
Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi


Kapitalizm, büyük sanayi sayesinde, kadının toplumsal ölçekte üretime katılımının önündeki engelleri kendinden önceki sınıflı toplumlara kıyasla kat be kat yıkarken, bir yandan da onun özgürleşmesinin ve kurtuluşunun önüne kalın duvarlar çekmeye devam ediyor. Engels, toplumsal üretimden dışlandıkça ve özel ev işleriyle sınırlı kaldıkça, kadının kurtuluşunun ve kadın erkek eşitliğinin olanaksız olduğunu söylüyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Kadının kurtuluşu ancak geniş, toplumsal ölçekte üretime katılabildiğinde ve ev işleri onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırdığında mümkün hale gelecektir. Ve bu da ancak, yalnızca büyük çaplı kadın emeğine izin vermekle kalmayan, aynı zamanda bunu adeta talep eden ve özel ev işini de gitgide bir kamu sanayiine dönüştürmeye yönelen modern büyük sanayi ile mümkün hale gelmiştir.”[1]
Ne var ki, toplumsal üretime katılmak, kadının kurtuluşuna kendiliğinden yol açmamaktadır. Çünkü kapitalizmin çelişkili doğası, mümkün olanın sorunsuz bir şekilde hayata geçmesinin önüne bariyerler dikmektedir. Sermaye düzeni daha fazla kâr uğruna kadın emeğini en kötü çalışma koşullarında alabildiğine sömürmek üzere üretime sokarken, erkek egemen doğasıyla ve aile yapısıyla, kadının toplumun her alanında ikinci cins olma konumunu da muhafaza ediyor. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet esasına dayanan kapitalist sistem emekçi kadın için çifte ezilmişlik anlamına gelmektedir. Fabrikada, tarlada, büroda sömürülen kadın, sermayeye hizmetini tamamladıktan sonra bu sefer “aile”ye hizmet ettiği ev içi mesaisine başlar. Kadın, bu mesaisinde, en küçültücü, en köreltici, en bönleştirici, en ağır işleri yapan bir ev içi köle durumundadır. Kapitalizm, giderek yaygınlaştırdığı lokantalarla, hazır gıdalarla, kreşlerle, temizlik şirketleriyle, çamaşırhanelerle vb. ev işini bir sanayi kolu haline getirmesine rağmen, milyonlarca işçi ailesi için bu hizmetlerden yararlanmak son derece pahalı olduğundan kadının sırtına binen yük varlığını sürdürmektedir.
Çocuklarına bakacak kimsesi olmayan pek çok kadın işçi için, kreşe ya da bir bakıcıya verilecek para, çoğu durumda çalışması karşılığında aldığı paraya neredeyse denktir. Bu nedenle, çocuk sahibi olan kadınların önemli bir kısmı, doğumdan sonra işten ayrılmak zorunda kalır ve ilerleyen yıllarda iş bulma şansını da önemli ölçüde yitirir.
İşçi sınıfının yarısının yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda kaldığı bugünün dünyasında, evinde doğru dürüst yiyecek bulamayan işçiler için, lokantalarda yemek yemek çok büyük bir lükstür. Dolayısıyla emekçi kadınların ezici bir çoğunluğu, ister çalışsınlar, ister evde otursunlar, günlerinin önemli bir kısmını ayırmak zorunda kaldıkları aşçılığa, her gün ne pişireceğini düşünme eziyeti içinde devam etmek zorundadırlar. İşçi sınıfına mensup kadınların temizlik şirketlerine ya da temizlik işçilerine para yetiştirmesi mümkün olmadığından, uzun saatler alan ev temizliği görevi sadece onların sırtına yüklenmektedir. Çamaşır, ütü, alışveriş vb. de cabası.
Kapitalizm, işgücüne duyulan ihtiyacın arttığı ya da erkek işgücünün yetersiz kaldığı dönemlerde (örneğin savaşlar ve ekonomik büyüme dönemleri) kadınları kitleler halinde üretime çekerken, kriz dönemleri geldiğinde önce onları kapıya koyar. Erkek işçilere göre daha düşük ücretlerle çalıştırılan ve böylece ücretlerin aşağı çekilmesinde bir rekabet unsuru olarak kullanılan kadın işçiler, aynı zamanda yedek işçi ordusunun da en kalabalık kesimini oluştururlar. Örneğin DİE istatistiklerine göre, Türkiye’de yaşanan ve etkileri halen devam etmekte olan son kriz döneminde (2001-2004), ev kadınları kategorisine dahil olan kadınların sayısı 1 milyondan fazla artış göstermiş, yani 1 milyon kadın işçi işsizlikten dolayı tekrar eve kapanmak zorunda kalmıştır. Toplumsal üretimin tümüyle dışında kalıp istatistiklere ev kadını olarak geçen kadınların sayısı 2004 yılı itibariyle 13 milyonu geçmektedir.
OECD ülkeleri arasında kadınların işgücüne katılım oranının en düşük olduğu ülke olan Türkiye’de, çalışabilir durumdaki kadın nüfusun sadece dörtte biri (yaklaşık 6 milyon kadın) çalışmaktadır. Bunların yarısına yakınını ise tarım sektöründeki ücretsiz aile işçileri oluşturmaktadır.
Bir yandan çalışıp bir yandan evin bütün işlerini sırtlanmak kadın açısından son derece yıpratıcı olsa da, ev işleri dışında çalışmayan kadının ruhsal ve fiziksel durumu çalışanlara oranla çok daha vahimdir. Vaktinin büyük bir kısmını bıktırıcı, bönleştirici ve hiçbir üretken değeri olmayan ev işlerinin işgal ettiği ve toplumsal üretimden tümüyle uzaklaşmış emekçi kadın, olağan dönemlerde, mensubu olduğu işçi sınıfının temel reflekslerini de yitirir. Onun için önemli olan yalnızca ailesidir. Ev işinden geri kalan zamanını ya kendi gibi ev kadınlarıyla günlük dar yaşamlarının problemlerinin ötesine taşmayan konularda konuşarak ya da burjuva ideolojisinin damardan zerk edildiği televizyon programlarının esiri olarak geçiren kadın, toplumsal yozlaşmanın her gün yeniden üretilmesinin aracı haline gelmektedir. Sınıfının genel sorunlarıyla ilgilenmek şöyle dursun, evinden birkaç yüz metre ötesi onun ilgi alanının dışına çıkar. Çünkü bu atomizasyonu ve apolitikliği ortadan kaldırmanın önkoşullarını yaratacak, bir sınıfa mensup olduğu fikrini güçlendirecek, ona birliğin gücünü hissettirecek çalışma ortamından yoksundur.
İnsanlığı her gün biraz daha fazla bataklığa çeken ve yok oluşa sürükleyen kapitalist toplumda, kadın cinsinin toplumsal üretime katılması sadece kadının kurtuluşunun değil, toplumsal kurtuluşun da temel koşulunu oluşturuyor. Ne var ki, üretimin insanların ihtiyaçlarının karşılanması için değil kâr amacıyla yapıldığı, tam istihdamın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı ve işsizler ordusunun her geçen gün daha da büyüdüğü kapitalizm altında, bu temel koşulun dahi tüm kadın cinsini kapsayacak şekilde yerine gelmesi mümkün değildir. Bunun için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelini ortadan kaldırılacak ve insanlığı sınıfsız topluma doğru ilerletecek proleter devrimler gerekmektedir.
Bu bakımdan, 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimle dünyaya gözünü açan işçi sovyetleri iktidarı (proleter devlet), nihai hedefine ulaşamamış bile olsa, işçilerin hayatında kökleri en derinlere uzanan değişimlerin gerçekleştirilmesi bakımından paha biçilmez bir örnek oluşturuyor.
Ekim Devriminin tuttuğu ışık
Bilindiği gibi, tarihe damgasını vuran ve burjuvazinin tüm çabalarına rağmen izleri halen silinemeyen Ekim Devriminin kıvılcımını çakan olay, 1917 Şubatında (modern takvime göre Martında) kadın tekstil işçilerinin genel grev çağrısıyla devasa bir gösteriye dönüşen Dünya Emekçi Kadınlar Günü mitingi olmuştu. İzleyen günlerde kadın işçilerin gösterileri daha da yığınsallaşmış ve tüm işçileri kapsayan genel bir işçi ayaklanmasına dönüşmüştü. Bir hafta boyunca kitleselleşerek büyüyen bu işçi ayaklanmasıyla Çar II. Nikola 14 Martta tahtını terk etmek zorunda kalacak ve Ekim Devriminin başlangıcı niteliğinde olup tarihe Şubat Devrimi olarak geçen bu olay sonucunda dünya tarihinde yeni bir sayfa açılacaktı.
İlk ateşi böylece Şubatta tutuşturulan Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşında ekonomisi tümüyle çöken ve köylülüğün çoğunlukta olduğu geri bir ülkede patlak vermişti. Bütün bu gerilik koşullarına ek olarak, Avrupa’da beklenen devrimlerin gerçekleşmemesi nedeniyle Ekim Devrimi yalnız kalmış ve yalıtılmıştı. Ve nihayetinde de, bu olumsuz koşulların beslediği ortamda gelişen bürokratik bir karşı-devrimle ortadan kaldırılmıştı. Dolayısıyla Ekim Devriminin yarattığı proleter devlet, önüne koyduğu hedeflere ulaşamadan yıkılıp gitti. Fakat bu kısa süre içinde gerçekleştirilenler dahi, Rus toplumunu hallaç pamuğu gibi atmaya ve tüm dünya işçi sınıfına paha biçilmez deneyimlerin aktarılmasına yetecekti.
Devrimden önce, üretimin ezici ağırlığını tarımın oluşturduğu Rusya’da kadınların çok büyük bir kesimi tarım alanında çalışıyordu. Bunların önemli bir kısmını ise çalışması karşılığında herhangi bir ücret almayan aile işçileri oluşturuyordu. Kentlerde çalışan kadınlar ise çoğunlukla kalifiye olmayan işlerde ve erkeklere göre çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlardı. Bazı işkollarında 16 saati bulan ağır çalışma koşulları içinde 8 saatlik işgünü onlar için bir hayaldi. Evde babanın ve kocanın baskısına maruz kalan kadınlar, iş yaşamında patronun tehdit ve şiddetine maruz kalarak bu baskıyı katmerli biçimde yaşıyorlardı. Kadınların yaklaşık %80’i okuma-yazma bilmiyordu ve eğitim düzeyinin düşüklüğü nedeniyle vasıflı işlerde çalışamıyorlardı. Çarlık yasalarına göre kadın “bir ev kadını olarak, ailenin reisi olan kocasının sözünü dinlemek, onu sevmek, ona saygı göstermek, sınırsız bir itaatle bağlı kalmak, her türlü yardımda bulunmak ve her türlü sevecenliği göstermek” zorundaydı. İşte Ekim Devrimi, özellikle bizimki gibi Doğu toplumlarında bugün hâlâ canlılığını koruyan bu ataerkil değer yargıları başta olmak üzere, eskiye ait pek çok şeyi yıkıp parçalayacaktı.
Devrimin ilk günlerinde 8 saatlik işgününün, eşit işe eşit ücretin, eşit oy hakkının yasalaşması, kadınla erkek arasında ayrımcılık yapan yasaların tümüyle ortadan kaldırılması, kadınların hayatında yeni bir çığır açıyordu. 1920’de kürtajın yasal hale getirilmesi ve gebelikten korunma yöntemlerinin yaygınlaştırılması, sağlıksız ortamlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilen kürtajlar sonucunda kadın ölümlerinin artmasının önemli ölçüde önüne geçmişti. Evlilik ve boşanma basit bir işlem haline getirilmiş, her iki eşe de birbirlerinin soyadını alma ya da her iki soyadı birden kullanma hakkı tanınmıştı (örneğin Troçki resmi olarak eşi Natalya Sedova’nın soyadını almıştı ve çocukları da annelerinin soyadını taşıyorlardı). Resmi ve gayri resmi (fiili) evliliklerden doğan tüm çocuklar yasalar önünde eşit haklara ve devlet güvencesine sahipti. Devrimi izleyen ilk on yıl içinde, düzenlenen okuma-yazma kampanyalarıyla ve 7 yıllık zorunlu eğitimle, okur-yazarlık sorunu büyük ölçüde aşılmıştı.
Devrim sonrasında oluşturulan ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler, kreşler, kadının eve bağımlılığının ve toplumsal üretime katılmasının önündeki engellerin yıkılması amacını güdüyordu. Fakat ne yazık ki savaşın ve iç savaşın yol açtığı yıkım, Bolşeviklerin programatik olarak önlerine koydukları bu hedeflerin yerine getirilmesini sekteye uğratıyordu. Hedeflenenlerle gerçekleştirilebilinenler arasında muazzam bir uçurum söz konusuydu.
Sovyet kadınları, Birinci Emperyalist Savaşın ve işçi devriminin ardından başlayan iç savaşın harabeye döndürdüğü bir ülkeyi ayağa kaldırmak için büyük fedakârlıklarda bulunmuş ve hiç de kolay erişilmeyen önemli kazanımlar elde etmişlerdi. Savaşın ve iç savaşın harabeye çevirdiği, kıtlıkla yüz yüze getirdiği geri bir köylü ülkesinde iktidara gelen proletaryanın ve emekçi kitlelerin çektiği zorlukları, kadınlar iki kat ağır biçimde yaşadılar. Bununla birlikte, kadınların yaşadığı bu katmerli sorunlar Lenin önderliğindeki Bolşevikler tarafından hiçbir çarpıtmaya meydan bırakmaksızın ve üstü örtülmeksizin açıkça ortaya koyulmaktaydı. Lenin döneminde Bolşevikler kadınların toplumsal üretim sürecinden dışlanmaması için alınabilecek tüm önlemleri almaya çalışmışlar, işsiz kalan kadınlar için üretim kooperatifleri kurmuşlardı. Ayrıca partinin kadınlar arasında örgütlenmesine özel bir önem atfedilmekte ve kadınların politikaya aktif olarak katılmalarını sağlamak için özel bir çaba sarf edilmekteydi.
Ne var ki Bolşeviklerin devrimin ilk yıllarındaki bu komünist yaklaşımı, Stalinist bürokrasinin giderek egemenliğini pekiştirmesiyle birlikte her alanda tasfiye edilecekti. Bürokratik diktatörlük 1936 Anayasasıyla, kadın ve aileye ilişkin pek çok yasayı da değişikliğe uğratmaya girişti. “Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olduğu sosyalizme geçildiğini şaşaalı biçimde ilan eden ‘36 Anayasası, bir yandan da “Sovyet ailesinin sağlamlaştırılması”na dair yasalar içeriyor ve bunu bir devlet politikası haline getiriyordu. Bu politikanın bir uzantısı olarak, önce kürtaj yasaklanarak büyük aileleri teşvik eden kampanyalar ve uygulamalar başlatıldı. Boşanma zorlaştırılıp pahalı bir işlem haline getirilirken, daha önce nüfus cüzdanlarına işlenmediği halde işlenmesi zorunlu kılındı. Artık kız çocukları okullarda annelik ve ev kadınlığı rolüne uygun bir eğitimden geçiriliyorlardı. Her ne kadar fiili evlilikle resmi evlilik yasalar önünde eşit muamele görüyorsa da devlet resmi evliliği teşvik edici propagandaya hız vermişti.
Troçki, Ocak 1938 tarihli Sovyet Hükümeti Yirmi Yıl Önce Benimsenen Prensipleri Hâlâ İzliyor mu? adlı yazısında, bürokrasinin kadının ev içi köleliğini nasıl canlandırdığı hususuna dikkat çekmektedir:
Kadının konumu, bir toplumsal sistemi ve devlet politikasını değerlendirmek için en canlı ve en etkili göstergedir. Ekim Devrimi, bayrağının üzerine kadınların kurtuluşu şiarını yazdı ve evlilik ve aile konusunda tarihteki en ilerici yasaları çıkardı. Kuşkusuz bu Sovyet kadını için “mutlu bir hayat”ın derhal hazırlandığı anlamına gelmiyor. Kadınların gerçek kurtuluşu ekonomi ve kültürde genel bir yükseliş olmaksızın, küçük-burjuva ekonomisinin aile birimi yıkılmaksızın, toplumsallaşmış yemek üretimi ve eğitim olmaksızın düşünülemez. Bu arada bürokrasi, muhafazakâr içgüdüsünün rehberliğinde, ailenin “dağılması” konusunda alarma geçmiştir. Aile yemeklerine ve aile çamaşırhanelerine, yani kadının ev köleliğine övgüler düzmeye başlamıştır. Bürokrasi, hepsinin üstüne tüy dikip, kürtajı yeniden cezai bir suç sayarak kadınları yük hayvanı statüsüne resmen geri döndürmüştür. Komünizmin ABC’sine tamamen zıt bir şekilde, egemen kast, böylece sınıf sisteminin en gerici ve en karanlık çekirdeğini, yani küçük-burjuva aileyi yeniden canlandırmıştır.[2]
1944’te çıkarılan kararname kadını çocuk üretme makinesi olarak kutsuyor ve ‘36 Anayasasının açtığı yolu daha da düzlüyordu. Bu kararnameyle fiili evlilik yasal olmaktan çıkarılmış ve boşanma iyice zorlaştırılmıştı. Artık SSCB kadınları doğurdukları çocuk sayısıyla orantılı olarak “kahraman anne” sıfatına hak kazanıyor, “annelik onur nişanı”na ve “annelik madalyası”na sahip olma şerefine nail oluyorlardı. Çocuksuz ailelere ise daha fazla vergi ödeme cezası getirilmişti. Sovyet devleti kurulduğunda çocukların bakımı ve eğitimi toplumsal bir görev olarak tespit edilirken ve bundan esas olarak devlet sorumlu tutulurken, bu dönemde, çocukların bakım ve eğitiminden temel olarak sorumlu olanın aile olduğu ilan ediliyordu.
Böylece tüm işçi sınıfı için ulaşılması imkânsız görülen bir hayali birkaç yıllığına da olsa cisimleştiren Ekim Devriminin tüm kazanımları, kadınların elde ettiği kazanımlarla birlikte, despotik-bürokratik diktatörlük tarafından bir bir gasp edildi.
Dünyayı sarsan Ekim devriminin ardından yaşananlar iki açıdan paha biçilmez derslerle doludur: Birincisi, bu devrim, sınıfsız toplum yolunda ilerleyen bir işçi iktidarı altında yaşanan büyük toplumsal dönüşümlerin işçi ve emekçi sınıfların ve elbette kadınların hayatını nasıl sıçramalı bir biçimde değiştireceğini göstermiştir. İkincisi ise, dünya devrimine dönüşemediği ve varolan kazanımlar bizzat proletaryanın önderliğinde ve koruyuculuğunda kalıcı hale getirilemediği takdirde kurtuluş yolunun nasıl karartılabileceğinin kanıtı olmuştur. Ekim Devrimi bugün hâlâ, kadınıyla erkeğiyle tüm ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri özgürlük ve kurtuluş mücadelesine tutulan en güçlü ışık olmaya devam ediyor. Ekim Devriminin ve onun Leninist-Bolşevik önderliğinin teşkil ettiği örnek, dünya işçi sınıfının ileriki atılımlarında ona kılavuzluk edecek ve yanlış yollara sapmamasını sağlayacak en büyük rehberimizdir.
