yi temsil ediyordu aslında. İşin aslı Troçki, Çin özelinde, küçük-burjuva devrimci önderler ve “komutanlar” için bu güdüleri şu satırlarla çok güzel anlatır:
Kızıl müfrezelerin Komünist liderleri arasında şüphesiz proleter mücadele okulundan geçmemiş birçok deklase olmuş aydın ve yarı-aydın mevcuttur. İki ya da üç yıl boyunca partizan komutanı ve komiseri olarak yaşam sürdüler; savaş verdiler, toprak fethettiler vb. Kendi çevrelerinin ruhunu özümsediler. Bu arada Kızıl müfrezelerdeki sıra neferi Komünistlerin çoğunluğu tartışmasız köylülerden; tüm dürüstlüğü ve içtenliğiyle Komünist adını kabul eden ama gerçekte devrimci yoksullar ya da devrimci küçük mülk sahipleri olarak kalan köylülerden oluşur. Politikada, toplumsal olgularla değil unvanlarla ya da etiketlerle yargılara varanlar kaybederler. Bu, söz konusu politika elde silah gerçekleştirildiğinde haydi haydi geçerlidir. ...
... Çin “Kızıl Ordu”sunun komuta kademesi, hiç şüphe yok ki, emir vermenin alışkanlığıyla kendi kendisine telkinde bulunmakta başarılı olmuştur. Güçlü bir devrimci partinin ve proletaryanın kitle örgütlerinin yokluğu, komuta kademesi üzerindeki kontrolü hakikatte imkânsız kılıyor. Komutanlar ve komiserler durumun mutlak hakimi kılığında gözükmektedirler ve şehirleri işgal ettikleri takdirde işçilere tepeden bakmaya oldukça eğilimli olacaklardır. İşçilerin talepleri onlara, genellikle münasebetsizce ve düşüncesizce görünebilir.
Şehirlere gelindiğinde, muzaffer orduların kurmay ve bürolarının proleter barakalarında değil, kentin en göz alıcı binalarında, burjuvaların evleri ve apartmanlarında kurulması gibi “önemsiz şeyler” de unutulmamalıdır; ve tüm bunlar köylü ordularının üst katmanının kendisini hiçbir surette proletaryanın değil, “kültürlü” ve “eğitimli” sınıfların bir parçası olarak hissetme eğilimini kolaylaştırır.[16]
Çin’deki sözde komünistlerin bu satırlarda dile getirilen ruh hali, aslında tüm geri ülkelerin küçük-burjuva devrimcilerine doğrudan genelleştirilebilir. Troçki’nin bu tespitinde asla yanılmadığını tarih defalarca gösterdi.
Troçki, küçük-burjuvazinin ya proletaryanın ya da burjuvazinin peşine takılmak gibi ikili bir seçenekle karşı karşıya olduğu görüşünü ilk olarak formüle ettiğinde (1906) daha Sovyet bürokrasisi diye bir şey yoktu. Sürekli Devrim adlı eserinde bu yaklaşımı daha da ayrıntılarıyla geliştirdiğinde ise SSCB henüz bir dünya gücü haline gelmemişti. Ama Sovyet bürokrasisi tüm ihtişamıyla ayağa dikildiğinde bile, Troçki bu bürokrasiyi işçi sınıfının bir katmanı olarak değerlendirdi. Yanlış olan görüş budur! Sovyet bürokrasisi, her ne kadar dünya kapitalizminin varlığı koşullarında dünya-tarihsel ölçekte bir kararlılığa sahip olmasa da, yeni bir toplumsal sistemden ziyade eski Asyatik geleneğin yirminci yüzyıla uzanmış bir yansısı bile olsa, bağımsız bir devletlû sınıf olarak değerlendirildiği andan itibaren sorun çözüme bağlanır. Bu kendine özgü geçici tarihsel fenomen, yirminci yüzyılda yine kendine özgü bir küçük-burjuva devrimci seferberliğin (ki buna Stalinist popülizm diyoruz) temel kalkış noktasını teşkil eder. Böylelikle artık küçük-burjuvazinin kendi doğasında yatan politik iktidarsızlığı aştığını söyleme zorunluluğu ortadan kalkar. Çünkü küçük-burjuvazinin ardından gidebileceği yalnızca iki sınıf yoktu artık. SSCB ve onun temsil ettiği yol, devrimci küçük-burjuvazi açısından, ardından gidilebilecek üçüncü bir seçeneği ortaya koyuyordu.
Çin, Yugoslavya, Vietnam gibi ülkelerde (ki hepsinde hareketlerin önderi olarak resmi KP’ler öne çıkar), küçük-burjuva devrimci önderliklerin daha iktidarı ele geçirmeden önce şu ya da bu ölçüde bu yola angaje olmasıyla, diğerlerinde (Küba, Nikaragua vb.) ancak iktidarı ele geçirdikten aylar sonra bu yola girilmiş olması arasında, temelde hiçbir fark yoktur. Her iki durumda da temel belirleyici faktör, o ülke burjuvazisinin kitlelerin seferberliğinden duyduğu korku nedeniyle bu ulusal kurtuluş hareketlerinden uzak durması, proletaryanın cılız ve örgütsüz oluşu sebebiyle bir önderlik rolü oynayamaması ve geriye tek seçenek olarak SSCB’nin sunduğu “kalkınma modeli”nin kalıyor oluşudur.
