“Sanat gerçekliğe tutulan ayna değil, onu şekillendirmek için kullanılan çekiçtir.”
Bertolt Brecht
Sanat, insan yaratıcılığının bir yansıması olarak ortaya çıkar. Sanatçının eseri kafasında tasarladığı andan çeşitli araç-gereçle ortaya koyduğu ve son şeklini verdiği ana kadar süregelen bir yaratım sürecidir. Bu sürecin sonucunda ortaya çıkan ürün, insan ruhunu besler, güzellikle donatır ve onu inceltir. Egemen anlayış sanatı gerçeklikten kopararak, onu salt insanı eğlendiren, hüzünlendiren, oyalayan bir etkinlik haline getirmeye çalışır. Fakat gerçekçi sanatın işlevi öyle değildir. Gerçekçi sanat öğreticidir, sorgular ve sorgulatır, değiştirir ve dönüştürür, insanı harekete çağırır. Yaşanan gerçekliğe karşı çıkışı içinde taşır gerçekçi sanat, katıksız devrimcidir. Bu yönüyle bir mücadele aracı işlevi taşır, gerçekçi sanatın her dalı.
Tarih boyunca devrimciler, sanatı bir mücadele aracı olarak kullandılar. Ekim Devrimi sonrasında çıkan iç savaşta, Bolşevik şair Mayakovski’nin eserleri süsledi caddeleri, duvarları… Mayakovski, Kızıl Ordu askerlerine, işçilere, köylülere devrimi savunma azmi verdi ürettiği propaganda afişleriyle. Şili faşizm altında ezilirken 1973’te, işkence merkezine çevrilen bir stadyumda devrim şarkıları söylüyordu Victor Jara. İşkence gören devrimcilere direnç vermek için “Venceremos/Kazanacağız” diyordu ezgili yüreğiyle. Nazım’ın şiirleri, yasaklı olduğu uzun yıllar boyunca komünistler arasında elden ele dolaştı. “Yapıyla yapıcılar” şiiri “yapı”yı arayan veya onu inşaya girişen “yapıcılar”a ilham oldu. “İşçi kızı” şiiri mücadeleci tütün işçilerinin gözbebeğiydi.
Devrimci mücadelenin, insanın özünü ortaya çıkaran doğası nice devrimci sanatçı yetiştirdi. Her biri Nazım gibi, Jara gibi, Mayakovski gibi devrime bizzat hizmet ettiler. Bu yüzden karşı çıktıkları düzenin sahipleri tarafından hedef alındılar. Jara ve Neruda Şili faşizmi tarafından, Vaptsarov Nazi faşizmi tarafından katledildi. Samed Behrengi, İran Şahı tarafından Aras nehrinde boğduruldu, Mayakovski Stalin Rusya’sında intihara itildi. Paris Komününün yenilgisinin ardından komünarlarla birlikte savaşan pek çok sanatçı da kurşuna dizildi. Türkiye’deki burjuva devlet de gereğini yapmaktan geri durmadı! Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Hasan Hüseyin, Rıfat Ilgaz, Ahmed Arif, Yılmaz Güney, Ruhi Su, Ahmet Kaya… Kimisi linç edildi, kimisi öldürüldü. Sürgünlük, mahpusluk onların yaşamının ortak parçası oldu.
Devrime hizmet eden bir ürün ortaya koyan sanatçı, fiziken ortadan kaldırılsa dahi yaşamayı sürdürür. O artık yarattığı yapıtıyla yaşamaktadır. Kendi yaşadığı dönemin karakterini işlediği yapıtlarının, gelecek kuşakların yararlanacağı birer kaynak halini alması, sanatçıyı da sonsuzluğa eriştirir. Devrimci bir sanatçı sadece kendi kuşağına seslenmekle kalmaz; yapıtlarıyla gelecek kuşakların tarih bilincinin oluşmasına da hizmet eder. Devrimci durumları, devrim günlerini yaşamamış bir kuşak öylesi dönemlerin ruh halini bir şiirden, romandan, müzikten anlayabilir. Keza faşizm gibi gericilik yıllarının ruh halini anlamak açısından da sanat önemlidir. Yani sanat, devrimci bilinci geliştirmesiyle, devrimciyi beslemesiyle, kuşaklar arasındaki deneyimlerin aktarılmasında rol oynamasıyla oldukça önemli bir yer tutar mücadele içerisinde.