[1] Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, İnter Yay., Ekim 2000, s.187-88
[2] Troçki, Writings of Leon Trotsky (1937-38), s.170

link: İlkay Meriç, Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi, Ekim 2005, https://marksist.net/node/942
Emekçi Kadınlar ve Faşizm


Sadece ekonomik değil siyasal ve sosyal boyutlarıyla da alabildiğine derinleşmiş olan kapitalist krizden, işçi sınıfının azami sömürüsü ve pazar alanlarının genişletilmesiyle çıkmaya çalışan, bu uğurda içeride ve dışarıda azgın bir savaş politikasıyla hareket eden AKP iktidarı, son yıllarda giderek tırmanan otoriterleşme sürecini faşizme doğru yol alarak devam ettiriyor. İşçi sınıfına yönelik amansız saldırılarla ilerleyen bu süreçte, emekçi kadınlara da ağır bedeller ödettiriliyor.
AKP’nin kadınlara yönelik gerici, cinsiyet ayrımcı ve faşizan politikaları, işyerinden okula, evden sokağa, mahkemeden karakola, hayatın her alanında yansımasını buluyor. Kadına yönelik şiddet vakalarında patlamalı bir artış yaşanırken, hükümetin konuyla ilgili kadın bakanı “algıda seçicilik”ten dem vurup, tıpkı diğer AKP temsilcileri gibi bu şiddeti meşrulaştırıyor. Faizsiz evlilik kredisi, çeyiz parası, çocuk yardımı, doğum sonrası part-time çalışma ve kısmi çalışma olanağı gibi kandırmacalarla evliliği ve doğumu teşvik eden, kürtajın önüne yasak mertebesinde engeller koyan AKP hükümeti, kadınlardan bir yandan kölelik koşullarında çalışmalarını, öte yandan yeni işçiler, askerler ve kuluçka makineleri yetiştirmelerini istiyor. Davutoğlu, “bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini yerine getiriyor hem de aslında vatani bir görev yapıyor” derken aslında işin bu ikinci boyutuna dikkat çekiyor. “Bizim dinimiz kadına bir makam vermiş, annelik makamı”, “kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, çünkü o fıtrata terstir, çünkü fıtratları farklıdır” diyen Erdoğan da, kadınlara her açıdan yerinizi, haddinizi bilin demiş oluyor.
İşsizlik, düşük ücretler, yoksulluk nedeniyle emekçi kadınlar hızla kapitalist üretimin içine çekiliyor. Emekçi ailelerin içinde bulundukları yoksulluk koşulları ve hiçbir gelecek güvencelerinin bulunmaması gençleri daha geç yaşlarda evlenmeye ve en fazla bir ya da iki çocuk yapmaya itiyor. Bu yüzden doğum oranlarının düşmesi burjuvaziyi kara kara düşündürüyor. O bir taraftan kadını iliğine dek sömürmek istiyor, ama öte taraftan sömürecek taze işçiciklere de ihtiyaç duyuyor. İşte AKP hükümetinin kadın emekçilere yönelik politikalarını da sermayenin çelişik gibi görünen bu ikili ihtiyacı şekillendiriyor.
Kadınlara ucuz işçilik ve annelik misyonunu bir arada yükleyen AKP, İslamcı bir ideolojiye sahip olmakla birlikte, gözü kâr hırsıyla dönmüş sermayenin has temsilcisidir. Türkiye’yi dünyanın en büyük on ekonomisi içine sokma hedefine dua ederek ulaşmanın mümkün olmadığını o da bilmektedir. Bunun için işçi sınıfının sesinin hiç çıkmayacak şekilde kısılması ve iliğine dek sömürülmesi gerekmektedir. İktidara geldiği günden bu yana gerçekleştirdiği azgın saldırıları nihayetinde kıdem tazminatının gaspı ve kölelik bürolarının kurulmasıyla doruk noktasına tırmandırmak isteyen AKP’nin amacı işte budur. Örgütsüz, savunmasız, borca batırılmış, hayatta kalmak için asgari ücrete ve en kötü çalışma koşullarına bile boyun eğen kadınlı erkekli milyonlarca işçi, bu hedef doğrultusunda üretim alanlarına sürülmektedir. Bu arada “dinimizin annelik makamı verdiği kadınlar” da, gece çalışması ve uzun çalışma saatleri yüzünden çocuklarının ve kocalarının yüzünü görememe gibi “dinimiz”le pek bağdaşmayan işlere koşulmakta, bebeğini emzirecek zaman bile bulamamaktadır ama ne gam! İslamcı iktidarımız için son tahlilde belirleyici olan sermayenin çıkarlarıdır, “dinimizin” değil!
Kadınlar her daim sermaye tarafından çok işlevli araçlar olarak görülmüşlerdir. Tıpkı erkek işçiler gibi kadın işçiler de sermaye için bir kâr makinesidirler; ama aynı işi yapan erkeklere göre çok daha ucuza çalıştırılabilen, dolayısıyla sırtından daha fazla artı-değer elde edilebilen bir kâr makinesi! Emekçi kadınlar aynı zamanda, sermayenin kölesi olan ev ahalisinin bakımını yaparak onları yeniden sömürülecekleri ertesi günlere hazırlayan hizmetçilerdir. Ama daha da önemlisi, sermaye için yeni köleler ve askerler üreten kuluçka makineleridir. Bu nedenle de burjuva hükümetlerin ve devletlerin her dönemde kadınlara yönelik özel politikaları mevcuttur. Kuşkusuz bu politikalar, olağan dönemler ile büyük krizlerin, savaşların yaşandığı olağanüstü dönemlerde farklılıklar göstermektedir.
Bugün de bir olağanüstü dönemden geçiyoruz ve bu süreç tüm dünyada otoriter ve totaliter rejimlere doğru gidişi hızlandırmış durumda. Totaliter rejimler aynı zamanda erkek egemenliğinin ve kadın düşmanlığının da doruk noktasına ulaştığı burjuva rejimlerdir. Kadının “anne olarak” kutsanma görüntüsü altında alabildiğine aşağılandığı, değersizleştirildiği, ayrımcılığın azamisine maruz bırakıldığı, eve hapsedilmeye çalışıldığı, politik yaşama ancak diktatörün şakşakçısı ve emir kulu olarak katılmasına izin verildiği totaliter burjuva rejimlerin en acımasızı ise faşizmdir. Türkiyeli emekçi kadınlar da bugün faşizm tehlikesiyle yakın bir tehdit olarak yüz yüzedirler. Bu nedenle, İtalyan ve Alman faşizmi dönemine bu açıdan bakmak, tehlikenin büyüklüğünü ve bunun önüne geçmek için mücadele etmenin yakıcı önemini kavramak bakımından da faydalı olacaktır.
İtalyan ve Alman faşizmi altında kadınlar
İnsanlığın yaşadığı en korkunç felâketlerden biri olan faşizm, ilk olarak İtalya’da ortaya çıkmış ve doruk noktasına Almanya’da ulaşmıştı. İtalya’da 1922’de Mussolini’nin, Almanya’da ise 1933’te Hitler’in iktidara gelişiyle başlayan bu süreç, işçi-emekçi kadınlar açısından tarihlerinin en karanlık dönemini oluşturacaktı.
Birinci Dünya Savaşı, diğer ülkelerde olduğu gibi İtalya’da da kadınların işgücüne katılım oranlarının sıçramalı bir şekilde artmasına yol açmıştı. O dönemde İtalya tarım toplumundan sanayi toplumuna hızlı bir geçiş yaşamış ve kadınların sanayi işçileri içindeki oranları da yükselmişti. Erkek işgücünün savaşta tahrip olması, kadın işgücüne duyulan ihtiyacı fazlasıyla arttırmıştı. 1921 yılına gelindiğinde, tarımda işgücünün %44’ünü, sanayide ise %35’ini kadınlar oluşturuyordu. Kadınlar kırın ve evin dar sınırlarının dışına çıkarken geleneksel değer yargılarını da yıkıyor, her açıdan hızlı bir bilinç dönüşümü yaşıyorlardı.
1922 yılında iktidara gelen faşizm, kadınlara ekonomik, sosyal ve siyasal olarak büyük bir darbe vururken bu dönüşümü de engellemeye girişecekti. Faşist iktidar, çalışma olanaklarını alabildiğine kısıtladığı kadınları, azami sayıda çocuk doğurmaya ve bunlara bakmak üzere evde kalmaya teşvik ediyordu. Kadına biçilen rol “itaatkârlık” ve “annelik” idi. Kadın çalışmamalı, evde çocuklarına ve kocasına bakmalıydı. “Savaş erkeğe aittir, annelik kadına” diyen Mussolini’ye göre, “ideal kadın”, kırda yaşayan, geniş ailesini geleneksel değerlere göre yetiştirmekten mutluluk duyan köylü kadındı! Faşist rejim, o sırada 40 milyon olan İtalya nüfusunu 1950’de 60 milyona çıkarma hedefini koymuştu önüne. Doğum oranlarının arttırılması için evlilik ve doğum pek çok şekilde teşvik ediliyordu. Boşanma zorlaştırılıyor, kilisenin de yardımıyla doğum kontrolüne ve kürtaja karşı kampanyalar yürütülüyordu. Evliliği teşvik kredisi veriliyor ve dört çocuk yapılması halinde kredi borcu siliniyordu. 6 ve daha fazla çocuğa sahip olan erkekler gelir vergisi ödemiyor, bunlara devlet iyi iş olanakları sağlıyordu. Bekâr erkekler ise ek vergi ödemek zorundaydılar. 1930’ların sonlarına doğru, devlet dairelerinde işe alınacak erkeklere evli olma zorunluluğu da getirilmişti.
Faşist rejim kadını eve hapsederek doğum makinesi haline getirmek için kadın işçilerin ücretlerini düşürürken, eğitimli kadınların çalışma alanlarını da sınırladı. Örneğin kadın öğretmenlerin orta, lise ve yüksekokullarda çalışmaları büyük ölçüde engellendi. Demiryollarında çalışan tüm kadın işçiler işten atıldı. 1933 yılında devlette çalışan kadınlar için %10 sınırı getirildi ve 1938’de bu özel sektörde de uygulamaya konuldu. Fakat pratikte uygulanamayacağı görülünce bir yıl sonra özel sektöre bu açıdan istisnalar getirildi. Çünkü savaş döneminde burjuvazinin kadın işçilere her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardı. Ayrıca ucuz kadın emeğinden vazgeçmek patronların hiç işine gelmiyordu.
Mussolini’nin faşist rejimi, tüm baskı ve yasaklarına rağmen, Almanya’dan farklı olarak, doğum ve evlilik oranlarını arttırmayı da başaramamıştı. Keza, yine tüm baskılara rağmen kadın işçilerin mücadelesini de sıfırlayamamıştı. Örneğin 1931’de 200 bin sendikasız kadın işçi greve gitmiş ve bu grev kazanımla sonuçlanmıştı. İtalya’yla kıyaslanmayacak vahşilikteki Alman faşizmi altında böyle bir şey düşünülemezdi bile. İtalya’dan 11 yıl sonra Almanya’da iktidara gelen Nazizm, toplumun üzerine tam bir karabasan gibi çökerek onu mutlak anlamda felçleştirecekti.
Almanya’da, 1929 krizinin etkilerinin kendini kitlesel bir işsizlik ve yoksulluk olarak ortaya koyduğu bir dönemde iktidara tırmanan Hitler, emekçi kitlelerin iş ve aş özlemlerini sömürerek, kaostan, istikrarsızlıktan, işsizlikten kurtuluşun yolunu Nazi Partisinin iktidara gelişi olarak göstererek oylarını sıçramalı bir şekilde arttırmıştı. Krizin patlak verdiği 1929 yılında Almanya’da resmi işsiz sayısı 1,6 milyonken, bu sayı 1932’de resmi rakamlara göre 6,1 milyona, gerçekte ise 7,6 milyona fırlamıştı. Aileleriyle birlikte yaklaşık 23 milyon kişinin işsizlik girdabına sürüklendiği bu ortamda, kadınlar erkeklere göre daha kolay iş bulabiliyorlardı. Zira sermaye açısından kadın işçi demek erkek işçiye göre yaklaşık %30 daha düşük ücretle çalıştırılabilen ucuz işgücü demekti. Bu yüzden ekonomik kriz döneminde erkeklerin üçte biri işlerini kaybederken, kadınların sadece onda biri işten atılmıştı ve çalışan işçilerin %40’a yakınını kadın işçiler oluşturuyordu.
Hitler, iktidara yükseliş sürecinde bu olguyu istismar ederek, işsizliğe çözüm vaadini en büyük propaganda malzemelerinden biri haline getirmişti. İktidara geldiği takdirde 800 bin kadını iş hayatından çekerek bunların yerine erkekleri geçireceğini ve böylelikle işsizlik sorununu çözeceğini söylüyordu. Ona göre, kadının çalışması için hiçbir neden yoktu, onun yeri eviydi ve temel sorumluluğu çocuklarına ve kocasına bakmaktı! İşsizlikten kırılan ve umutsuzluğa sürüklenen kitlelere, iş vaadi hayat kurtarıcı bir vaat olarak görünmüş ve bunun da etkisiyle Nazi Partisi 1932 seçimlerinde 1 milyonu aşkın bir oy artışıyla parlamentonun en büyük partisi haline gelmişti.
Tarihsel olarak güçlü bir komünist geleneğe sahip olan Almanya, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin gibi iki büyük kadın devrimcinin, işçi sınıfının ve emekçi kadınların kurtuluş mücadelesine damgasını bastığı bir ülkeydi.[*] Kadınlar, erkek işi olarak görülen vasıflı işlerde, akademide, sanatta, politikada vb. öne çıkmaya başlamışlardı. 1932’de parlamentoda 36 kadın milletvekili bulunuyordu. O dönemde 100 bin kadın öğretmenin, 13 bin kadın müzisyenin, 3 bin kadın doktorun bulunduğu Almanya’da, Nazilerin iktidara gelişiyle birlikte bu tablo birkaç ay içinde değişecekti. Kadınlar politikadan dışlanacak, parlamentoda, bölgesel meclislerde ve belediye meclislerinde hiçbir kadın yer alamayacaktı. Kadın dernekleri, örgütleri yasaklanacak, özellikle sosyalist ve komünist partilere bağlı kadın örgütlerinin üyelerine yönelik azgın bir saldırı dalgası başlatılacaktı. Kadın devlet memurlarına, akademisyenlere, doktorlara, öğretmenlere, avukatlara vb. de evin yolu gösterilecekti.
Kadına yönelik baskılar bunlarla da sınırlı değildi. Giydikleri kıyafetten ayakkabıya, saç şekillerinden makyajlarına her şeylerine karışılacaktı. Pantolona, topuklu ayakkabıya, makyaja, sigara içmeye, zayıflamak için rejim yapmaya vb. iyi gözle bakılmıyordu. Kadınlar çocuk yapan makinelerdi ve bu işlevlerinin bozulmasına izin verilemezdi! Gerekçe buydu, ama bir o kadar geçerli olan neden de faşizmin toplumu en küçük hücrelerine kadar kontrolü altına alma, tahakküm anlayışıyla malûl, kadın düşmanı bir ideoloji olmasıydı. Bir parantez açarak belirtelim ki, Erdoğan’ın sigara düşmanlığı, kişisel yaşam tarzına yönelik müdahaleleri, kadınların kıyafetlerine karışması vb. de aynı zihniyetin ürünüdür.
Hitler’e göre “kadının kurtuluşu” fikri Yahudi entelektüellerin icadıydı! Kadın doğası gereği erkekler tarafından korunmaya ve kollanmaya muhtaç bir varlıktı. Kadının dünyası, kocası, ailesi, çocukları ve eviydi. Her ikisi de kendisine tabiatı (“fıtratı” mı desek!) tarafından verilmiş görevleri yerine getirdiğinde iki cins arasındaki ilişkilerde hiçbir sorun yaşanmazdı! Onun kadın-erkek eşitliğinden anladığı şey ise şu sözlerinde ifadesini buluyordu: “Her iki cinsiyetin de kendi hakları, görevleri vardır, bu görevlerin onuru ve kıymeti eşittir ve bu yüzden erkek ve kadın eşitlik içindedir.” Eşitliği haklar ve toplumsal konum bakımından eşitlik olmaktan çıkarıp, “senin de hakların ve görevlerin var, onun da, o halde eşitsiniz” demeye indirgeyen bu anlayışı, neredeyse aynı söylemlerle Erdoğan’da da görmemiz şaşırtıcı değildir aslında.
Hitler’in iktidara gelmesinin hemen ardından çıkardığı ilk yasalardan biri evliliği teşvik yasasıydı. Bu yasayla devlet yeni evlenen çiftlere kredi veriyor ve bu kredinin geri ödeme koşullarını çocuk sayısına endeksliyordu. Buna göre bir çocuk yapanın borcunun %25’i, iki çocuk yapanın %50’si, dört çocuk yapanın ise tamamı siliniyordu. Nazi ideolojisine göre, iyi bir Alman kadının görevi, arî bir Alman erkekle genç yaşta evlenmek, kocasına hizmet etmek, olabildiğince çok çocuk yapıp ırkı arîleştirmek ve bu çocukları “devletine, milletine faydalı” vatandaşlar olarak yetiştirmekti. Burada söz konusu olan faşist bir devlet ve ona sorgusuz sualsiz boyun eğmesi beklenen faşist bir milletti elbette! Azgın bir yayılmacılık arzusuyla her tarafa saldırmaya hazırlanan Alman emperyalizminin, fabrikalarda ucuza çalışıp savaş cephelerinde yem olacak kölelere ve onları doğuracak yeni annelere ihtiyacı vardı.
Goebbels, 1934 yılında yaptığı bir konuşmada kadınlara “sizin göreviniz milli soyun geleceğini garantiye almak için en az dört çocuk yapmaktır” diye sesleniyordu. Faşist iktidar, bugün bize fazlasıyla tanıdık gelen bir söylemle, doğum oranlarının düşmesinden yakınıyor, bu gidişle Alman ulusunun yok olacağını, güçlü bir devlet, güçlü bir millet için en az dört çocuk yapılması gerektiğini söylüyordu! Slogan, “Führer için bir çocuk yapın” idi. Alman kadınlara kürtaj yasaktı. Kadın ne kadar çok çocuk doğurmuşsa o kadar muteberdi. 1939’dan itibaren, kadınlara “annelik madalyası” verilmeye başlanacak ve çok çocuklu kadınlar kahramanlar olarak kutsanacaktı. 8 ve daha fazla çocuk doğuran kadınlar altın madalya, 6-7 çocuk doğuranlar gümüş madalya, 4-5 çocuk doğuranlar ise bronz madalya alıyordu.