20.yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ulusal kurtuluş hareketlerinin önderliğini yapan küçük-burjuva aydın kesim, demek ki, Troçki’nin öngörülerini doğrular bir şekilde aslında bağımsız bir rol oynamamış, verili uluslararası konjonktürde uluslararası güçlerden biri olan Sovyet bürokrasisinin açtığı yoldan ilerlemiş ve iktidarı ele geçirdiği durumlarda kendisini bürokratik bir sınıfa, bürokratik diktatörlüklerin egemen sınıfına dönüştürmüştür. Bu olgu, görmek isteyen gözler için o denli açıktır ki, dünya üzerinde 1990’larda hâlâ varlığını sürdüren birkaç ulusal kurtuluş hareketi, tam da SSCB’nin çöküşünden sonra, tüm “Marksist-Leninist” sembollerden, söylemlerden, programlardan kendisini arındırmaya, gerilla örgütleri olmaktan çıkıp düzen içi reform partileri haline gelmeye, “demokrasi” yolunu yeniden keşfetmeye ve “uluslararası kamuoyunun” himayesi altında “demokratik” bir çözüm bulmaya giriştiler ve girişiyorlar. Bu dönüşümün nedenini, söz konusu önderliklerin “dönekliği”ne bağlamak, olsa olsa bunların gerçek niteliğini görmekten aciz kalmış olanların Marksizme ne denli yabancı olduklarını gösterir. Bu önderlikler ne hiçbir zaman taşımadıkları proleter ve Marksist niteliklerine, ne de kendi küçük-burjuva tabiatlarına ihanet ettiler. İhanet ettikleri tek şey, olsa olsa, bu tür önderliklere sahip olmadıkları nitelikleri yükleyen kuruntu sahiplerinin ham hayalleri olmuştur. Bu dönüşümü, değişen uluslararası dengelere ve Sovyet bürokrasisinin dünya siyaset ve askeri arenasından çekilip tarihteki yerini almasına bağlamak çok daha gerçekçi ve çok daha bilimsel bir yaklaşımdır. Gerek Mandelci DE’nin gerekse Tony Cliff’in yaklaşımları, tam da SSCB’nin gerçek doğasını kavrayamadıklarından ötürü, en azından ideolojik açıdan onun (ya da Çin, Küba veya Arnavutluk gibi bir başka Stalinist Kâbe’nin) şemsiyesi altında gerçekleşen ulusal kurtuluş hareketlerinin doğasını da anlamaktan, bu tür hareketlerin dar ulusal ufkunu kavramaktan ve içine girdiğimiz yeni dönemde, böylesi hareketlerin önünde duran evrim sürecine dair doğru öngörülerde bulunmaktan acizdirler.
[1] Lenin’in eserlerini bir parça okumuş olan her insan, Martinov’a karşı Lenin’in nasıl kesin bir mücadele yürüttüğünü bilir.
[2] akt: Troçki, “Çin Devrimi ve Yoldaş Stalin’in Tezleri” (7 Mayıs 1927). Bak. Elinizdeki kitap, s.74
[3] akt: Troçki, “Çin Devrimi ve Yoldaş Stalin’in Tezleri” (7 Mayıs 1927), age, s.107
[4] Troçki, “Altıncı Kongre’den Sonra Çin Sorunu” (4 Ekim 1928), age, s.272
[5] Troçki, “Çin’de Neler Oluyor?” (9 Kasım 1929), age, s.357
[6] Troçki, “Baştan Aşağı Dağınık Bir Geri Çekiliş” (Kasım 1930), age, s.424
[7] Troçki, “Çin Komünist Partisinde Neler Oluyor?” (Mart 1931), age, s.453
[8] Troçki, “Çin’de Köylü Savaşı ve Proletarya” (Eylül 1932), age, s.467 ve 469
[9] E. Mandel, Revolutionary Marxism Today, New Left Review Editions, Londra, 1979, s.157-8
[10] Troçki, “Altıncı Kongreden Sonra Çin Sorunu” (4 Ekim 1928), age, s.274-5
[11] P. Frank, “Sürekli Devrim Teorisi”, Sürekli Devrim Teorisi içinde, Yeni Yol broşür dizisi:2, s.32.
[12] E. Mandel, Alternatif Olarak Troçki, Yazın Yay., 1.bsk, s.135
[13] Troçki, Sürekli Devrim -Sonuçlar ve Olasılıklar, Yazın Yay., 1.bsk, s.157
[14] Troçki, Sürekli Devrim, Köz Yay., 1.bsk, s.193
[15] Troçki, “Çin Devriminin Özeti ve Perspektifleri” (Haziran 1928), Çin Üzerine içinde, s.247
[16] Troçki, “Çin’de Köylü Savaşı ve Proletarya” (22 Eylül 1932), age, s.467, 468 ve 469
link: Ömer Gemici, Çin Üzerine'ye Önsöz, Ağustos 2000, https://marksist.net/node/622
Dünya İşçi Hareketinden Kısa Haberler
"Avrupa Birleşik Devletleri" Sloganı İçin Uygun Zaman mı?