Mücadeleye girişen gençler, kavgayı ilk önce romanlardan, şiirlerden, resimlerden, filmlerden, tiyatro oyunlarından, şarkılardan tanımaya başlarlar. John Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Vedat Türkali’nin Güven’i, Orhan Kemal’in Cemile’si, Gorki’nin Ana’sı mücadele içerisindeki ilk gençlik yıllarının başucu kitaplarıdır. Tesadüf olmasa gerek, Gorki’nin Ana’sı çoğu kez okunan ilk devrimci romandır! Çarlık Rusya’sındaki 1905 devriminin ertesinde yazdığı bu kitapla, 100 yıl sonrasının devrimci kuşaklarına dahi ilham vermeyi sürdürür Gorki. “Ana” kitabıyla, işçilerin yaşam koşullarını anlatır, devrimcileşen bir işçinin ve “Ana”sının geçirdikleri dönüşümü güçlü bir şekilde ifade eder. Bu devrimci romanın bu denli gerçekçi ve güçlü olmasının sebebi, Gorki’nin usta bir sanatçı olmasının yanı sıra mücadelenin bizzat içerisinde olmasından geliyor kuşkusuz. O dönemde Bolşevik Partinin bir militanı olan Gorki, yazdığı eserlerle, yaptığı eylemlerle devrime hizmet etmiştir. Baskıcı ve despot Çarlığın gazabından o da nasibini almış ve mahpusluğu, sürgünlüğü yaşamıştır. “Fırtına Kuşunun Türküsü” adlı şiiri, ona ilk kez mahpusluğu getirecek olan eseridir.
Bugün faşizm bir karabasan gibi toplumun üstüne çöküyor. Tüm karanlığını, gericiliğini ortalığa yayıyor. “Faşizm gibi karanlık dönemlerde devrimci bilinç çok önemli bir rol oynar. Bu bilinç, toplumsal mücadelenin geçmişten günümüze var olduğunun ve gelecekte de olacağının, faşizm gibi dönemlerin geçici olduğunun, insanlığın ileriye yürüyüşünün durdurulamayacağının kavranıp içselleştirilmesini sağlar. Bu dönemler direnç dönemleridir ve direnmek için örgütlü kalmayı başarmak, bilinçli olmak gereklidir. İşte bu dönemlerde, direnç ve mücadelede sanat, özelde devrimci sanat çok önemli bir rol oynar. Sanat, çoğu zaman, toplumsal mücadelenin önemini onlarca sayfalık teorik-politik-tarihsel metinden daha vurucu şekilde özetler, ortaya koyar, insana umut verir, coşkusunu ve geleceğe olan inancını arttırır.”[*] Bu bakış açısıyla Gorki’nin “Fırtına Kuşunun Türküsü” adlı eserine, bugünün genç kuşaklarına anlattıklarına, hissettirdiklerine bir göz atalım.
Gorki’nin Fırtına Kuşu
“Boz okyanusun ta tepesinde, rüzgâr fırtına bulutlarını toplamakta. Bulutlarla okyanus arasında gururla uçmakta fırtına kuşu. Kara bir şimşek gibi dalgalanmakta.”
Fırtına kuşu, oldukça koyu renkli küçük bir kuştur. Beşerin avucuna bile sığıverir. Dünyanın tüm açık denizleri onun yaşam alanıdır. Okyanuslararası uçan, adressiz, küçük bir göçmen kuş... Uyanıktır fırtına kuşu, düşmanlarından gizlenmeyi iyi bilir. Gece çökmüşse tüm kasvetiyle, hele bir de mehtap varsa gümüş bir tepsi gibi taa tepede, kolay kolay inmez yere. Korsan martılar tarafından görülmek, görülüp de av olmak istemez.
Çırpınan bir uçuşu vardır fırtına kuşunun. Alışık olmayan gözler tarafından, görünüşüne aldanarak kırlangıca benzetilir, uçuşuna aldanarak yarasaya... Fakat fırtına kuşlarıyla, dünyadaki tüm kuş türleri arasında oldukça önemli bir benzemez vardır. Fırtınayı sever bu kuş türü, zaten o yüzden fırtına kuşudur ya! Eğer fırtınalıysa hava, göklerin efendisi odur! Fırtınaya karşı uçmasını iyi bilir. Azimlidir ve güçlüdür. Kar, boran, fırtına vız gelir ona!