Bekârların çocuk doğurmaları da hiç sorun değildi, faşist rejim için önemli olan doğum oranının artmasıydı. Hatta SS lideri Himmler’in hayata geçirdiği “lebensborn” projesi, ırksal özellikleri dikkate alınarak seçilmiş bekâr kadınların arî erkeklerle, özellikle de SS subaylarıyla çiftleştirilip gebe bıraktırılmasına ve bu kadınların doğuma kadar lebensborn evlerinde bakılıp arî bebekler doğurmalarının sağlanmasına dayanıyordu. Faşist rejim, insanları damızlık hayvanlar olarak kullanıyor, fiziksel, düşünsel, kültürel, etnik, cinsel, dinsel vb. açıdan beğenmedikleriniyse acımasızca yok ediyordu. Bu vahşi politika sonucunda, kadın-erkek, çocuk-yaşlı ayrımı yapılmaksızın, milyonlarca Yahudi, Çingene, komünist, eşcinsel, toplama kamplarına kapatılıp en acımasız işkencelere tâbi tutulacak, çalışma kamplarında ölümüne çalıştırılacak, kalanlarsa gaz odalarında imha edilecekti.
Faşist rejiminin kadın politikası, kadınların önemli bir bölümünün işgücünden çekilmesi ve eve hapsolmasıyla sonuçlanacaktı. İkinci Dünya Savaşına giden süreçte artık Almanya’da kadın işçilerin çok küçük bir bölümü tam zamanlı işlerde çalışır hale gelmişlerdi. Ne var ki emperyalist savaş çanları çalmaya başladığında, Hitler savaş ekonomisini gazlayarak yoğun bir savaş hazırlığına girişmeye koyuldu. Bu koşullarda kadına biçilen rol de çeşitlendirilmek zorundaydı. Daha önce “kadının yeri evidir” diyen faşist zihniyet, şimdi kadınları “yurtsever çalışma” kampanyalarıyla fabrikalara sürmenin teorisini yapar hale gelmişti. 1937’de çıkarılan bir yasayla kadınlara Nazilerin “ekonomik mucize”sine yardımcı olmak için fabrikalarda yurtseverce çalışabilecekleri söyleniyordu. Bu politika kısa sürede, çalışan işgücü içinde kadınların oranının %30’lara yükselmesiyle sonuçlanacaktı. Evliliği teşvik yasası da aynı yıl kaldırılacaktı. Savaş başladıktan sonra ise kadınlar ordunun geri hizmetlerinde, fabrikalarda ve tarlalarda işe koşulacaktı.
Erkek işçiler savaşta birbirini boğazlamaya gönderilirken, kapitalistlerin işgücü ihtiyacını karşılayacak en önemli unsur yine kadınlardı. Kapitalizmin tarihi boyunca yaşanan aynı eşitsizlikler, bu kez de geçerliydi elbet. Erkek işçilerin aldığına oranla son derece düşük ücretler, bitmek bilmez uzunluktaki çalışma saatleri, açlıktan ve hastalıktan kırılan çocuklar ve tüm bunların üstesinden gelmek zorunda kalan milyonlarca kadın emekçi. Burjuvazi kadın emeğini en azgın biçimde sömürüyordu. Kadınlar, ücret düşüklüğüne, eşitsizliğine ve kötü çalışma koşullarına karşı seslerini yükseltecek olduklarında ise karşılarında faşizmin postallarını buluyorlardı.
***
Bilinçli bir mücadeleyle önüne geçilemediği takdirde, faşizmin bugün de işçi sınıfına, kadınlara, azınlıklara, mültecilere benzer acıları yaşatacağından hiç şüphe duyulmamalıdır. Bu yüzden, faşizme ve onun ortaya çıkması için mümbit bir zemin yaratan emperyalist savaşa karşı mücadele her işçinin ve emekçinin en acil görevidir. Savaşın ve faşizmin kendilerine yaşatacağı acıların, aşağılamanın ve dizginsiz sömürünün bilincinde olan emekçi kadınlar ise bu mücadelede bir adım daha önde yer almalıdırlar. O yüzden diyoruz ki, emekçi kadınların kapitalist sisteme, erkek egemenliğine ve bunların bileşik sonuçları olan çifte ezilmişliğe ve çifte sömürüye karşı seslerini yükselttikleri bir başkaldırı günü olan 8 Mart’ın isyan ruhuyla emperyalist savaşa ve faşizme karşı da mücadeleye!
[*] 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, bu iki büyük komünist kadın, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin, işçi sınıfının kadınını ve erkeğini bu savaşa karşı durmaya ve silahlarını burjuvaziye çevirmeye çağırmışlardı. Devrimci Marksizmin yılmaz savaşçısı Rosa, emperyalist savaşa ve kapitalizme karşı verdiği devrimci mücadeleyi, canı pahasına yılmadan sürdürmüş ve 1919’da katledilmişti. Kadının kurtuluşu davasını işçi sınıfının kurtuluşu davasının ayrılmaz bir parçası olarak gören ve bu doğrultuda amansız bir savaşım veren Clara Zetkin ise, aynı zamanda 8 Mart’ın Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmesini sağlayan bir kadın komünistti. II. Enternasyonal’in 1910 yılında toplanan İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresinde, 8 Mart, Clara Zetkin’in önerisiyle Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmişti. Emperyalist savaşa ve sosyal şovenizme karşı mücadelesini kararlılıkla sürdürmekten asla vazgeçmeyen Clara Zetkin, 1933 yılında, 76 yaşında hayata gözlerini yumdu.

link: İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar ve Faşizm, 27 Şubat 2016, https://marksist.net/node/4961
Başörtüsü ve Kadının Özgürlüğüne Dair


Türkiye’de yıllardır kangrene dönüşen başörtüsü meselesi giderek evrensel bir sorun haline geliyor. Fransa’da başörtüsünün de aralarında sayıldığı dini sembollerle ilk ve orta dereceli okullara girilmesinin yasaklanması, Almanya’da benzer uygulamaların başlatılması, İngiltere’de her fırsatta dikkatleri bu meseleye odaklama çabaları, Hollanda’nın peçe türü yüzü kapatan giysilerle sokakta dolaşmayı yasaklamaya çalışması gibi birbirinin peşi sıra gelen son gelişmeler, sorunun evrenselleşmekte olduğunu görmemiz için yeterli. Kuşkusuz bu durum bir tesadüf değildir ve yayılmakta olan emperyalist savaşla doğrudan ilişkilidir. Emperyalist güçlerin bu savaşta dünya halklarını birbirine kırdırmak üzere kutuplaştırma çabalarında, İslamı öcüleştirme uğraşı başat bir yer tutmaktadır. Tam da bu noktada, başörtüsü ve benzeri örtüler, karşımıza “medeniyetlerin uzlaşmaz ve çatışkılı farklılığının” bir sembolü olarak çıkarılmakta ve düşmanlaştırılan unsurların ilk sıralarında başörtülü kadınlar yer almaktadır. 11 Eylül saldırılarından sonra başta ABD olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde örtülü kadınlara öcü gözüyle bakılması, bunların sokaklarda saldırıya uğraması, toplu taşıma araçlarına binemez hale gelişleri, durumun ulaştığı vahim boyutun bir göstergesidir.
Batılı kapitalist devletlerin tesettürü yasaklama girişimlerinin ardında, halklar arasında kutuplaşma doğuracak bir ırkçılığı teşvik etmenin yanı sıra işçi sınıfının dikkatini işsizlik, yoksulluk ve çalışma koşullarına yönelik saldırılar gibi gerçek sorunlardan uzaklaştırma amacı da yatıyor. Burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanının etkisinde kalan insanlar açısından tesettür ve onun simgelediği İslam bir kez terörizmle özdeşleştiği andan itibaren, sokakta görülen her tesettürlü kadın bunlar için potansiyel bir terörist haline gelebiliyor. Dolayısıyla türban, çarşaf gibi örtü ve giysiler, “terör” algısını sürekli diri tutan bir mekanizmaya dönüşmüş oluyor ve etkili bir uyarıcı işlevi görüyor.
Bu uyarı mekanizması Hıristiyan Batı ülkelerinde “terör” algısı biçiminde işlerken, nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenen Türkiye ve Tunus[*] gibi ülkelerde “irtica” algısını dürtmektedir. Devlet eliyle yürütülen seksen küsur yıllık tepeden Batılılaştırma ya da “aydınlatma” çabalarının önündeki en büyük engellerden biri olarak görülen “irtica tehlikesi”, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tehditler sıralamasının ilk başlarında yer almıştır. Şu ya da bu şekle bürünen kadın tesettürü ise, devletlûlar tarafından irticaın en temel sembollerinden biri sayılagelmiştir.
Onyıllardır laikliği söylem düzeyinde takıntı haline getirmesine rağmen hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmayan Kemalist TC, İslamı da kendine göre tarif etmiştir. Batıyı model olarak almalarına rağmen despotik geleneklerden asla vazgeçmeyen devletlûlar, dinin güncel gerekliliklerle bağdaşmayan ya da Batı uygarlığıyla çelişen yönlerini İslama dışsal şeyler olarak gösterme çabasına girmişlerdir. Böylece devlet her konuya olduğu gibi dine de burnunu sokmaktan geri durmamış, bir yandan laik geçinip öte yandan kendi tasavvuruna uygun bir Türkiye İslamiyeti yaratmaya çalışmıştır. Fakat devletin icat ettiği bu yapay dinle kendi dinlerini bağdaştıramayanlar arasında daima bir çatışma yaşanmıştır. Bu çatışma karşısında devletin benimsediği yol ise her zaman olduğu gibi, “yasakla, bastır ve yok et” politikası olmuştur.
Başörtüsü meselesinde izlenen yöntem de aynısıdır. Ne var ki baskı çoğu kez tepkiyi doğurur ve buna maruz kalan tarafı aksine daha inatçı ve kararlı hale getirir. Eğer böyle olmasaydı, Kemalistlerin “Türkiye her geçen yıl daha da geriye gidiyor” diye dövünmelerinin maddi temeli kalmamış olurdu ve İslami giysi olarak bilinen giysilerle dolaşanlar mevcut devlet baskısı karşısında her geçen gün azalarak silinip giderlerdi. Fakat gerçeklik hiç de böyle değildir.
Baskının yarattığı mağduriyet ve haklılık duygusunun bir sonucu da, baskıya uğrayan tarafın giderek politikleşmesidir. Üniversitede okumaları ya da kamu kurumlarında çalışmaları engellenen başörtülü kadınların, kendi yaş gruplarından başı açık olanlara göre oransal olarak çok daha politik olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Hakları için mücadele etmenin onları politikleştirmesinin yanı sıra başörtüsünü bir politik sembol haline getirdiği de açıktır.
Benzer bir durum Batı ülkelerinde de yaşanıyor. İslam düşmanlaştırıldıkça ve tesettürlü kadınlar dışlandıkça, bu dışlanmışlığa ve baskıya duyulan tepkiye paralel olarak Batıda da örtünen Müslüman kadınların sayısı her geçen gün artmaktadır. Başörtüsünü politik bir sembol olarak, bir tür başkaldırı bayrağı olarak kullanan kadınların geliştirdiği bu tepki bilinçli ve politik bir nitelik kazanmaktadır. Tıpkı örtünmeyi zorunlu görmediği halde, İsrail zulmüne inat Araplığını ve Müslümanlığını dışa vurmak için örtünerek sokağa çıktığını belirten ve bu şekilde İsrail askerlerinin karşısına dikildiğini söyleyen Filistinli bir kadının geliştirdiği tepki gibi.
Bütün bunlar, başörtüsü sorununun mevcut dünya ve Türkiye şartlarında yeni bir politik bağlam kazanmış olduğunun göstergeleridir. Burjuvazinin statükocu kanadı özellikle üniversitelerdeki türbanlı öğrencilerin kıyafetlerinin “politik bir sembol” olduğunu söyleyip yasaklama yoluna gidiyor. Oysa resminden heykeline, büstünden rozetine, her alanda boğazına kadar Kemalizmin sembollerine boğulan bir devletin, birileri kendi hoşuna gitmeyen politik semboller taşıyor diye çileden çıkması, tam bir totaliterliğin ve ikiyüzlülüğün ifadesidir. 12 Eylül faşizmiyle politikayı sakınılması gereken bir öcü olarak beyinlere kazıyan bu devlet, “politik simge” olarak ilan ettiği bir şeyle yürütülecek mücadelenin de kitleler tarafından meşru olarak görüleceğini düşünüyor. Politika kötü bir şeyse onu simgeleyen şeyler de kötü demektir! Elbette ki devletin resmi politikası olan Kemalizm ve onun simgeleri hariç!
Ne yazık ki Kemalizmin bu yasakçı ve baskıcı tutumlarını ilericilik adına sahiplenen ya da bu konuda suskun kalan sol kesimler de bulunmaktadır. Solda yaygın olan bu anlayış ile devrimci Marksizmin meseleye yaklaşımının tümüyle farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bizler herkesin dini inancını ya da inançsızlığını serbestçe ifade edebilmesini ve yaşayabilmesini, devletin dinden elini çekmesini, her türlü dinsel-mezhepsel ayrımcılığa ve baskıya son verilmesini savunuyoruz. Burjuva devletin tüm baskıcı uygulamalarına karşı mücadele etmek, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının en temel görevlerinden biridir.
Başörtüsü yasağının amacı kadını özgür kılmak mı?
Hatırlayacak olursak, ABD’nin Afganistan’ı işgali sırasında öne çıkarılan ideolojik öğelerden biri, bu savaşın Taliban’ın burkaya soktuğu ezilmiş kadını özgürleştirme mücadelesi olarak sunulmasıydı. Sanki yıllar yılı en gerici rejimler tarafından ezilen, sefalete itilen, geriliğin en koyusuna mahkûm edilen Afgan kadın ve erkeklerinin o hale gelmesinden sorumlu olan ve Taliban’ın da aralarında olduğu gerici rejimlere arka çıkan, bizzat ABD emperyalizmi ve genel olarak emperyalist güçler değilmiş gibi.
Türkiye’de de Kemalistler aynı argümana sarılıyorlar: “Başörtüsü esareti altındaki kadını özgürleştirmek!” Oysa nasıl ABD’nin amacı Afgan kadınlara ve erkeklere özgürlük getirmek değilse Kemalist burjuvazinin amacı da bu değildir. Son yıllarda İslamcı sermayenin güç kazanmasının ve bunların temsilcilerinin devletin en “yüce” makamlarında boy göstermeye başlamasının, devleti babasının malı olarak gören Kemalist asker-sivil bürokrasiyi fazlasıyla tedirgin ettiği ortadadır. Bu tedirginliğin hezeyana dönüştüğünün kendini en açıktan gösterdiği noktalardan biri de başörtüsü konusudur. İlk önce kutsal mabetleri olarak gördükleri üniversitelerde başörtülü kızların sayılarının giderek artmasıyla çileden çıkmaya başlamışlar ve bu “tehdidi” bunların okumalarını yasaklayarak savuşturma yoluna gitmişlerdir. Daha sonra ise işi, başbakanın, bakanların ve cumhurbaşkanından sonra en yüce makam sahibi olarak görülen meclis başkanının, devlet protokolüne başörtülü eşleriyle birlikte katılmalarını fiilen engellemeye kadar vardırmışlardır.
Ne var ki başörtüsü gibi İslami giysilerin bu kesimde yarattığı özel hassasiyetin ve alerjinin, kökü derinlere uzanan bir yönü de var: aşağılık kompleksi. Bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerin Batının rahle-i tedrisinden geçen burjuva aydınları arasında sıkça görülen bu kompleks, Batının Doğululukla özdeşleştirip küçümsediği ve dışladığı her şeyden utanma refleksiyle karakterize olmaktadır. Bu kompleks bizim Kemalist aydınımızda, laik burjuvazimizde, bürokratımızda belki de diğer Doğu ülkelerinden çok daha fazla yaygındır. Batı medeniyeti denince bunların aklına özden çok biçim gelir ki, bu biçimin önemli bir unsuru da kılık-kıyafettir. Batınınkilerle uyuşmayan her görüntü bunlar için bir utanç kaynağıdır. Örneğin Türkiye’ye gelen Batılıların köy insanını fotoğraflaması bunların pek bir gururuna dokunur: “Bizi geri göstermek istiyorlar!” (Çok ileriyiz ya!) Oysa kendi has kentleri olarak gördükleri eski ve yeni başkentlerinin (İstanbul, Ankara) merkezi yerleri dışındaki yaşam bunları ilgilendirmediği gibi, yaşanan gerilik ve sefalet de yabancılar görmediği zaman zat-ı muhteremleri pek rahatsız etmez. Cumhuriyet kurulalı beri taşrada yoğun bir şekilde çarşafla-peçeyle dolaşan kadınlar bu beylerin huzurunu kaçırmaz; ama bunlar göç edip İstanbul, Ankara ve İzmir sokaklarında boy göstermeye başlayınca efendilerin rahatları bozulur ve şeriat geliyor diye feryat etmeye başlarlar. Oysa tek değişiklik, taşranın kente taşınarak göze batar hale gelmiş olmasıdır.
Aslında seçkinci bir tavır olarak, başörtüsü takanlara muazzam bir küçümsemeyle yaklaştıkları halde, başörtüsünü yasaklamanın bahanesi olarak kadınların erkek baskısıyla örtündükleri iddiasına sarılan Kemalistlerin, sözde onların koruyuculuğuna soyunan tutumları da tam bir sahtekârlık ve ikiyüzlülüktür. Kadınları yasaklarla, cezalarla, baskıyla başlarını açmaya zorlamak, zorla örtünmelerini istemek kadar zorbalıktır.
Kadının özgürlüğünü başının açık ya da kapalı olmasına indirgeyen bu baskıcı zihniyetin, gerçekte özgürlükle, demokrasiyle en ufak bir alâkası yoktur. Kadınları özgürleştireceğiz diye kafalarındaki başörtüsünü zorla çıkarıp atmayı savunanlar, onları zorla çarşafa sokmaya kalkanlar kadar, kadını iradesiz, kişiliksiz, ikinci sınıf bir varlık olarak görmekte, onun üzerinde egemenlik kurma hakkına sahip olduklarını düşünmektedirler. Özünde gerici olan bu zihniyetin kendini demokrat pozlara bürümesi, kadınları özgür kılma bahanesinin ardına saklanması kimseyi yanıltmamalıdır. Fakat bu gerici, ırkçı, şoven zihniyetin çeşitli düzeylerde uygulamaya soktuğu başörtüsü yasağı, ne yazık ki sol içinde bile bir kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Türkiye’de statükocuların üniversitelerde başörtüsü yasağını polisiye önlemlerle hayata geçirmeye başladığı dönemlerde “Türban Neyi Örtüyor” diye broşürler çıkararak devletin en gerici ve kıyıcı kesimine hizmet edenleri unutmadık. Bunlar sözde kadın özgürlüğünü savunmak adına başörtüsünün yasaklanmasına arka çıkıyorlardı. Aynı tutumu Avrupa solu içinde de görmek mümkün.
Örneğin 2004 Şubatında sağcı Fransız hükümeti orta dereceli okullarda başörtüsü takılmasının yasaklanmasını içeren bir karar çıkardığında, aralarında feministlerin ve bazı komünist örgütlerin de bulunduğu kimi sol çevrelerden hükümetin bu yasakçı kararına destek geldi. Kadına yönelik baskının simgesi olduğu gerekçesiyle başörtüsünün yasaklanmasını ilerici bir adım olarak değerlendiren bu çevreler böylece uluslararası ölçekte planlanan ve sağcı Fransız hükümetin de katıldığı haçlı seferine ortak oldular. Meselâ Fransa’nın en büyük Troçkist örgütlerinden Lutte Ouvriere, o dönemde yasağı, üstelik de kadın haklarını savunmak adına şöyle destekliyordu: “Başörtüsü giymeyi yasaklamak, başörtüsü takmak istemeyen genç kızların, aile baskısına, köktendincilerin ve erkek şovenistlerin basıncına direnmelerine olanak vermektir. Bu, mücadelelerinde onlara yardım etmek için bir araçtır.”
Başörtüsü yasağını kadınların özgürlük mücadelesine yardımcı olacağı gerekçesiyle savunmak tam bir abesle iştigal olduğu halde, ne yazık ki benzeri yaklaşımları savunanlar hiç de az değiller. Bunlar, başörtülü kadınların eğitim ve çalışma haklarının ellerinden alınması ya da kısıtlanmasının onların otomatik olarak eve, yani dört duvar arasına kapanmasına yol açacağını, yani özgürleştirme kılıfına sokulan bu saldırının esaretin katmerlisiyle sonuçlanacağını görmezden geliyorlar. Ve burjuvazinin gerici saldırılarına karşı en uyanık olunması gereken bir dönemde, burjuva ideolojisinin sosyalist sola bile nasıl da sirayet edebildiğini bu tutumlarıyla pratikte bir kez daha kanıtlamış oluyorlar. Şurası çok açıktır ki, kadınların esaretten kurtulmaları için burjuva devletlerin baskıcı yasalarından medet umulamayacağı, burjuvazinin ırkçı, milliyetçi ve baskıcı politikalarına verilen en küçük bir desteğin işçi sınıfı içindeki yapay bölünmüşlüğü artırmaktan öte bir amaca hizmet etmeyeceği gerçeği bizzat sosyalistler tarafından kavranmadığı takdirde, işçi sınıfı sol adına burjuva politikasının kuyruğuna takılmaktan asla kurtulamayacaktır.
Başörtüsü özgürlüğün sembolü müdür?
Başörtüsü konusunun bir başka boyutunu ise, İslami çevrelere hâkim olan ve Kemalizmin ve emperyalizmin saldırıları karşısında sol liberallerin de sahip çıktığı bir görüş oluşturuyor. İslamcı ideologlar ve liberaller, örtünen kadınların bunu erkek baskısı yüzünden değil Allaha olan inançlarının bir gereği olarak yaptıklarını söylüyorlar ve bunu başörtüsünün erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olmadığının bir kanıtı olarak gösteriyorlar. Aynı şekilde başörtüsünün kadının özgürlüğünün bir sembolü olduğunu iddia ediyorlar. Oysa kadının erkek baskısından dolayı değil inançlarının bir gereği olarak örtünmesi, örtünmenin erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyor. Tıpkı kadının başörtüsünü özgürlüğünün bir simgesi olarak görmesinin onun bir esaret sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmemesi gibi.
Aylarca işsiz kalıp nihayet karnını doyuracağı bir iş bulabilen ve patronuna minnet duyan bir işçiyi ele alalım. Bu işçiye sömürüldüğü söylendiğinde, sömürülmediğini, çünkü bu işte gönüllü olarak çalıştığını ve patronunun çok iyi bir insan olduğunu söyleyebilir size. Ama işçinin bu içten kanaati ne onun patron tarafından iliklerine kadar sömürüldüğü gerçeğini değiştirir ne de işçilerin yaşamak için sermayenin emrinde çalışmak zorunda kalan bir ücretli köle oldukları gerçeğini.
Başörtüsünün esaretin değil özgürlüğün simgesi olduğunu “gönüllülük” savıyla kanıtlamaya çalışmak da buna benziyor. Normalde hiç de farkında olunmayan toplumsal basınçla kendini kapanmak zorunda hisseden kadının “seçimi”, yaşamak için çalışmak zorunda olan bir işçinin ücretli köleliği “seçmek” zorunda olması gibi, sahte bir özgürlüğün sonucudur. Örtüsüz kadının namussuz olarak görüldüğü ve her türlü saldırıya açık kaldığı, kapanmazsa cehennemde yanacağı tehdidiyle yüz yüze kaldığı bir toplumda, kadının örtünmeyi tercih etmesi, onun özgürlüğünün değil olsa olsa toplumsal baskı sonucu “gönüllü olarak” kabul edilmek zorunda kalınan bir esaretin göstergesidir. Ve esaretin “gönüllüsü” esareti esaret olmaktan çıkarmaz.
Örtülü pek çok kadın, örtünmenin kendilerini cinsel tacizden ve bir seks sembolü olarak görülmekten koruduğunu, sokakta daha rahat dolaşmalarını sağladığını ve saygınlıklarını arttırdığını düşünüyor. Bazılarıysa tesettürü kadınla erkeğin eşitlenmesine yardımcı olan bir araç olarak değerlendiriyor. İşi daha bilimsel kisveye büründürmeye çalışanlar, eski Yunan’da bile köle ve fahişe olmayanların, yani “saygın” kadınların başörtüsü kullandıklarını, bunun bir asalet ve özgürlük sembolü olduğunu söylüyorlar. Bu iddiaların bilimsellikle hiçbir ilgisinin bulunmadığını ve safsatadan ibaret olduğunu görmek için, çıplak heykellerle sembolize edilen onlarca Yunan tanrıçasına bakmak yeterlidir. Herhalde tanrıçalar esir ve “namussuz” kadınları simgelemiyorlardı! Yine Sümerlilerde de durumun sözü edilenin tam tersi olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunduğunu belirtelim.
Tarihe bakacak olursak, başörtüsünün tüm tek tanrılı dinlerde kadına yüklenen dini bir zorunluluk olduğunu görürüz. Ama bu “dini zorunluluk” tüm tek tanrılı dinlerin erkek egemenliğini kutsayıp kadını kimliksizleştiren bir anlayışın ürünü olduğunu gösterir. Kadına yönelik her türlü cinsel şiddetin suçunu Şeytana atma cinliğini göstererek kendini pirüpak kılan erkek, onu sözde korumak için örtülerin ve duvarların ardına hapsetmeyi de Tanrı emri olarak kutsallaştırıp işin içinden sıyrılıvermiştir. Geçtiğimiz Ekim ayında Mısır kökenli Avustralya müftüsünün hutbesinde sarf edilen şu sözler, din kisvesine bürünen bu erkek egemen bakış açısını çok güzel özetliyor:
“Üstü örtülmemiş bir eti sokağa ya da bahçeye koyarsanız, bir süre sonra kediler gelir ve onu yer. Şimdi bu kimin kabahati? Kedinin mi yoksa üstü örtülmemiş etin mi? Eğer kadın odasında, evinde otursa, başını kapamış olsa o zaman hiçbir sorun çıkmazdı. Sonra karşınıza merhametsiz bir yargıç çıkıp size 65 yıl hapis cezası veriyor.”
Bu sözler tekil bir şahsın ağzından çıkan istisnai sözler olmayıp, yaygın bir anlayışın ifadesidirler ve sadece Müslüman toplumlarda değil her dinden toplumda bu erkek egemen gerici anlayışa şu ya da bu ölçüde rastlamak mümkündür. Örtüsüz kadını üstü açık ete benzeten ve erkeklerin ona saldırmalarını meşru gören, bununla da kalmayıp tecavüz karşısında verilen cezayı merhametsiz bulan bu anlayış, kimilerince özgürlüğün simgesi olarak görülen örtünün, aslında ne kadar gerici bir bakış açısının ürünü olduğunu ve nasıl bir baskıyı ve esareti simgelediğini görmemiz için yeterlidir. Zaten, toplumun kötülüklerinden koruma bahanesiyle kadını eve tıkan, örtü ve duvar kâr etmeyip tecavüz gerçekleştiğindeyse onu çekip vuran erkeğin töre diyerek ardına saklandığı anlayış da, örtünerek koruma ve korunma anlayışının basit bir uzantısı değil midir?
Şurası çok açıktır ki, erkek egemen toplumun pisliklerinden, erkeğin tacizinden, tecavüzünden kurtulmak, örtülerin ve duvarların ardına saklanarak mümkün olamıyor. Kadın ve erkek çıplaklığının gayet doğal olarak görüldüğü ilkel toplulukların günümüze kalan örnekleri bile bize bir gerçeği kanıtlıyor: cinsellik tabu haline getirildiği, kadın kapatılıp dört duvar arasına hapsedildiği ve ona ulaşmak zorlaştığı ölçüde zorbalık ve tecavüz artar.
* * *
Birçok sorunda olduğu gibi başörtüsü sorununda da işçi sınıfı tuzaklı bir ikilemin içine çekilmeye çalışılıyor: ya tesettür yanlısı ya da karşıtı olmak. Bu tuzağa düşmemek için başta komünistler ve bilinçli işçiler olmak üzere tüm işçi sınıfının, birbirine dolaşık boyutlar kazanmış bu meselede, eğriyle doğruyu dikkatli biçimde ayıran tutumlar geliştirmesi zorunludur. Ne emperyalizmin yeni haçlı seferinin ve Türkiye’deki despotik Kemalizmin değirmenine su taşıyan bir konuma düşülmeli, ne de kadının kapatılmasında sanki bir sorun yokmuş gibi göz yumucu bir tutum benimsenmelidir.
Bunun yanı sıra başörtüsünün kadınlar arasındaki sınıfsal uçurumu ortadan kaldırmadığı, işçi kadın ile burjuva hatta küçük-burjuva kadının başörtüsü bağlamındaki sorunlarının da hiçbir zaman aynı olmadığı unutulmamalıdır. Çalışmak, hatta sokağa çıkmak için ailesiyle boğuşmak ve kurtuluş yolu olarak başörtüsüne sarılmak zorunda kalan bir işçi kadın ile bir tesettür kıyafetine asgari ücretten fazlasını bayılan burjuva ya da küçük-burjuva kadının sorunları aynı olabilir mi? Ya da tekstil atölyesinde suyu sıkılan işçi kız ile Amerika’da öğrenimlerini sürdüren İslamcı burjuvaların kızlarının sorunları? Çok açıktır ki bunların hiçbir sorunları ortak olmadığı gibi başörtüsü meselesini de bambaşka boyutlarda yaşamaktadırlar.
Ne var ki tüm bu gerçekliğe rağmen bizler, başörtüsü yüzünden hiçbir kadının haklarının kısıtlanmamasını ve baskı görmemesini savunuruz. Ama tesettürün kadının özgürlüğünün değil esaretinin sembollerinden biri olduğu gerçeğinin de üstünü asla örtmeyiz. Tüm işçi ve emekçi kadınlar şunu çok iyi bilmelidirler ki, ister başı açık ister kapalı olsunlar, erkek egemen sistemlerin sonuncusu olan kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmadıkça onlara özgürlük yolu daima kapalı kalacaktır. Kadını tüm gerici fikirlerden, değer yargılarından ve örtülerden kurtaracak ve özgürleştirecek olansa, onun kapitalist sisteme karşı yürüteceği mücadeledir.
[*] Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan bir olay, Müslüman halkın çoğunluğu oluşturduğu devletler arasında Türk devletinin bu tutumunun emsalsiz olmadığını göstermesi bakımından ilginçti. Müslümanların resmi verilere göre yüzde 99 gibi ezici bir çoğunluğu teşkil ettikleri Tunus’ta başörtüsüyle okullara ve devlet dairelerine girmek 1981 yılından bu yana yasakken, söz konusu olay bu uygulamanın artık sokaklara kadar taşırıldığını gösteriyordu. Başörtülü bir kadın, pazarda dolaşırken polislerin kendisini karakola götürerek başörtüsünü açmaya zorladığını ve ancak bir daha başını örtmeyeceğine dair bir kâğıt imzalayarak serbest kalabildiğini belirtiyordu. Zaman zaman orucun dahi yasaklandığı Tunus’un M. Kemal’in tepeden reformlarından en çok etkilenen ve onu örnek aldığı söylenen ülke olmasıysa dikkat çekici bir başka husustur.

link: İlkay Meriç, Başörtüsü ve Kadının Özgürlüğüne Dair, Aralık 2006, https://marksist.net/node/1489
Faşizmin Kadın ve LGBT Düşmanlığı


Türkiye’de faşist rejim bir taraftan çeşitli vaatlerle kitlelerde iktisadi durumun iyileşeceğine dair bir algı yaratmaya çalışırken bir taraftan da baskı altında tutup dokusunu bozduğu toplumu daha da fazla zehirlemeye, kin ve nefret söylemiyle muhalefeti daha da düşmanlaştırmaya çalışıyor. Ama ideolojik cephanesi eskisi kadar güçlü değil artık. Mesela, yıllar boyunca çözmeyip, büyük bir kitlenin oylarını “sadece biz çözebiliriz” aldatmacasıyla rehin tuttuğu başörtüsü sorununu düşünelim. Sorun fiilen de hukuken de çoktan çözülmüş olmasına rağmen, halen, geçmişte “ne acılar yaşandığından” dem vurarak destek devşirmeye çalışıyor. Bu boş propaganda istediği ölçüde verimli olmadığından, bir de CHP liderinin “başörtüsü özgürlüğünü yasal güvenceye alalım” çıkışıyla, bu kez de meseleyi referanduma taşıyıp çetrefilleştirmeye soyundular. Üstelik bu vesileyle “aileyi koruma” ve “LGBT tehdidini engelleme” başlıklarıyla nicedir ısıtılan faşist kampanyaya da hız verdiler. İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması, tarikatları memnun etmek için bu kampanyanın bir parçası olarak atılmış bir adımdı. Şimdi, yeni yasal düzenlemelerle, LGBT karşıtı nefret mitingleriyle bu kampanya hızlandırılıyor.
Erdoğan, nefret saçarak şunları söylüyor: “Aile kavramı bizim olmazsa olmazımız zaten. Çünkü güçlü bir millet, güçlü aileden olur. (…) son zamanlarda topluma LGBT’yi soktular. LGBT’yle birlikte de bizim aile yapımızı dejenere etmenin gayreti içerisine girdiler.” Bunların kimler olduklarını bildiklerini söyleyerek hem LGBT+ bireyleri hem de onların demokratik haklarını savunanları, kadın hareketini, sosyalistleri tehdit etmiş oluyor Erdoğan. Böylelikle aynı zamanda LGBT+’ların haklarını savunan HDP de, şoven milliyetçiliğin yanı sıra homofobik histerinin de hedefi haline getiriliyor. Benzer şekilde içerisindeki kimi sosyal-demokratların demokratik tutumları üzerinden CHP de hedef tahtasında onun yanına yerleştirilmeye, burjuva muhalefet cephesi (altılı masa) bir de bu başlık üzerinden parçalanmaya çalışılıyor.
“Aileyi güçlendirme” ikiyüzlülüğü
Erdoğan’ın açıklamaları ve verdiği talimatlar üzerine, Anayasa’daki aile tanımını değiştirip ülkeyi LGBT’nin “yıkıcı etkisi”nden kurtarma savaşı hukuken başlamış oldu! Sanki Anayasa’daki aile tanımında bir belirsizlik varmış gibi; “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” şeklindeki 41. maddedeki eşler ifadesinin yerine, erkek ile kadın ifadesi geçirilecek ve böylece eşcinsel evliliklerin önü kesilecekmiş! Oysaki zaten medeni kanunda evlilik “kadın ile erkek arasında” diye tarif edilmekte, eşcinsellerin yasal evlilik yapması böylelikle imkânsız kılınmaktadır. Aynı 41. maddede, “Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar” deniliyor. Ama bu maddedeki anayasal görevlerin hiçbiri iktidar tarafından yerine getirilmiyor. Örneğin, aileyi ve anneliği koruma iddiasındaki iktidar, ana-çocuk sağlığının temelini oluşturan sağlıklı beslenme konusunda hiçbir sorumluluk üstlenmediği gibi “aile planlaması öğretimi” yapmasına ilişkin hükmü de ısrarlı şekilde çiğniyor. Kadınların doğum kontrol yöntemlerini öğrenip etkin bir şekilde kullanmaları engellenmeye çalışılıyor, bu konudaki sözde öğretim evli ve çocuklu kadınlarla sınırlanıyor, doğum kontrol araçlarına ücretsiz ulaşım zorlaştırılıyor, kürtaj yasal olmaktan çıkarılmaya çabalanıp parasız kürtaj hakkı fiilen ortadan kaldırılıyor.
Rejim izlediği politikalarla emekçi ailelerini daha da yoksullaştırıyor; kapitalist sömürü arttıkça aile içinde sevgiden yana ne kaldıysa o da tarumar oluyor, kadına ve çocuklara dönük aile içi şiddet tırmanıyor. Öğretmenler çocukların okula aç geldiklerini, beslenme saatinde ağlamaya başladıklarını söylüyor. Çocuk yaştakilerden başlayarak emekçi ailelerin evlatları artan oranda uyuşturucu batağına yuvarlanıyor. AKP döneminde kadın cinayetleri misliyle artmıştır. Aile içinde çocukların şiddet görmesi ve cinsel tacize uğraması da öyle. Camilerde, Kur’an kurslarında, tarikat yurtlarında küçücük kız ve erkek çocukların oralardaki görevlilerin tecavüzüne uğradığı sayısız olay yaşandı ve yaşanıyor; ama bu vakalar açığa çıksa bile görmezden geliniyor. Çocuk gelinlerin sayısında patlama yaşanıyor. Çocuklara tecavüz edenlerin nikâh kıymaları durumunda beraat etmelerine, bu suçtan hüküm giyenlere “kader kurbanı” denilerek salıverilmelerine dönük yasa teklifleri düzenleniyor. AKP’li bakanlar bu tecavüzleri ya kabul etmiyorlar ya da “bir kereden bir şey olmaz” sözünü bile edecek kadar pespayeleşiyorlar. Tüm bunlarda doğrudan sorumlulukları yokmuş gibi “aileyi korumaktan” bahsediyor, kendilerinin ve kapitalist düzenin suçlarını başkalarının sırtına bindiriyor, bunda da dini ve dini kurumları tepe tepe kullanıyorlar. Bu sorunlara hiç değinmeyip kılını dahi kıpırdatmayan, tecavüzcü imamlar ya da tarikatlar hakkında soruşturma başlatmayan Diyanet İşleri Başkanlığı, Erdoğan’ın talimatıyla ailenin ve çocukların korunması hakkında ikiyüzlü “fetvalar” yayınlamayı ihmal etmiyor. Erdoğan’ın açıklamalarının yapıldığı hafta Cuma hutbesinin başlığı “Aile Olmak: İlahi Lütuf” olarak belirlenmişti. Şöyle diyor Diyanet hutbede: “Aile kurumuna yönelik fıtrata aykırı her türlü tahribatın hızla yayıldığı bir çağda yaşıyoruz. Unutmayalım ki sağlıklı ve huzurlu bir toplum, ancak meşru nikâhla kadın ve erkeğin kurduğu aile ile mümkündür.”