Onun için hedef güneştir ve o, hedefe kilitlenmiştir. Hele bir de fırtınayı aldı mı arkasına, rüzgârı doldurur kanatlarına. Ok gibi fırlar o vakit, saatte 170 km’yi bulur hızı. Gururla süzülür hırçın dalgaların üstünde, kara bulutların arasında…
Devam ediyor Gorki: “İşte dalgalar kanadını okşuyor kuşun. Derken kuş, bir ok gibi fırlıyor, yükseliyor dalgaları yırtarak. Şiddetli bir haykırış duyuluyor göklerde. Bulutlar; kuşun korkusuz, yürekli sesinde delice bir sevinç, büyük bir coşku sezinlemekte. Fırtınanın kopmasını isteyen, içine sığmaz bir haykırış bu! Hiddetin alevini haykırıyor kuş, öfkesini haykırıyor, zafere inancını haykırıyor buram buram, gür gür.”
Tarihin her döneminde, kurulu düzenin yarattığı acıları gören, görmekle de yetinmeyerek bu acılara son vermek için dövüşenler çıkmıştır. Gür sesleriyle zafere türkü yakanlar, yüreği öfke ve inançla çarpanlar kavgaya tutkuyla bağlıdır. İnsanı kasıp kavuran bir tutkudur bu. Onu sarıp sarmalayan, müthiş etkisi altına alan dünyayı değiştirme tutkusu…
Dünyayı değiştirmek için ter dökmek kolay iş değildir elbet, devrimcilik zordur. Ter akıtmak; bir köşeye çekilmekten, sinip beklemekten daha zordur. Yapılan vahşeti görmezden gelmek, onca acıyı bilmezden gelmek, insanlığın çığlığını duymazdan gelmek daha kolay gelir insana. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cılar, “her koyun kendi bacağından asılır”cılar her yerdedir! Fakat insanlığın kurtuluşu için mücadele edenler, bir avuç da kalsalar daima var olmuşlardır. Yüreklerinde azim ve cesaret taşıyan, çelik bir bilince sahip olan, değiştirmek isteyen ve ter akıtanlar yok edilememiştir.
Devrimci mücadele doğası gereği fırtınalıdır. Kâh devrimci yükseliş dönemleri kâh faşizm gibi gericilik yılları, denizin dalgalı, havanın rüzgârlı olduğu dönemlerdir. Devrimcilik iddiasında olanlar, zor sınavlara çekilirler bu zorlu günlerde. Bir fırtına kuşu gibi rüzgârı kanatlarına doldurup, fırtınayla birlikte uçabilmektedir hüner yahut fırtınaya karşı, fırtınaya rağmen uçabilmekte…
“Martılar korku içinde, sulara atıyorlar kendilerini. Okyanusun mürekkebe benzer derinliklerine gömülmek, korkularını sulara gizlemek için yapmayacakları yok. Dalgıç kuşları da sızlanmakta, kavganın kabına sığmaz sevinci onlara göre değil. Fırtınanın kopacağından korkuyorlar. Ve ahmak penguenler, kayaların çatlaklarına sığınmış. Yalnız fırtına kuşudur okyanusun üstünde, köpük köpük taşan sulara aldırmaksızın, gururla dolaşan.”
Rüzgârın kudreti, sararıp solan yaprakları tek tek düşürür hayat ağacından. Yere düşen yapraklar kurur, un ufak olur ve dağılır dört bir yana. Hele bir de karşıdan esiyorsa rüzgâr, sızlananlar, korkup saklananlar, kabuğuna çekilenler çıkabilir. Rüzgâra teslim olup, bir çöp gibi oradan oraya savrulur böyleleri. Fakat hayat ağacı yeşildir, yeniler her zaman kendini. Böylesi zorlu koşullara teslim olmayanlar, inancı ve umudu acıya katık eyleyerek yola devam edenler gururla dolaşırlar fırtınalı semalarda.
“Daha önce hiç bunca kara olmayan, bunca alçalmayan fırtına bulutları denize abanmakta. Fırtınanın özlemiyle, durulmaz isteğiyle tutuşan dalgalar gürül gürül türküde şimdi. İşte fırtına da koptu. Şimdi dalgalar azgın. Taşkın öfkeyle rüzgârla çarpışmaktalar. Ve şiddetli rüzgâr, güçlü kollarıyla bir daha hiç bırakmamacasına sarmakta suları, kurşuni ve yeşil kütleleri kayalara koşturmakta; bir an önce parçalamalı, çatır çutur kırmalı onları. Kara bir şimşek dalgalanmakta ve fırtına kuşu, fırtına bulutlarını bir ok gibi delerek durmadan sulara dalmakta” diyor usta yazar.