Bu ikiyüzlülüğe ve onun örneklerine daha fazla girmek gerekli değil. Bu hususlar muhalif basında yeterince işlenmiş durumdadır. Biz burjuva muhalif medyanın da değinmediği ve aslında değinemeyeceği hususları ele almaya, neden genelde sağ muhafazakâr siyasetin, özelde de faşizmin aile konusunu ve homofobik histeriyi bu denli köpürttüğünü açıklamaya çalışalım. Zira en baştan vurgulayalım ki, gerek “ailenin korunması” ikiyüzlülüğü gerekse de homofobik histeri Türkiye’yle sınırlı değildir, son dönemde tüm dünyada yükselişte olan faşist hareketlerin hem tarihsel hem de güncel ortak yönlerinden biridir bu husus. İkinci vurgulanması gereken nokta da şudur; gerek patriarşi (erkek egemenliği) gerek heteroseksizm[1], gerekse de ailenin kutsanması hususları az ya da çok tüm burjuva ideolojilerinin, özellikle de sağ siyasetlerin ortak noktalarındandır. Faşizm tıpkı diğer siyasi ve ideolojik söylemleri gibi, bu hususlarda da sıfırdan yeni görüşler yaratmaz, var olan sağ burjuva argümanları en uç noktalarına götürür. O halde doğru soru, neden “sağ burjuva siyasetler bu hususları bu kadar vurguluyorlar” olmalıdır. Buna yanıtı, önce üç madde olarak özetleyip sonra açalım.
Birincisi, din olgusudur. Faşizm de diğer sağ siyasetler gibi dini inançları sonuna kadar suiistimal eder. Ortaya çıktığı her yerde din olgusuna yaslanmış, dini kurumların desteğini almaya çabalamış ve bunu da sağlamıştır. Dinlerin tamamıysa, erkek egemen zihniyeti yansıtıp, onun cisimleştiği aileyi överler. Bilhassa semavi dinler, kadının özgürlüğünü büyük ölçüde sınırlar ya da yok eder. Kadın için cinselliği insani bir ihtiyaç ve zevk kaynağı olmaktan çıkartıp tümüyle üremeye indirger. Erkeğe ise sadece toplumsal düzenin korunması için belli sınırlar çizer ama ihlali durumunda çok daha toleranslıdır. Dahası erkeğe dini kurallara riayet etmesi karşılığında cennette sınırsız cinsellik vaat edilir. Erkek egemenliğe dayalı bu kurguyu bozduğu için heteroseksüellik dışındaki cinsiyet kimliklerinin tamamı sapıklık ve sapkınlık olarak damgalanır.
İkincisi, burjuva gericiliğin, toplumun tepkisini saptırıp yanlış kanallara akıtmak için hayali düşmanlara duyduğu ihtiyaçtır. Faşizm kapitalist krizin ortaya çıkardığı tüm sorunlar için hedef saptırmak üzere hayali düşmanlar yaratır. İktisadi krizin ve yaşanan sıkıntıların kaynağı olarak göçmenler (geçmişte Yahudiler) hedef gösterilir. Benzer şekilde kapitalizmin aile içi olanlar da dâhil tüm insani ilişkileri tarumar etmesinin doğurduğu sorunlar için hayali düşmanlar yaratılmasına da ihtiyaç vardır. Aile, kabul gören heteroseksüelliğin ifadesi ise, bunun dışındaki her türlü cinsel-duygusal faaliyet, ailenin de karşıtı ve dahası düşmanı ilan edilir. Haliyle bu bireyler ve onları koruyup, onların haklarını destekleyenler de ailenin ve toplumun düşmanı addedilip, kitleler onlara karşı seferber edilir.
Üçüncüsü, erkek egemenliğinin ve kapitalist üretim ilişkilerinin devamı, burjuva ideolojisinin yeniden üretimi açısından ailenin kilit bir rol oynamasıdır. Aile ve içindeki baba otoritesi olmadan yeni kuşakların itaatkâr nesiller olarak yetiştirilmesinin epey zor olacağını da buna ekleyelim. Olağan dönemlerin değil, olağanüstü dönemlerin, ağır kriz dönemlerinin burjuva rejimi olan faşizmde ise düzenin devamı açısından ailenin rolü daha da artar: “Çocuklar küçüklükten itibaren itaatkâr, otorite karşısında uslu, terbiyeli, düzenin istediği ahlâk yapısına uygun bir şekilde yetiştirilsin istenir. Böylece gençlik dönemlerinde haksızlıklara karşı isyan etmemesi öğretilmiş olur. (…) Otoriter devlet, her ailede babayı kendi temsilcisi sayar, böylelikle aile en değerli iktidar aracı olur. Devlet büyükleri karşısındaki kulluk konumunu çocuklarında, özellikle oğullarında yeniden hâkim kılar.”[2]
Faşizmin aile seviciliği
Kapitalizmin insan ilişkileri alanında yarattığı tahribat, kapitalizm ne kadar gelişmişse o denli büyük olur. Faşizm bu alanda yaşanan rahatsızlığı da fazlasıyla suiistimal ederek sorumluluğu hayali düşmanlara atfeder. Aile bağlarının zayıflaması, aile içi ilişkilerdeki bozukluk ve çarpıklıklar, çıkar çatışmalarının giderek artması ve şiddetlenmesi, kadının çalışması ve kız çocuklarının da zorunlu kamusal eğitim almasının katkısıyla erkeğin aile içindeki egemen pozisyonunun zayıflaması gibi olgular, gerçekte kapitalist gelişimin kaçınılmaz sonuçlarıdır. İster aile içi olsun ister dışı, insanlar arasındaki ilişkilerin soğuk çıkar ilişkilerine dönüşmesinin, yapaylaşmasının, ikiyüzlüleşmesinin, yozlaşmasının, insanın insana yabancılaşmasının nedeni kapitalizmdir. Muhafazakâr ideoloji gibi faşizm de bu gerçeğin üstünü örtmeye çalışır. Kutsal ailenin yıkılıp gitmekte olmasının suçunu başkalarının sırtına atarken, onu zor yoluyla (örneğin boşanmayı yasaklayarak ya da zorlaştırarak), dinsel baskıyı körükleyerek ya da maddi teşviklerle ayakta tutmaya çabalar.
Kadın düşmanlığı, faşizmin tüm muhafazakâr sağ eğilimlerle paylaştığı bir özelliktir. Bunların aile sevdasında din faktörü önemli ve başat bir rol oynar. Erkek egemen zihniyeti yansıtan tüm dinler, bu egemenliğin kurumsal yapısı olan aileyi kutsar, onu koruyup kollar, kadını onun içine hapsedip analığa indirger. “Bizim dinimiz kadına bir makam vermiş, annelik makamı” diyor Erdoğan. Ama işin bununla sınırlı olmadığını, kapitalist toplumda dinsel çerçeve ve tarihsel mirasın yanı sıra, sağ ve aşırı sağ tarafından ailenin alabildiğine abartılı şekilde vurgulanmasının iki temel nedeni daha olduğunu söyledik.
Birincisi, kitlelerin aldatılmasında çok rahatlıkla suiistimal edilebilecek bir konudur aile. Herkesin bir ailesi vardır ve kimse ailesinin zarar görmesini istemez. Bu yüzden bu tema üzerinden herkese korku salmak hiç de zor değildir. Faşizm, bu temayı da tıpkı göçmen karşıtlığı gibi kullanarak ezilen kitlelere yaşadıkları sorunların kaynağı olarak yanlış hedefler gösterir. Amaç kitlelerin yaşadıkları sorunların kapitalizmden kaynaklandığını görmesini engellemektir. Aile, din, milliyetçilik, muhafazakârlık ve bunların topunun oluşturduğu “kültürel” öğe üzerinden toplum yapay şekilde kutuplaştırılır, birbirine düşürülür. Böylece toplumun sınıflara bölünmüşlüğünün, sınıf karşıtlıklarının, derinleşen sınıfsal çelişkilerin üzeri örtülmüş olur. Bu tür popüler temalarla bir kitle tabanı örgütlenir, seferber edilir, ona öfkesini üzerine boşaltacağı bir hedef sunulur: Ateistler, deistler, LGBT+’lar, feministler ve tabii ki ille de komünistler!
İkincisi, ailenin gerçekten de kapitalist ilişkilerin devamı için çok boyutlu kilit bir rol oynaması ve hele faşizmi de doğuran olağanüstü toplumsal kriz dönemlerinde bu rolün daha da yakıcı hale gelmesidir. Vatan-millet-milliyetçilik-militarizm-patriarşi zincirlemesi içerisindeki sonuncu halkanın somutlandığı ve onun ideolojisinin (erkek egemen zihniyet ve maço kültürü) sürekli olarak yeniden üretildiği ilişkiler ağı ve mekânıdır aile. O olmadan zincirde başa doğru gidilemez; çünkü ataerkil zihniyet olmaksızın militarizm, militarizm olmadan da milliyetçilik düşünülemez. Barışçıl bir milliyetçilik, onu sevimli göstermeye çalışanların uydurmasıdır. Çünkü milliyetçilik her halükârda “biz”den gayrısını öteki olarak tanımlar. Bu ötekiler, en iyi durumda müttefik, genelde rakip, en uç durumda ise yok edilmesi gereken düşmanlardır. Birey kapitalist meta ilişkileriyle atomize edilip yalnızlaştırılırken, ona sığınılacak bir kolektif olarak ulus vaat edilir ve ondan bu yegâne sığınılacak kolektifi ötekilere karşı koruması istenir. Korumak için gerektiğinde kendini feda etmesi söylenir. İş dış tehditlerle savaş fikrine kaçınılmaz olarak gelir ve o noktadan itibaren milliyetçiliğin militarist doğası gizlenemez olur. Militarizmle birlikte kaçınılmaz olarak erkek egemenlik ve maço kültürü de sökün eder. İşte ailenin önemi de burada ortaya çıkar.
Erkek egemen zihniyetin ve maço kültürünün yeniden üretilip yeni kuşaklara aktarıldığı mekândır aile ocağı. Kadın da onun içinde üç noktada kilit bir rol oynar: Birincisi, doğurganlığıyla yeni kuşakları üretmek; ikincisi, emeğiyle onların bakımlarını ve yetiştirilmesini sağlamak; üçüncüsü de evin erkeğinin ve diğer çalışanların işgücünün yeniden üretimi için gerekli tüm hizmetleri sunmaktır. Yani kapitalist sömürü için işgücünün devamlılığının sağlanması ve gelecekteki savaşlarda feda edilecek erkeklerin doğurulup yetiştirilmesi kadının görevidir. Bu yüzden, “bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini yerine getiriyor hem de aslında vatani bir görev yapıyor” diyor sabık başbakan Davutoğlu. Kadının bu rolü layıkıyla yerine getirmesi şarttır, aksi durumda hem kapitalizmin işlemesi mümkün olmaz hem de burjuva devlet rakipleriyle mücadelede ayakta kalamaz. O zaman kadının daha baştan büyük bir baskı altına alınması, şartlandırılması, ideolojik bombardımana tâbi tutulması (dinle, gelenekle, örf ve adetlerle terbiye edilmesi) ve tüm bunlara ek olarak gerektiğinde uygun bir şiddet dozuyla cezalandırılarak hizaya sokulması gerekir. Bu her şeyden önce dinle ve geleneklerle öylesine sağlam şekilde yapılır ki, kadın, yeni kuşakları yetiştirip onları eğitirken, kendiliğinden ve gönüllü bir şekilde erkek egemen zihniyetin yeniden üreticisi, onun aktarma kayışı gibi çalışır. 24 saat erkek tarafından gözetim altında tutulup denetlenmesi gerekmez; kafası efsunlandığından köleliğinin farkında bile değildir, evin içinde kaldığı sürece başka bir yaşamı düşlemesi de mümkün değildir. Geleneklerin ve dinsel ideolojinin bu baskısı, tüm kadın düşmanlığına rağmen neden kadınların faşizme destek olabildiğini kavramak bakımından da kritik önemdedir.
Bu söylenenlerden, aileyi, geleneği, kadın doğurganlığını, maçoluğu zayıflatabilecek her şeyin milliyetçiliğin düşmanı olarak addedileceği sonucu çıkar. Tüm bunlar normal kapitalist işleyişte zaten geçerlidir, sistemin krize girmesinin ürünü olarak ortaya çıkan faşist rejimlerde ise, bu ihtiyaç kat be kat artar. Doğurganlık ve yeni itaatkâr kuşakların yetiştirilmesi çok daha büyük önem kazanır, çünkü sömürüyü arttırmak ve savaşa hazırlanmak için bunlar şarttır. Bunları sağlamak için de gördüğümüz gibi, hem ailenin, hem de geleneklerin (ve dinin) korunması şarttır. İşte bu yüzdendir ki tüm faşist rejimler ana sloganları olarak “Devlet” ve “Vatan”ın yanına, “Aile” ve “Din”i de eklerler. Faşizm yalnızca işçi hareketini, onun örgütlerini ve komünistleri değil, ekolojik hareketi, kadın hareketini ve eşcinselleri de bu yüzden hedef tahtasına oturtur. Çünkü erkek imgesinin yüceltilmiş ve kutsanmış haliyle korunması, genç asker ve işçi üretimine zarar gelmemesi için kadın hakları hareketinin ve eşcinsellerin yarattığı “tehdit” bertaraf edilmelidir.
“Aile, bütün Devlet yapısının en küçük, ama aynı zamanda en önemli birimidir” yazıyor Nazilerin parti programında. Dikkat edilecek olursa bu yaklaşım yalnızca aileye verilen önemin altını çizmiyor aynı zamanda onu devlet aygıtının parçası olarak ele alıyor. Faşizmin totaliter yapısı budur işte. Ama onu devlet aygıtının parçası yapmak demek, onun içindeki ilişkilerde de tam tahakküm kurmak demektir ki Naziler bu doğrultuda özellikle çocukları ve gençleri okullar ve paramiliter gençlik örgütleri aracılığıyla ajanlaştırmışlardı. Çocukların kendi ebeveynlerini vatan haini diye ihbar ettiği sayısız örnek yaşanmıştı.
Sağ siyaset ve kadın
“Beşikleri boş duran halklar İmparatorluk kuramazlar” diyor Mussolini. Çocuk doğurmanın, nüfus artışının önemi buradan kaynaklanıyor faşizm için. Kadın da ancak bu bağlamda bir değere sahip faşist zihniyette. Faşizm hem kadınlar arasında bir kitle tabanı arar (ve bulur da), hem de bununla tezat şekilde kadın düşmanı bir hareket ve iktidar olarak belirir. Faşizm, kadının bıraktık cinsel özgürlüğünü, onun özgül bir kimlik olarak, bağımsız bir özne olarak varlığını dahi yadsır. Mussolini, iktidarının ilk yıllarında kadınlara “dullar” olarak sesleniyordu; zira onun gözünde kadın ancak erkeğin “karısı” ve “çocuklarının anası” olarak bir anlam taşıyordu ve ancak savaşta ölen bir askerin eşiyse saygıyı hak ediyordu. İlerleyen yıllarda, kadınlara, “anneler”, “eşler” ve “kızkardeşler” olarak da seslenildi. Ama mantık aynıydı: Kadınlar kendi başlarına bir şey değildiler; ya savaşta ölmüş erkeklerin (savaş kahramanlarının) karıları olarak “dullar”dılar, ya onların veyahut da gelecekteki kahramanların “anne”leriydiler, ya da onların “eş”leri ve “kızkardeşleri”ydiler. Her hâlükârda, kendi varlıklarıyla değil, erkekle ilişkilendikleri ölçüde ve onlarla ilişkilenme biçimine göre bir anlamları vardı.[3] Hitler, Kavgam kitabında “Alman genç kızının da kuşkusuz milliyeti bellidir, ama o ancak evlendikten sonra yurttaş olacaktır” diyecek kadar bu kimliksizliği ileri taşıyordu.
Geçmişteki faşist rejimler gibi bugünküler de, faizsiz evlilik kredisi, çeyiz parası, çocuk yardımı, doğum sonrası esnek çalışma gibi desteklerle doğum ve anneliği teşvik ediyorlar. Aynı anda kürtaj önüne yasak mertebesinde engeller konuluyor, kürtaj hakkı fiilen kimseye kullandırılmıyor. Ücretsiz kreş hakkı fiilen ortadan kaldırılmış durumda. Bu koşullar kadına bir yandan havuç verip bir yandan da sopa göstererek onu “annelik makamı”na ve bu makamın sarayı olan eve hapsediyor. Ama bu bariz bir çelişki ve ikilem yaratıyor. Muhafazakâr sağ ideoloji, hem erkekle eşit görmediği kadını eve kapatıp onu annelik rolüyle sınırlamak istiyor, hem de özel mülkiyete dayalı kapitalist ilişkilerin devamını savunuyor. Ama kapitalist işleyişin kaçınılmaz sonucu olarak sermaye kadın emeğine de artan ölçüde ihtiyaç duyuyor ve kadın giderek daha büyük oranda çalışma yaşamına katılıyor, erkeğe ekonomik bağımlılığı azalıyor, eğitimli ve meslek sahibi haline geliyor, daha geç yaşta evleniyor, daha az çocuk yapıyor ve hayattan daha çok şey talep ediyor! Erkeğin otoritesi sarsılıyor.
Kapitalist ilerleyişle birlikte kadınların kentlerde de istihdama katılımının giderek arttığı bilinen bir gerçek. Diğer taraftan bu artışın istikrarlı (düzenli ve sürekli) bir artış olduğunu söylemek de mümkün değil. Kadın istihdamındaki büyüme, iktisadi koşullara olduğu kadar siyasi koşullara da fazlasıyla bağlıdır. Ekonominin hızlı büyüme dönemlerinde işgücüne dönük talebin artması kadınların istihdama katılışını da arttırırken, kriz dönemlerinde ilk gözden çıkarılanlar genellikle kadın işçiler oluyorlar. Sağ hükümetler döneminde kadını eve kapatmayı teşvik eden uygulamalar nedeniyle kadın istihdamı azalırken, sol iktidarlar döneminde tersi bir eğilim görülebiliyor. Ya da savaş dönemlerinde erkekler cephelere sevk edilirken boşalan yerleri doldurmak üzere kadınlar işe koşuluyorlar. Bu arada şu hususu da vurgulayalım: Faşizmi kapitalizmin olağanüstü boyuttaki toplumsal krizleri doğuruyor; bu da genellikle büyük bir ekonomik yıkım ve kitlesel işsizlik anlamına geliyor ki, tarihteki faşist rejimlerin kadını çalışma alanlarının dışına sürüp tekrar eve kapatmaya çalışmasının önemli nedenlerinden biri, onlardan boşalacak yerlere işsiz erkekleri yerleştirme kaygısıydı!
“LGBT komplosu”
“LGBT’yle birlikte aile yapımızı dejenere ediyorlar” diyen Müslüman Erdoğan ile “aile kurumunu kurtaracağız, dinlere saygılı olacağız. Dini geleneğimizi savunurken ve geleneksel değerlerimizi koruma altına alırken, cinsiyet eksenli ideolojiyle de savaşacağız” diyen Brezilya’nın sabık başkanı Katolik Bolsonaro aynı dilden konuşuyor. Onlara Ortodoks Putin de, Hindu Modi de eşlik ediyor. Orban’dan Duterte’ye, Trump’tan taze İtalya başbakanı Meloni’ye kadar tüm faşistler bu “kutsal aile” ya da “ailenin kutsiyeti” korosunda yer alıyor, “toplumsal cinsiyet ideolojisine” karşı savaş açıyorlar.
Gerçekten özellikle de son yıllarda, faşist propagandanın göçmen karşıtlığı, aşı karşıtlığı, kürtaj karşıtlığı gibi popülerleştirmeyi başardığı temaların yanı sıra LGBT düşmanlığını da fazlasıyla öne çıkardığını görüyoruz. Heteroseksüellik dışındaki tüm cinsel tercih, yönelim ya da eğilimler, toplumun yapısına dönük ciddi bir tehdit olarak sunuluyor. LGBT’lere karşı histerik bir propaganda geliştiriliyor. Çok tipik bir faşist demagoji kullanılarak, insanların kendilerini kuşatılmış hissetmeleri, büyük bir komplonun kurbanı olarak görmeleri arzulanıyor.
Toplumu yanıltmak, sahte düşmanlar yaratmak, öfkeli yığınlara tepkisini boşaltacağı savunmasız hedefler göstermek, faşizmin geçmişte de başvurduğu temel yöntemlerden biriydi. Örneğin Nazi Almanya’sında eşcinsel organizasyonlar, barlar, kulüpler, yayınlar kapatılıp yasaklandı. Naziler kendilerinden önce yürürlükte olan eşcinselliği suç sayan Ceza Kanununun 175. maddesini çok daha ağırlaştırdılar. 1933-45 yılları arasında 100 binden fazla erkek eşcinsel oldukları iddiasıyla tutuklanmış, bunların yarısı hüküm giymişti. Bunlar arasından 15 bin kadarı da toplama kamplarına gönderilip orada katledilmişti. Naziler, Almanların üreme potansiyelini azaltan her şeyi ırksal bir tehdit olarak görüyorlardı.[4] Bu zihniyetle 1936’da polis kurumu bünyesinde “Kürtaj ve Eşcinsellikle Mücadele” bürosu kurulmuş, başına da zalimliğiyle nam salan bir SS subayı getirilmişti. “Polis, Almanya’nın ahlâki yapısı için tehlikeli görünen herkesi önleyici gözaltına alma ve duruşmasız hapsetme yetkisine sahipti. Buna ek olarak, eğer polis eşcinsel davranışlara devam edeceklerini düşünüyorsa tahliye edilen eşcinsel mahpuslar tekrar tutuklanıp toplama kamplarına gönderiliyordu.”[5]
Naziler iktidara geldiklerinde, eşcinsellere böylesi bir zulmü reva görmelerine rağmen, iktidar öncesi süreçte Nazilerin paramiliter örgütü olan SA (Fırtına Birlikleri) içerisinde hem yönetim katında hem de tabanda eşcinsellik hayli yaygındı.[6] Faşist sokak terörünün yürütücüsü konumundaki SA’nın kurucusu ve komutanı olan Ernst Röhm’ün eşcinsel olduğu herkes tarafından biliniyordu. Kadının aşağı bir yaratık olarak görülmesi, maço kültürünün pohpohlanması, örgüt üyelerinin yarı-askeri kışlalarda hep birlikte kalarak bunun dışında bir sosyal hayata kapalı tutulmaları gibi faktörler eşcinsel eğilimleri güçlendiriyordu. Fakat Nazi iktidarının kurulmasını takiben Hitler SA ve SS yöneticileri arasında eşcinsel ilişki kuranların idam cezasına çarptırılacağına dair bir kararname yayınlamıştı.
Bugüne dek tüm dinci ve faşist görüşler ve gerici siyasal yaklaşımlar, heteroseksüellik dışındaki cinsel eğilim ya da tercihleri sapıklık ve sapkınlık olarak damgalayageldiler, bu yeni bir olgu değildir. 20. yüzyıldan önce göz korkutmak amacıyla ve ibretiâlem olsun diye eşcinsellerin, devlet ya da dini kurumlar aracılığıyla cezalandırıldığı durumlar hiç de istisna değildi. Bugün dahi birçok ülkede eşcinsellik yasak ve ağır şekilde cezalandırılabiliyor. Ama Almanya ve İtalya’daki faşist rejimlere kadar hiçbir zaman eşcinsellere karşı bir cadı avına çıkılmadı, pogromlar düzenlenmedi. Ya da bugün olduğu gibi kitlesel kampanyalar örgütlenip homofobik bir histeri dalgası köpürtülmeye çalışılmadı. Eşcinsellerden haz etmeyen insanlar bile çoğunlukla bu durumu hayatın bir gerçeği olarak kabullenip onlara karşı özel bir düşmanlık beslemediler. Geçmişte olduğu gibi bugün de çoğunluk açısından durum budur aslında. Ve işte faşizm bu durumu bozup kitlesel bir nefret dalgası yaratmayı amaçlamaktadır.
Bugün yeni olan şey, insanların farklı cinsel tercih ya da eğilimlerinin, tüm toplumu tehdit eden bir komplo olarak resmedilip, LGBT+’lara karşı bir linç kampanyasının örgütlenmesidir. Faşizm her konuda olduğu gibi bu konuda da görünmez düşmanlar yaratmakta, biri bin yaparak toplumun gözünü korkutmaya çalışmaktadır. Onlara bakılacak olursa, ortada büyük bir LGBT komplosu vardır. LGBT cinsiyet kimlikleri toplamını ifade eden bir kısaltma değil, bir örgüttür! Bu saçmalığı insanların bilinçaltına yerleştirmek için, kişilerden bahsederken LGBT’ler değil, LGBT’liler ya da LGBT’ciler diyorlar. Üstelik bu örgüt yıkıcı bir örgüttür, çünkü onlarınki hak talebi değil “toplumsal cinsiyet ideolojisi”nin propagandasıdır, aileye ve toplumsal düzene saldırıdır! Bu “örgüt”, başta gençler ve çocuklar olmak üzere “tüm toplumu heteroseksüel ilişkilerden uzaklaştırmaya çalışmaktadır”; “tüm topluma eşcinsellik dayatılmaktadır”! “Çocuklar cinsiyetlerini değiştirmeye zorlanmaktadır”! “Anneler-babalar dikkat edin ki, çocuğunuz sabah evden erkek olarak çıkıp akşam kız olarak dönmesin!”, “LGBT’ciler doğum oranlarını daha da düşürerek toplumun geleceğini yok etmek istiyorlar!” Peki onların arkasında kim vardır, kim bu komployu kurmaktadır? Tabii ki yerlisiyle yabancısıyla küreselciler! Bu paranoyak kampanya, çeşitli “sivil toplum kuruluşları”, partiler, medya ve hatta resmi devlet görevlileri tarafından sinsice körükleniyor. LGBT gizli bir suç örgütü gibi lanse edilmekle kalmıyor, kullandığı gökkuşağı sembolü adeta yasaklanıyor. Gökkuşağı bayrakları savcılık iddianamelerinde suç delili sayılıyor. Otoriter rejimlerde LGBT’lere karşı baskıcı yasalar daha da artıyor. Geçtiğimiz haftalarda Rus parlamentosu LGBT karşıtı yasaları kabul etti. “LGBT propagandası” diye uyduruk bir şey tarif edildi ve bunun içine LGBT’lerle ilgili her türlü içerik, haber ve bilgi sokuşturularak, yasaklandı. Hemen ardından da yine Rusya’da “geleneksel olmayan cinsel ilişkiler”i suç addeden bir yasa kabul edildi. Şimdi Türkiye’deki egemenler benzer bir yasa için sosyal medya trolleri aracılığıyla yeni bir kampanya başlattılar. Son aylarda “Aile Saldırı Altında, Sapkınlık Normalleştirilemez” başlığıyla, “LGBT Dayatması”na karşı devlet destekli mitingler düzenleniyor. Nefret ve kin il il yapılan bu mitinglerle körükleniyor; LGBT’lere ve elbette onları destekledikleri bahanesiyle tüm muhalif kesimlere dönük linç girişimlerinin, pogromların zemini döşeniyor.
Faşizmin toplumu yapay ve sahte başlıklar üzerinden kutuplaştırıp, sahte düşmanlar yaratmasına karşı mücadele şarttır. Bu noktada toplumu gerçekten bölen kimliğin sınıf kimliği olduğunu, faşizmin oyunlarının bu gerçekliğin üstünü örtme gayesi güttüğünü usanmadan öncü işçilere kavratmak zorundayız. Faşizme ve kapitalizme karşı mücadele sınıf kimliği dışındaki kimliklerin savunusuyla sınırlanmış bir temelde yürütülemez. Burjuvazi, küresel ölçekte, sınıf kimliği dışındaki kimlik meselelerini sürekli körüklüyor. Onun kurduğu tuzağı bozmanın yolu, ister cinsel, ister etnik, ister dinsel olsun tüm ezilen toplum kesimlerinin sorunlarını devrimci işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin bir parçası haline getirmektir. Bu sorunlarla sınırlı bir kimlik mücadelesi, sınıf mücadelesini yolundan saptırır; bu sorunları görmezden gelen bir yaklaşım ise kapitalistlerin ve faşizmin ekmeğine yağ sürmek olacaktır. Bu noktada komünistlerin önderliğinde sendikaların ve diğer emek örgütlerinin kadın sorununa, cinsiyetçi ayrımcılığına, homofobiye karşı tavır almaları, tabanlarında bu konularda demokratik ve ayrımcılık karşıtı bir bilincin gelişmesini sağlayacak çalışmalar yürütmeleri büyük önem taşıyor.
[1] Heteroseksüellik dışındaki tüm cinsiyet kimliklerini sapkınlık saymak.
[2] Gülhan Dildar, Faşizm ve Kitle Psikolojisi, Mart 2017, marksist.com
[3] Faşizm ve emekçi kadınlar hakkında şu makalelere de bakılabilir: İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar ve Faşizm, Şubat 2016; Ezgi Şanlı, İstanbul Sözleşmesi, Kadın Düşmanlığı ve Yalanlar, Mart 2021; Derya Çınar, Faşizmin Din ve Aile Üzerinden Tahakkümü, Şubat 2019; Gülhan Dildar, Faşizm ve Kitle Psikolojisi, Mart 2017
[4] Bu nedenle Alman lezbiyenler genellikle zulmün hedefi değildiler; diğer uluslardan geylere de (Alman erkeklerle birlikte olmadıkları sürece) daha toleranslı davranıyorlardı. Kürtaj ile eşcinselliğin aynı kefeye konulması da bu “kaygı”yı gösteriyor.
[5] Nazi Almanyası’nda Eşcinseller, bianet.org
[6] Öyle ki gerek sosyal-demokratlar gerekse de Stalinistler, 175. maddeye karşı olup çeşitli kampanyalar yürütmelerine rağmen, Nazileri gözden düşürmek umuduyla onların eşcinselliklerini alaya alarak homofobiden oportünistçe yararlanmaya çalışmışlardı.

link: Oktay Baran, Faşizmin Kadın ve LGBT Düşmanlığı, 10 Kasım 2022, https://marksist.net/node/7794
Kadın Cinayetleri Kapitalist Çürümeye Ayna Tutuyor


Mersin’de tecavüz girişimine uğrayarak katledilen Özgecan Aslan, kadınları hedef alan cinsel vahşetin son yıllardaki katlamalı tırmanışının hangi noktaya geldiğini çarpıcı biçimde ortaya koydu. Bununla kalmayarak, kadın cinayetleri nedeniyle birikmekte olan öfkeyi de patlama noktasına getirdi. Dört bir yanda protestolar ve Özgecan’ı ve diğer kadın kurbanları anma eylemleri düzenlendi, yanı sıra medyada da yoğun bir tartışma yürüdü.
Son dönemde kadın örgütlerinin özellikle vurguladıkları üzere, bugün Türkiye’de ortalama olarak günde 3 kadın cinayete kurban gidiyor. Kadın cinayeti haberlerinin bültenlerde yankılanmadığı gün geçmiyor. Cinayet kadına yönelik şiddetin en uç biçimi. Bunun dışında, kadına yönelik şiddetin farklı birçok düzey ve biçimi var ve bu vakalar sayılamayacak kadar çok. Tecavüz ve taciz vakalarının çok büyük bir bölümü gizli kalmaktadır. Uğradıkları çok yönlü baskının bir uzantısı olarak kadınlar maruz kaldıkları baskı ve şiddeti çoğu zaman sineye çekmek zorunda kalmaktadırlar.
Özellikle Türkiye’de kadınların katledildiği vakaların neredeyse tamamı cinsiyet temellidir. Yani kadınlar erkekler tarafından ve salt kadın olmalarından doğan gerekçelerle öldürülmektedirler. Örneğin 2013 yılında, öldürülen kadınların “yüzde 54’ü kocaları veya eski kocaları, yüzde 12’si sevgilileri, yüzde 18’i akrabası olan erkekler tarafından öldürüldü: 104 kadını kocaları, 12’sini eski kocaları, 25’ini sevgilileri, altısı eski sevgilileri, 10’u babaları, dokuzu damatları, 18’i akrabası olan diğer erkekler (kayınpeder, dünür, ağabey, kardeş vs.), üçü birliktelik teklifini reddettiği erkekler, biri aile kararı, dördü arkadaşları, dördü nişanlısı, üçü tacizcisi, üçü hırsızlar, üçü tanımadığı erkekler, ikisi komşuları, ikisi kan davalı olduğu ailelerin erkekleri tarafından öldürüldü.” (Bianet)
Bu utanç verici tablo kadınlara reva görülen muamelenin boyutlarına sadece küçük bir ışık tutmaktadır. Her ne kadar, saklaması pek kolay olmayan bir şey olduğu için cinayetlerin kayıtlara önemli ölçüde geçtiği düşünülse de, sistematik veri toplama ve raporlama yapılmadığı için bu sayılar eksiktir. Cinayet boyutuna varmayan şiddet vakalarının ise çok azı kayıtlara geçebildiği için, gerçek tablonun çok daha vahim olduğu herkesin farkında olduğu acı bir gerçektir.
Bu tablo hiç kuşkusuz Türkiye’ye özgü boyutlar içermektedir. Ancak genelde kadınlara yönelik ayrımcılık, özelde de kadınları hedef alan şiddet tüm dünyada yaygın bir olgudur. Kapitalizmin en gelişmiş olduğu (en medeni) ülkelerde bile kadına yönelik şiddet, tecavüz, taciz vs. oldukça yaygındır. Türkiye’de tüm ülkelere yaygınlaştırılamayacak “namus cinayetleri” gibi vakalar, mevzuatta ve yargı sisteminde açık biçimde kadının aleyhine işleyen bir yapının olduğunu biliyoruz. Ataerkil zihniyet keza tüm dünyada mevcut olmakla birlikte Türkiye’de ve benzeri ülkelerde çok baskındır. Kadının, bir namus sembolü oluşu ya da daha somut olarak ailenin namusunun onun şahsında sembolleşmesi, gelişmiş kapitalist toplumlarda önemli oranda aşılmıştır. Ama Türkiye’de bu durum hâlâ güçlü biçimde varlığını sürdürmektedir. Bu farklılıklar nedeniyle, Türkiye’de örneğin kadınları hedef alan şiddet biçimleri kovuşturulmayabilmekte ya da tümüyle geçiştirilmekte, cezasız kalabilmekte ya da hafif cezalarla karşılanmaktadır. Şiddete maruz kalan kadın, eğer canını kaybetmemişse, yerleşik genel baskı nedeniyle her şeyden önce yasal mercilere başvurmaktan çekinmektedir. Böylece şiddetin büyük bölümü kayıtlara bile geçmemektedir. Başvurduğu durumda ise çoğu zaman aile içi meseleler denilerek kadın evine geri yollanmaktadır. İşleme geçilen az sayıda durumda ise kolluk güçleri konuyu erkeğe mümkün olan en az zararı verecek ve kadına da yeni acılar yaşatacak şekilde ele almaktadır.
Fazlasıyla uzatılabilecek bu liste, Türkiye’nin Doğu despotizmi ile karakterize olan özgün tarihsel geçmişi ve bunun üzerine gelen gecikmeli kapitalist gelişmesi ile yakından alâkalıdır. Bugün de, kapitalist gelişme hayli yol kat etmiş olmasına rağmen, bu mirasın ağır yükü güncel hayatta kendini hissettirmektedir ve birbiri ardına gelen burjuva hükümetler kadınlara yönelik ayrımcılığın ortadan kaldırılması yolunda etkili çabalara girişmemektedirler. Bunun yerine, en iyi durumda, genel ataerkil (erkek egemen) yapıyı kökünden sarsmayacak türde değişimlerle oyalanmaktadırlar. Dahası, bugün AKP’nin de yaptığı gibi, birçoğu da çeşitli uygulamalarla kadının geleneksel olarak toplumda erkeğe tâbi ikincil konumunu sağlama almaya çalışmaktadır. AKP’nin kadını esas olarak anneden ibaret gören ve onu yasal-pratik alanda da bu konuma sıkıştırmaya uğraşan uygulamaları bunun tipik örnekleridir.
AKP’nin dinsel taassuptan da beslenen zihniyeti, başta Erdoğan olmak üzere çeşitli düzeylerde yöneticiler tarafından pervasız biçimde ifade edilmektedir. Kadınla erkeğin fıtrattan dolayı eşit olamayacağını söylemekten tutun, tecavüze uğrayarak hamile kalan kadınların kürtaj yaptırmasına bile engel olmak üzere “çocuk neden ölsün, onun yerine kadın ölsün” demeye kadar varan beyanatlar, kadının erkeğe emanet olduğunu söylemeler, kadının en büyük kariyeri anneliktir demeler, kadınların kıyafetini devletin en üst katından kınamalar vb., tüm bunlar o kaba ataerkil zihniyeti açığa vurmaktadır. Böylesi bir zihniyetin kadının zaten dezavantajlı olan konumunu düzeltme yolunda ciddi bir çaba göstermeyeceği kendiliğinden bellidir.
Son tahlilde zaten mevcut olan zihniyetin devam ettirilmesi olan bu söylem, söylem olarak kalmamakta, toplumsal hayatın içinde, yargı ve kolluk sisteminin içinde bilfiil uygulamaya dönüşmektedir. Milyon bahaneyle hafifletici sebepler bahşedilen tecavüzcüler, “haksız tahrik”, “iyi hal” gibi ödüllendirmelerle son derece hafif cezalar alıp (ya da hiç almayıp) normal hayatlarına dönebilmektedirler. Yine aynı zihniyet ve bu doğrultudaki pratik uygulamayla, yasal olarak tümüyle men edilmiş olmamakla birlikte kamu hastanelerinde kürtaj fiilen yapılmamaktadır.
AKP ve onun zihniyetine karşı mücadele bu bağlamda hiç kuşkusuz anlamlı ve gereklidir. Ancak sorunun neredeyse tümüyle AKP’ye indirgenmesi yönündeki eğilim, sorunun gerçek boyutlarının gözden kaçmasına hizmet eden kolaycı bir eğilimdir. Kapitalizmi ve onun toplumu çürütmesini başa almayan bir yaklaşım yanlış yollara kolayca sapabilmekte, sorunun kapitalizm altında da çözülebileceği yanılsamasına yol açmaktadır.