Tüm kasvetiyle koyu karanlığın çöktüğü, fırtına bulutlarının peydah olduğu, denizin kudurarak dalgaların azdığı dönemler öğreticidir. Böylesi dönemlerde kavganın çetinliği iliklere kadar hissedilir. Fırtınalarla mücadele etmek kolay değil, daha fazla fedakârlık ve özveri ister. Tarihin öğretici dersleriyle donanmış olmak en önemli cephanedir artık. Kavgayı yeterince tanımış olmak, kendini sınayarak adım atmış olmak önemlidir. Kendinle uğraşıp, kendini yoğurmak önemlidir. Soluğunu ayarlamak önemlidir. Devrimci bilinci, kavganın örs ve çekici arasında dövüp, hayat pınarında çelikleştirmek gerekir. Fırtınadan öğrenmek gerekir. Tüm bu görevleri yerine getirenler ancak taşırlar devrimci bayrağı, yarınlara. Fırtınayla mücadele etmeye cüret edenler, kanatlanıp uçmakta ısrar edenler böyle bir onur taşırlar yüreklerinde…
“Bir zebani gibi; fırtınanın kara zebanisi gibi sövmekte kuş; bir gülüyor, bir ağlıyor… Fırtınanın bulutlarına gülüyor kuş, dayanılmaz sevincinden ağlıyor. Fırtınanın çatırtılarında bir bitkinlik mırıltısı duyuyor akıllı zebani, fırtınanın kesileceğini, güneşin doğacağını biliyor; zafer her vakit güneşindir!”
Güneşe uçan fırtına kuşunun azmiyle, bilinciyle donanmalı insan. Güzele, iyiye ve doğruya olan inancı korumalı daima. Tarihsel iyimserliği yeşertmeli yüreğinde ve bilincinde… Hedefe kilitlenmeli, gericiliğin geçici karakterini bilerek görevlerini yapmalı. Tarih ana, nice kurulu düzen gördü paramparça olan, nice zalim taht ve taç sahibi gördü yok olup giden. Bugünün zulmedenlerini ve bu zulüm düzenini de aynı son beklemektedir! Biliyoruz ki; karanlık dağılacak elbet, aydınlık egemen olacak. Elbet durulacak dalgalı sular, rüzgârlı havalar. Bereketli yağmurlara dönüşecek, kara bulutlar.
Fakat çetin bir fırtına var bizleri bekleyen. Sular gürül gürül köpürecek daha, gök gümbürdeyecek, alev alev öfkeli şimşekler patlayacak! Bir fırtına kopacak daha. Bu fırtına aşılmaz değildir. Yeter ki yüreklerimizdeki, ellerimizdeki, bilincimizdeki büyülü hünerin farkında olalım. Fırtına kuşunun türküsünü yakalım, fırtınanın sonunu anlatalım. İnsanlığın güneşe uzanan serüveninin yolcuları olalım. Çünkü ateşi keşfedenlerin devamcıları, böylece güneşi zapt edebilecek!
“Sular gürül gürül köpürüyor, gök gürlüyor. Öfkeli şimşekler alev alev patlamakta; fokur fokur kaynayan okyanusun yukarısındaki fırtına bulutlarına götürecekti alevlerini. Alevli okları esir almış sular, söndürmüş onları. Suların derinliklerinde, son nefesini veren okların can çekişen kıvrıntıları yansımakta. Fırtına bu! Fırtına kopuyor. Yiğit fırtına kuşu gururla dolaşmakta çakan şimşekler arasında. Kaynayıp köpüren öfkeli okyanusun üstünde uçmakta. Ve çığlığının, gelecek zaferi müjdeleyen çığlığının, güvenli, onurlu yankıları yükselmekte…
Kop fırtına, tüm hiddetinle kop!..”
[*] Utku Kızılok, Devrimci Direnç Noktası Olarak Devrimci Sanat, marksist.com
link: Yılmaz Seyhan, “Fırtına Kuşunun Türküsü”, 27 Aralık 2016, https://marksist.net/node/5441
Geceyi Aydınlatanlara
Ekim’in 100. Yılına Merhaba!