Yanlış adresler
Özgecan cinayeti nedeniyle fitili ateşlenen yoğun tartışmalar, soruna yönelik duyarlığın yükselmesine belli ölçüde hizmet etse de, genellikle, yeteri kadar derine inilmemekte ve sorunun gerçek kapsamı ve çözümün doğru rotası net biçimde ortaya konamamaktadır. Bir toplumsal çürüme ya da cinnet halinden söz edilmekle birlikte, asıl olarak, cezaların yeteri kadar caydırıcı olmaması, geri kalmışlık, eğitimsizlik, kimine göre din kimine göre “dinsizlik” gibi hususlar sorunun adresi olarak sıkça telaffuz edilmektedir. Toplumsal çürüme dendiğinde de, bu çürüme bir cenahta “laik ve Batılı toplumsal düzene”, diğer cenahta ise dinsel baskı ve uygulamalara bağlanmaktadır.
Sorunun bir toplumsal geri kalmışlık ve onunla bağlantılı olarak cehalet/eğitimsizlik olduğundan sıkça dem vuran anlayış, kadını hedef alan acımasız şiddet hadiselerini genellikle medeniyetsizlik/ilkellik olarak ele almaktadır. Ancak bu yaklaşım, sorunun bazı yönlerini belki açıklayabilse de, özünü açıklama yeteneğinde değildir. Bunun için basitçe gelişmiş kapitalist ülkelere bakmak yeterlidir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde sırf kadın olmaktan kaynaklanan sebeplerle kadınların cinayete kurban gittiği vakaların oranı, Türkiye gibi ülkelere göre oldukça düşüktür. Keza bu ülkelerde “töre cinayeti” gibi olgulardan da pek söz edilemez. Bu hiç kuşkusuz toplumsal ilerlemenin bir sonucudur. Ancak kadını hedef alan cinsiyet motivasyonlu cinayet vakalarının gelişmiş kapitalist ülkelerde genel olarak azalması, ne bu ülkelerde bu tür cinayetlerin ortadan kalktığı ne de kadına yönelik şiddetin başka biçimlerinin aynı ölçüde azaldığı ya da ortadan kalktığı anlamına geliyor. Cinayetler konusundaki veriler gösteriyor ki, söz gelimi Avrupa ülkelerinde bile kadın cinayetlerinin yaklaşık yarısı eşler, eski eşler, akrabalar tarafından işlenmektedir. Bu, kadının sosyal yaşamının hâlâ ne denli büyük oranda aile çevresinde döndüğünü gösterdiği gibi, aile içi şiddetin de boyutlarına ışık tutmaktadır. Diğer yandan asıl olarak tecavüz ve taciz gibi şiddet biçimlerinde sayılar ciddi boyutlardadır. Örneğin 2012 yılına ait Birleşmiş Milletler verilerinde ABD, Belçika, Yeni Zelanda gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde yüz bin kişi başına yılda 30 civarında tecavüz gerçekleşmektedir. Bunlar polise intikal ederek kayıtlara geçen vakalardır. Bu sayının anlamı, sözgelimi ABD için yılda yaklaşık on bin tecavüz demektir. Dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesinde yılda on bin tecavüz vakası yaşanıyorsa, kadına yönelik cinsel şiddetin özünde geri kalmışlık ya da gelişmişliğin yatmadığını görmek gerekir. Bununla gelişmenin şiddet konusunda hiçbir etkisinin olmadığını söylemiyoruz elbette, sadece sorunun temelinin ya da özünün başka bir yerde yattığına dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Bu arada, bir parantez açarak, gelişmişlik/azgelişmişlik sorunu ile ilgili bir önemli noktaya vurgu yapmak gerekiyor. Sonuç olarak elbette toplumsal ilerleme sorunun belli ölçülerde azalmasını getirmektedir. Ancak bu ilerleme nasıl gerçekleşmektedir diye soracak olursak, bunda, içinde değişik renkleriyle sosyalist işçi hareketinin büyük payı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Hem de bunu kuvvetle yapmak gerekiyor, zira bugün bu gerçek değişik biçimler altında dört bir koldan gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor. Kadının özgürlük mücadelesinin sembolü olan 8 Mart gibi günleri de doğuran bu işçi hareketidir. Yüz yılı aşkın bir süre boyunca verilen kahırlı sınıf mücadelelerinin sonucunda bugün gelişmiş ülkelerdeki yeni kuşaklar bazı kazanımlardan yararlanmaktadırlar.
Geri kalmışlık sorunuyla bağlantılı olarak vurgulanan eğitimsizlik için de benzer şeyleri söylemek mümkündür. Gelişmiş kapitalist ülkelerin aynı zamanda daha eğitimli nüfusa sahip ülkeler olduğunu hatırladığımızda, tüm söylediklerimizin eğitim bağlamında da geçerli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Dahası, kadına yönelik şiddet konusundaki birçok araştırma, eğitimli nüfus kesimleri içinde de kadına yönelik şiddetin ve istismarın oldukça yaygın olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Eğitim elbette önemsiz bir etmen değildir, ancak kapitalizm altındaki eğitime, sahip olmadığı bir ulviyeti ve kudreti yüklemek en iyi durumda aydınlanmacı dar kafalılıktır, yanlış yollara sapmak anlamına gelir. Eğitimin ve genel toplumsal ilerlemenin rolünü hiçe saymaksızın, kapitalizm altında bunların yine de temeldeki sorunu çözüme kavuşturamayacağını vurguluyoruz. Kemalistçe “çağdaşlık” vurgularıyla, “çağdaş kadın” yüceltmeleriyle sorunun çözülemeyeceği net biçimde görülmelidir.
Peki, sorun daha ağır ve şiddetli cezalarla hallolabilir mi? Ya da sorun yeterince caydırıcı cezaların olmaması mıdır? Baştan söyleyelim, sorun cezaların arttırılmasıyla, kimilerinin dillendirdiği gibi idam cezasının getirilmesiyle ya da hadım gibi şeylerle çözülemez. Genelde idam cezasının olduğu ya da başka türde ağır cezaların olduğu ülkelerde ne daha az suç işleniyor ne de bundan dolayı daha az taciz ve tecavüzden söz edilebilir. Yukarıda verdiğimiz gelişmiş ülke örnekleri içinde ABD bu açıdan da özellikle çarpıcıdır. Tekrar pahasına belirtelim, idam cezasının yaygın biçimde uygulandığı ve cezaların genelde hayli ağır olduğu ve bu nedenle hapishane nüfusunun olağanüstü boyutlara ulaştığı ABD’de yılda on bin tecavüz yaşanmaktadır. Fakat yanlış anlamaya yol açmamak için belirtelim ki, bu noktayı vurgulayarak, Türkiye’deki yargı sisteminde kadına yönelik şiddet vakalarında hafif cezalara, bol keseden kullanılan hafifletici sebeplere, iyi hal indirimlerine vs. asla davetiye çıkarmıyoruz. Aksine erkek egemenliğinin somutlandığı bu tür adaletsizliklerin kaldırılması yolundaki somut talepler emekçi kadınların mücadelesinin de talepleridir. Sadece ağır cezaların soruna çare olmadığını akıldan çıkarmamak ve tüm dikkati bu gibi tâli noktalara odaklamamak gerekiyor.
İslamcı-muhafazakâr yaklaşım
Eğitim eksikliğinden dem vuranlar sadece “çağdaşlık” yanlıları değildir. İslamcı-muhafazakâr akımlar da kendi tarzlarında eğitimden dem vurmaktadırlar. Onların eğitimden anladıkları kendiliğinden anlaşılabileceği gibi din eğitimidir. Onlara göre yaşananların bir nedeni topluma verilen yanlış eğitimdir. Bu da “laik-Batıcı” eğitimdir. Bu eğitim sistemi yüzünden kadınlar ev içi mahrem hayatlardan çıkıp dış sosyal yaşama karışmış ve ahlâksızlığa teşne hale gelmişlerdir. Evde kocasının mazbut hizmetkârı, çocuklarının bakıcısı ve ailenin çimentosu olarak varlık sürdürecek yerde, ev dışında kocasından bağımsız olarak çalışması, kocasının isteklerine boyun eğmemesi, tanrısal buyrukla ona emanet edildiğinin farkında olmaması, fıtraten uygun olmadığı halde erkekle eşit olduğu vehmine kapılıp problem çıkarması gibi nedenlerle, toplumsal yaşamda huzur bırakmamış ve aynı zamanda ev dışındaki serbest yaşamları ve tesettüre uygun olmayan kıyafetleriyle erkeklerin de cinsel iştahlarını kamçılayarak şiddete davetiye çıkarmışlardır! İşte bu nedenle topluma ve özellikle kadınlara yoğun bir İslami din eğitimi vermek elzemdir!
Dolayısıyla İslamcıların soruna çözüm bağlamında söylemlerinin temel bir ayağını “daha çok din verelim bu sorun hallolur” oluşturmaktadır. Oysa, uzun boylu anlatmaya gerek olmasa da, kadına yönelik şiddetin, tam da kadını erkeğin yanında ikincil bir konuma koymakla doğrudan alâkası vardır. Kendisini üstün ve asli gören erkek, bu konumdan hareketle zayıf ya da ikincil olan cinse eşitsiz muameleyi doğal bir durum olarak görmekte ve bunun bir uzantısı olarak şiddete de kolayca yönelebilmektedir. Bunda kendini meşru görebilmektedir, zira kadın “söz dinlememekte”, bağımsız bir birey olarak davranmak, kendi kararlarını almak isteyebilmektedir! İşte erkeğin kendine yakıştırdığı konumla şiddet arasındaki bu temel bağlantı, muhafazakâr tasavvurda tümüyle gözlerden saklanmaktadır.
İslamcı-muhafazakâr “çözüm”, temelde kadını toplumsal yaşamdan izole etmeye dayanmaktadır. Çünkü varsayım, kadının “erkeğin şeytanı” olduğu, suçun asıl kaynağının kadın olduğudur. Kadın göz önünden çekilirse ya da erkeklerden izole edilirse, erkeklerin cinsel iştahları kışkırtılmamış olur. Dahası kadınlar da dış dünyadan fazla etkilenerek bağımsız hareket etmeye ve baş kaldırmaya yönelmezler. Okulları cinsiyet temelinde bölme, toplu taşımada “pembe otobüs” türünden projeler, kapalı sitelerde yaşam gibi sözde çözümler bu zihniyetin ürünü olarak önümüze gelmektedir.
Kadını gizlemek çözüm olmak bir yana, sorunları daha da azdırmaktan başka bir sonuç vermez, vermemektedir. Bu, gerçekte ona yönelik baskı ve şiddeti hem daha çok arttırmak hem de bunu gizlemek anlamına gelir. Şu ana kadar kendini İslamcı rejim olarak adlandıran tüm rejimlerde (Afganistan, İran, Suudi Arabistan, IŞİD) temelde bu anlayış doğrultusunda yürütülen uygulamaların sonucu yeryüzündeki en kadın düşmanı örnekler olmuştur. Bu rejimler yeryüzünde kadınların toplumdaki söz hakkının en az olduğu rejimler arasında başta gelmişlerdir.
Dahası kadına yönelik bu genel yaklaşım, İslamcı muhafazakârların çok yakınıyor göründükleri ahlâki çökkünlüğün dini bayrak edinmiş görünen çevrelerde yeni yeni biçimlerinin ortaya çıkmasını da tetiklemiştir. Nitekim bu kesime ait çeşitli yazarlar arasında buna dikkat çekenler vardır. Bu da kitlelere daha fazla din verelim sorun çözülür şeklindeki düşüncenin yanlışlığına dair bir kanıt sunmaktadır. Dindar geçinen patron ve yöneticilerin emirleri altındaki kadın çalışanlara yönelik tacizde diğerlerinden aşağı kalmadığını, fabrikalardaki işçiler gayet iyi bilmektedirler. Üstelik bu taciz vakaları kadınları dindarlıklarına göre de ayırt etmemektedir. Başörtüsü taktığı için daha dindar ve mazbut addedilen kadın işçiler de diğer kadın işçiler kadar tacize ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu durum sadece fabrikada değil, evde ve sokakta da aynıdır. Evde baskı ve şiddete maruz kalma açısından dindar ailelerin diğerlerinden aşağı kalır yanı yoktur. Aksine genelde kapalı kültür nedeniyle bu tür ailelerde kadının maruz kaldığı baskı daha da fazla olmakta, ama bu dışa daha az yansımaktadır.
Zaman zaman İslamcıların bazılarının ağzında, toplumsal çürümeyi anlatmak üzere, kötü anlam yüklenmiş bir kapitalizm sözünü de duymak mümkündür. Bunlar açısından kapitalizm kelimesinin bilimsel anlamda kapitalizm kavramı olmadığını hemen belirtmek gerekir. Onların ağzındaki kapitalizm özetle Batı dünyası demektir. Kendilerinin savunduğu sözde İslami ekonomik düzenin de kapitalizm olduğundan habersiz gibidirler. Tek farkları ideal tasavvurlarındaki düzende kapitalistlerin daha hayırsever olmalarıdır. Üstelik bu da ancak tasavvur dünyasındadır, fiiliyatta kapitalist dünyanın en acımasız uygulamalarını sergilemekten hiç geri durmayan ve açgözlülükte diğerlerinden geri kalmayan İslamcı kapitalistler vardır.
Kapitalist toplum ve kadın
Toplumdaki köklü birçok sorun gibi kadın sorunu da varlığını kapitalizm sayesinde sürdürebilmektedir. Elbette kadın sorununun kapitalizmin gerisine uzanan kökleri vardır. Ancak bu sorunun başka bir anlatımı olan ataerki, toplumsal yaşamda ve tarihin akışında sınıf olgusundan daha temel bir belirleyen değildir, daima sömürücü sınıf egemenliği düzenlerinin temel çerçevesi içinde varlığını sürdürebilen bir olgudur. Sınıf egemenliğinin ortadan kalktığı yerde, ataerkinin sistematik bir olgu olarak varlık bulabilmesi mümkün değildir. Nitekim sınıflı toplum öncesine ait arkeolojik ve antropolojik bulgular, genellikle cinsiyetler arasında eşitlikçi ilişkilere işaret ediyor.
Kapitalist toplumda hâkim olan meta ilişkileri, doğası gereği dostluk, kardeşlik, dayanışma, paylaşma gibi insani değerlerin altını oyar. Meta ilişkilerinin tahrip edici baskısı altındaki bireyler ya da gruplar, aralarındaki farklılıkları bir yarış, kıskançlık, ayrıcalık ve doğal olarak çatışma konusu olarak görmeye itilirler. Kapitalist toplumda rekabet esas düstur olduğundan, altta kalanlara, dezavantajlı durumdakilere tepeden bakma, küçümseme ve dışlama eğilimi kendiliğinden ürer. Onlara yönelik baskı ve şiddet de belirli bir doğallıkla kabul görür. Göçmenlere yönelik baskı ve şiddet, siyahlara yönelik baskı ve şiddet, azgelişmiş ülkelere yönelik askeri saldırganlık nasıl daha kolay kabul edilebilir görünürse, aynı şekilde, başlangıçta biyolojik farklılıklarla şekillenen, daha sonra toplumsal bir nitelik kazanan cinsel işbölümü nedeniyle tarihsel olarak dezavantajlı bir konuma düşen kadınlara yönelik baskı ve şiddet de genel olarak daha kolay mazur görülmüştür.
Sevginin, cinselliğin adice bir pazarlama metaı haline geldiği kapitalizm şartlarında, kadının derin tarihsel kökleri olan dezavantajlı konumunun aşılması asla mümkün olamaz. Yeni bir toplumsal ilişkiler bütünü söz konusu olmadıkça kadının kazanımları belli bir sınırın ötesine geçemeyecektir. Cinsiyet ilişkilerini toplumsal ilişkilerin bütününden soyutlayarak ele almanın hiçbir temeli yoktur. Toplumsal ilişkilerin başka alanları kapitalist toplumun belirlediği çizgiler üzerinde kalıp da, cinsiyet ilişkilerinin baskı ve istismarın tüm biçimlerinden azade kalabileceğini düşünmek ancak bir kuruntu olabilir.
Filmlerde, dizilerde ve farklı türde televizyon programlarında kapitalist rekabet unsuru, kaçınılmaz biçimde insanların en ilkel dürtü ve zaaflarına artan ölçüde hitap edecek doğrultuda iş görür. Daha fazla şiddet, daha göz alıcı şiddet biçimleri, daha fazla cinsellik vb. geçer akçe haline gelmektedir. Böylece şiddet ve ölçüsüz cinsel tatmin arayışı olağanlaşıp meşrulaşmakla kalmayıp, hayatın başka boyutlarının önüne geçirilmekte, teşvik edilmektedir. Ölçüsüz bir haz arayışı (hedonizm) ve böylesi bir arayış içinde uyuşma arzusu, genel tatminsizlik ve mutsuzluk hali yaygınlaşmaktadır. Bu durum kapitalist toplumun çürümesinden başka bir şey değildir.
Bugün sözde kadına yönelik şiddeti, cinsel ayrımcılığı kınıyor görünen ve hatta asıp kesen riyakâr burjuva medya, kadın cinselliğini alabildiğine kışkırtıcı biçimde kullanmaktan geri durmamaktadır. En sıradan haberlerin bile cinsellik sosuyla verilebildiği bu kuburdan sağlıklı insani ilişkilere doğru bir yol çıkmayacağı, kadına yönelik taciz ve şiddetin son bulmasına varılamayacağı açıktır.
Öte yandan kapitalizmin ortadan kaldırılması da kadınların erkeklere karşı mücadelesiyle gerçekleşebilecek bir şey değildir. Yani feminist perspektif sorunun nihai ve gerçek çözümü açısından özde yanlıştır. Buna rağmen feminist anlayışa sahip çeşitli kadın örgütlenmelerinin kadın hakları doğrultusunda mücadeleleri hiç kuşkusuz bütünüyle anlamsız ya da değersiz değildir. Kadınların çeşitli kazanımlarında feminist akımın da katkıları olmuştur. Ancak köklü çözüm, salt bir kadın mücadelesi sorunu değildir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde söz konusu mücadelelerin de katkısıyla gelinen nokta ortadadır. Kadınların toplum içindeki konumunda genel bir düzelme ve bunun bir parçası olarak önemli yasal haklar elde edilmiş olmakla beraber, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, bu ülkelerde de kadına yönelik cinsel şiddet ortadan kalkmamış, aksine kapitalist çürümenin artışıyla birlikte yaygınlaşarak devam etmiştir. Kadının cinsel meta haline getirilmesi ve bunun getirdiği problemler ise bu ülkelerde en uç boyuta ulaşmıştır.
Mücadelenin somut hedefleri olarak gündeme getirilebilecek birçok nokta bulunmaktadır. Ancak özellikle hukuk sisteminde kadına yönelik eşitsizlik ve baskıların bir bölümünü ifade eden yasa ve uygulamaların kaldırılması en acil türde talepler arasındadır. Kadın cinayetlerinde ve tecavüz vakalarında zanlının “ağır tahrik” ya da “haksız tahrik” gibi etmenlerle veyahut yargı sürecindeki sözde “iyi hal” dolayısıyla ceza indirimlerinden yararlandırılması gibi uygulamalara derhal son verilmelidir. Keza “namus cinayeti” adı altında kadınların katledilmesine özür bulan ataerkil zihniyetin hukuk sistemindeki her türlü yansıması tümüyle kazınmalıdır.
Bu somut ve acil mücadele talepleri etrafında verilen mücadeleler hiç kuşkusuz gerekli, anlamlı ve değerlidir. Ancak sorunun bu tür taleplerin kazanılmasıyla aşılabileceğini düşünmek ya da bu yönde yanılsamalar oluşturmak kadının kurtuluşu sorununu hafife almak olacağı gibi, ufku sınırlayarak kapitalist toplumdaki daha örtülü ve ince baskı biçimlerini, toplumsal çürümenin nice farklı biçimlerini kabullenme sonucunu getirir. Bu noktada emekçi kadının örgütlülüğü, onun örgütlü mücadelesi esastır. Bu mücadele işçi sınıfını cinsiyet temelinde bölecek türden cinsiyetçi yaklaşımlarla ilerleyemez, aksine zayıf düşer. Kapitalizme son verilmesi ve onunla birlikte ataerkil etkilerin kökünün kazınması, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının bir bütün olarak vereceği örgütlü mücadeleye bağlıdır. İki kat ezilen kadın işçilerin bu mücadelede tüm varlığı ve enerjisiyle ön saflarda yerini alması, muazzam bir dinamiktir.

link: Levent Toprak, Kadın Cinayetleri Kapitalist Çürümeye Ayna Tutuyor, 4 Mart 2015, https://marksist.net/node/4006
Emekçi Kadınlar ve Emperyalist Savaşlar


Yetmiş milyon insanın ölümüne ve çok daha fazlasının yaralanıp sakat kalmasına yol açan iki büyük emperyalist savaşın ardından, gezegenimiz, sermayenin doymak bilmez kâr hırsı yüzünden bir üçüncüsüyle karşı karşıya. Şimdiden Afganistan’ı, Pakistan’ı, Ortadoğu’yu ve Afrika’nın bir bölümünü kavuran emperyalist savaşın alevleri, etki alanını hızla genişletiyor. 2001 yılının 11 Eylülünde İkiz Kulelere düzenlenen saldırıyı bahane olarak kullanan ABD emperyalizmi, saldırıdan bir ay sonra emperyalist savaşın ilk bombalarını Afgan halkının üzerine yağdırmaya başlamıştı. NATO şemsiyesi altında Afganistan’a yerleşen ABD, ardından 2003 Martında Irak’ı işgal etmeye girişerek emperyalist savaşı Ortadoğu’ya yayacak ilk adımı atmış oluyordu. Başlatılan savaşın dar bir bölgeyle sınırlı kalmayacağının çıplak göstergesi olan Irak işgali, bugün geride 1 milyonu aşkın Iraklının cansız bedenleriyle dolu bir enkaz yığını bırakarak beşinci yılını doldurmuş bulunuyor. Ve emperyalist savaşın yarattığı cehennemde, on milyonlarca emekçi, ölümün soğuk nefesini her an enselerinde hissederek, açlık, hastalık ve işsizlikle boğuşuyor.
Savaş kuşkusuz kadın-erkek ayrımı yapmaksızın tüm emekçiler için yıkım demektir. Ne var ki, kapitalist toplumda savaşlar kadınların sırtına pek çok yönden çok daha ağır bir yük bindirmektedir. Kapitalizmin kârlı savaş kapısı açıldığında, işçi sınıfının erkekleri savaş canavarının midesini doldurmak üzere oluk oluk cephelere gönderilir. Bu aynı zamanda, o güne dek evinin dışında hiç çalışmamış, ev işi ve çocuk bakımı dışında hiçbir ustalığı olmayan, evin geçimini erkeğin kazandığı parayla sağlamaya çalışan milyonlarca kadının, kendini bir anda amansız bir cangılın ortasında bulması anlamına da gelir. Kapitalistlerin kâr edebilmeleri için çarkların durmaması, makinelerin harıl harıl işlemesi gerekir. Bu yüzden erkekler savaş cephesine sürülürken, kadınlar da aynı esnada üretim cephesine sürülürler. Üstelik yaşamın omuzlarına yüklediği ağır yükü kaldırabilmek için, en kötü çalışma koşullarında, en düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalarak.
İki büyük emperyalist savaşta kadın işçiler
1914’te patlak veren ve dört yıl süren birinci emperyalist savaşta, on milyonlarca emekçi kadın, açlığın, çaresizliğin ve sömürünün en korkunç biçimlerine tanık olmuşlardı. Kapitalizmin olağan dönemlerinde de proleter kadınlar, en kötü işlerde, ağır çalışma koşulları altında ve erkeklerden çok daha düşük ücretlerle iliğine dek sömürülüyorlardı. Ancak savaş, çok daha geniş kesimden emekçi kadınları evlerinden çekip çıkardı ve fabrikalara, tarlalara fırlattı. O zamana dek aşağılanan ve erkeklere özgü olarak görülen işlere bulaştırılmayan kadınlar, birden “başarabilirsiniz” denerek yüreklendirilmeye ve yoğun bir milliyetçi propaganda eşliğinde savaş sanayii de dahil olmak üzere tüm üretim alanlarına sürülmeye başladılar. Birinci emperyalist savaşta, İngiltere’de, sadece savaş sanayiinde, 1 milyona yakın kadın işçi çalışıyordu. Ve burjuva propagandanın aksine, bunların ezici çoğunluğu, “yurtseverlikten” değil açlıktan çalışmak zorunda kalan kadın işçilerdi. Daha önce cephane üretiminde çalışan kadınların sayısı 200 binken, savaşla birlikte bu sayı beş katına fırlamıştı. En tehlikeli patlayıcılarla, asitlerle, kimyasal maddelerle iç içe çalışan bu kadınlar, günün 10-12 saatini işyerlerinde geçiriyorlardı. Bu süreçte Almanya’da da 700 binden fazla kadın, savaş sanayiinde, ölümle burun buruna çalışmaktaydı.
Buna rağmen, Avrupa ve ABD’de, büyük fabrikalarda çalışan kadın işçilerin bile ezici çoğunluğu sendikal örgütlülükten yoksundular. Pek çok ülkede kadın olmak sendikalara alınmamak için başlı başına yeterli bir nedendi. Sendikaların büyük bir bölümü, kadın işçilere ucuz işgüçleriyle erkeklerin işlerini elinden alan düşmanlar gözüyle bakıyorlardı. Ancak savaşın ilerleyen dönemlerinde, üretimi gerçekleştirebilecek erkek nüfus neredeyse kalmayınca, hayatın gerçekleri, bu erkek egemen anlayışı da sarsmaya ve yıkmaya başladı. Milyonlarca kadın, ağır sanayi de dahil olmak üzere tüm üretim ve hizmet alanlarında çalışmaya başlamıştı.
Savaş dönemleri milliyetçiliğin şaha kalktığı dönemlerdir ve örgütsüz ve bilinçsiz yığınlar bu burjuva zehre bağışık değillerdir. Elbette kadınlar da burjuvazinin milliyetçi propagandasının esiri olmuşlardır. “Siz de Savaşmak İstiyorsanız Orduya Katılın!” Savaşın ilerlediği dönemde, Avrupa ve ABD’de kadınlara yönelik bu tür posterler, propaganda filmleri, broşürler, radyo yayınları her yanı kaplıyordu. Özellikle küçük-burjuvazinin kadınları emperyalist orduların saflarına akmışlardı. Emperyalist ordularda, santral görevlisinden hemşiresine, ajan olarak kullanılanından askerine, pilotundan şoförüne on binlerce kadın yer almaktaydı. Milyonlarca emekçiyi diri diri yutan savaş makinesinin vidası olmak, onlar için, kendilerini erkeklere kanıtlamanın ve “yurtseverliklerinin onlardan hiç de aşağı kalmadığını” göstermenin bir aracıydı.
1918’de, birinci emperyalist savaş, geride 15 milyona yakın ölü, milyonlarca yaralı ve sakat bırakarak sona erdi. Sağ kalan erkekler cephelerden döndüler. Burjuvazi, kadınlara yaptıkları fedakârlık için teşekkür etti ve evlerinin yolunu gösterdi. Onlar artık erkeklere “işlerini” geri verebilir ve asıl yerleri olan evlerinde çocuklarına ve kocalarına bakmaya devam edebilirlerdi. Ve öyle de oldu. Ta ki, cehennemin kapısı ikinci kez açılana kadar!
Dünyayı tam olarak paylaşamadan (Ekim Devrimi bunu sekteye uğratmış ve emperyalistleri domuz topu gibi birleştirmişti) savaşı sona erdirmek zorunda kalan emperyalistler, yirmi yıl sonra gezegeni yeniden ateşe verdiler. Savaş makineleri artık daha yetkindi, savaş cephesiyse bir o kadar genişlemişti. 1939’da patlayan savaş 1945’e dek sürecek ve bu kez birincisinden çok daha korkunç bir yıkıma yol açacaktı. Birincisinden farklı olarak bu kez ABD ve Japonya da savaşın doğrudan içindeydi. En önemlisi de, Avrupa, tarihin gördüğü en korkunç burjuva diktatörlük biçimine, faşizme esir düşmüştü. Avrupa’nın büyük bir bölümünü esir alan Alman faşizmi, hem içerde hem de dışarıda, insanlığa tarifsiz acılar yaşatıyordu. Keza İtalya ve İspanya da faşizmin pençeleri altındaydı.
İşte bu atmosferde, kadınlar yeniden emperyalistlerin hizmetine koşuldular. Kentler yıkılıp yakılmışken, üretici güçler barbarca tahrip edilmişken ve erkek işgücü savaşta birbirini boğazlamaya gönderilmişken, kapitalistlerin işgücü ihtiyacını karşılayacak en önemli unsur yine kadınlardı. Açlık evde kalanları vurmuştu ve kadınlar buldukları her işte çalışmak zorundaydılar: kimisi fabrikalarda, kimisi tarlalarda, kimisiyse seks kölesi olarak...
Kapitalizmin tarihi boyunca yaşanan aynı eşitsizlikler, bu kez de geçerliydi elbet. Erkek işçilerin aldığına oranla son derece düşük ücretler, bitmek bilmez uzunluktaki çalışma saatleri, açlıktan ve hastalıktan kırılan çocuklar ve tüm bunların üstesinden gelmek zorunda kalan milyonlarca kadın emekçi. Burjuvazi, bilinçsizliklerinden ve yüz binlercesinin o zamana dek çalışma yaşamına katılmamış olmasından faydalanarak, kadın emeğini en azgın biçimde sömürüyordu. Vasıflı kadın işçilerin ezici bir çoğunluğu, vasıfsız erkek işçilerin aldığı ücretin bile altında ücret alıyordu. Kadınlar, ücret eşitsizliğine ve kötü çalışma koşullarına karşı seslerini yükseltecek olduklarında ise, egemen sınıfın savaşı kullanarak yarattığı şoven atmosfer nedeniyle, “vatan haini” damgası yiyorlardı.
Tüm bu şoven baskıya rağmen, içinde bulundukları duruma ve eşitsizliğe isyan eden kadın işçiler de oldu şüphesiz. Örneğin, savaş olanca yakıcılığıyla devam ederken, 1943 yılında, İngiltere’nin Glasgow kentindeki Rolls Royce fabrikasında çalışan 16 bin kadın işçi, eşit işe eşit ücret talebiyle ayağa kalktı. Savaş döneminde, hem de kadın işçiler, greve çıkmışlardı! Dolayısıyla, burjuvazinin yıldırımları yağmakta hiç gecikmedi. Kan emici egemenlere göre, hadlerini bilmez bu kadınlar, yurtseverlikten nasibini almamış paragözlerdi! Derhal grevci kadınlara yönelik bir saldırı kampanyası başlatıldı. Psikolojik savaş harekâtına ek olarak, Glasgow sokaklarında gösteri yapan grevci kadınların üzerine çürük domatesler, yumurtalar fırlatıldı. Bu oyunda, burjuvazinin kiralık adamlarının yanı sıra kuşkusuz onların kışkırtmalarına gelen diğer işçiler de kullanılıyordu. Ancak kadın işçilerin ne kadar düşük ücret aldıklarını öğrenen bu işçiler kısa sürede oyuna getirildiklerini farkına vardılar ve kadın işçilere yönelik protestoları sona erdirdiler. Bir hafta devam eden grevin sonunda kadın işçiler, ücretlerinde belirgin bir artış sağlayarak burjuvaziden önemli bir taviz koparmayı başardılar.
Faşizmin çizmeleri altında inleyen Almanya’da ise, “kadının yeri evidir” diyen Hitler, Alman kadınları birer çocuk yapma makinesi olarak eve hapsederken, Yahudi kadınları ve erkekleri çalışma kamplarına kapatmıştı. Etrafı duvarlarla çevrili bu kamplarda, tutsak on binlerce Yahudi, 12-19 saate varan ağır çalışma koşulları altında, bir parça ekmek ve bir tas çorba karşılığında ücretsiz olarak, yani köle olarak çalıştırılıyordu. Bundan en çok etkilenense kuşkusuz kadınlar oluyordu. Bazen aralıksız 30 saat çalıştırılan aç kadınlar, takatsiz kalıp makine başlarında bayılıyor ve bu koşullara uzun süre dayanamayıp ölüyorlardı.
Bu arada tüm emperyalist ülkelerde savaş makinesi harıl harıl çalışıyordu. Altı yıllık savaş döneminde, savaş sanayiinde çalışan kadınların sayısı İngiltere’de 6,5 milyona, ABD’de ise 6 milyona çıkmıştı. İngiliz ordusuna katılan kadınların sayısı 460 bine yükselirken diğer emperyalist orduların da bundan aşağı kalır yanları yoktu. Sadece bunlar bile, birinci emperyalist savaşla kıyaslandığında silahlanmanın hangi boyutlara varmış olduğunun ve savaş makinesinin nasıl bir canavara dönüştüğünün önemli bir göstergesidir.
Bu korkunç savaş, geride on milyonlarca yaralı, 55 milyonu aşkın ölü ve sefalete sürüklenmiş bir emekçiler ordusu bırakarak 1945 yılında sona erdi. Uygarlığıyla övünen Avrupa’da kentler harabeye dönerken, savaştan tek galip çıkanlar, bu katliamdan muazzam kârlar elde eden emperyalist tekellerdi. Tahrip olmuş kentler, fabrikalar, kadın işçilerin ve cephelerden dönen erkek işçilerin hummalı çalışmasıyla tekrar inşa edilirken, kapitalizm yeniden bir ekonomik yükseliş dönemine girdi. Ve çok geçmeden o bildik manzara aynen tekrarlandı. Artık kadınlara ihtiyaç kalmamıştı. İşlerini erkeklere terk etmeli, genç kızlar bir an önce evlenip burjuvaziye genç işçiler doğurmalı, erkeklerine ve çocuklarına iyi bir anne, iyi bir ev kadını olarak hizmet vermeli ve bununla yetinmeliydiler. Savaş döneminde hemen her sektörden sanayi fabrikalarında ustaca çalışan ve bu doğrultuda yönlendirilip yüreklendirilen kadınlar, şimdi ancak hizmet sektöründe ya da vasıfsız işlerde ve çok daha düşük ücretlerle iş bulabiliyorlardı. Üstelik çalışan kadınlara hiç de hoş gözle bakılmaz olmuştu.
Artık propaganda filmlerini ve reklâmları, asker üniforması ya da işçi tulumu içindeki kadınlar değil, kadınlığı ön plana çıkarılan, pembe panjurlu evinin bahçesinde sevimli çocuklarıyla erkeğinin yolunu gözleyen, teknolojik ürünlerle donatılmış mutfaklarında bu ürünlerle poz veren kadınlar süslüyordu. Amerika’da bu propaganda Hollywood filmleri aracılığıyla doruğa vardırıldı ve tüm dünyaya ihraç edildi. Eğitimli orta sınıf kızları için amaç, lise biter bitmez bir koca bulup hemen çocuk doğurmak, onları “iyi yetiştirmek”, kocasına destek vermek ve ne olursa olsun onun yanında olmaktı. Artık önemli olan kadının kendini evinde kanıtlamasıydı! Çünkü burjuvazinin yeni propagandası bunu buyuruyordu.
Bu propaganda şüphesiz ağırlıklı olarak tuzu kuru orta sınıf kadınlardan rağbet gördü. İşçi sınıfının kadınlarıysa karınlarını nasıl doyuracaklarının derdindeydiler. Dolayısıyla onlar, erkeklerine değil, kazanacakları üç beş kuruş için, her türlü pis işte ve ağır çalışma koşullarında burjuvaziye hizmet etmek zorundaydılar!
Emperyalist savaşa ve faşizme karşı mücadelede kadınlar
Emperyalistler iki dünya savaşında halklara tarifsiz acılar yaşatırken, kuşkusuz kapitalizme ve faşizme savaş bayrağı açan kadın işçiler-emekçiler de vardı. Onlar 1848 Fransa’sında burjuvaziye karşı nasıl barikat barikat savaştılarsa, 1871 Paris Komününde nasıl en ön saflarda vuruştularsa, iki büyük emperyalist savaşta da burjuvaziye ve faşist işgale karşı öyle direndiler.
18 Mart 1871’de ilan edilen ve proletarya iktidarının ilk örneği olarak 72 gün boyunca kahramanca direnen Paris Komününde, kadınlar etkin bir rol oynamışlardı. Fransız burjuvazisi Alman işgali esnasında canını kurtarmak için düşmanla işbirliğine giderken ve ülkeyi düşmana teslim ederken, silahlarını hem Alman hem de Fransız burjuvazisine doğrultarak savaşanlar Parisli işçiler olmuştu. Bu savaşta işçi kadınlar, cesaretleri, öfkeleri ve acımasızlıklarıyla burjuvaziyi müthiş irkiltmişlerdi. Sonrasında, Komün kadınları, burjuva yazarların satırlarına şu tip ifadelerle yansıyacaktı:
“Zayıf cins bu acınası günlerde utanç verici biçimde davrandı. … Her yerdeydiler; cıyak cıyak sesleriyle bağırdılar, çağırdılar, kışkırttılar… centilmenin terzisi, centilmenin gömlekçisi, çocuklarının öğretmeni… her türden hizmetçiler. … Komünün son günlerinde bu şirret cadalozlar barikatlarda erkeklerden daha uzun süre direndiler.”
Bir başka burjuva yazarsa, “barikatlardaki cesaretleri, savaştaki acımasızlıkları, duvara dayanmış ölüm mangasının karşısındaki soğukkanlılıkları” ile dikkatleri üzerinde toplayan kadın Komünarlardan şöyle söz ediyordu:
“Kadınlar erkekler gibiydiler; ateşli, öfkeli, acımasız. Ölüme meydan okudular ve tehlikelerden yılmadılar; hiçbir zaman bu kadar çok kadın sokağa dökülmemişti. Şarapnellerin, saçmaların ve mermilerin açtığı korkunç yaraları sardılar, görülmemiş işkencelerden sonra acı ve öfke içinde inleyen, hıçkıran ve bağıran insanların yardımına koştular; sonunda gözleri kana alıştı, kulakları paramparça olmuş bedenlerden kopan yürek parçalayıcı çığlıklarla doldu, kararlı bir tavırla tüfekleri kaptılar, aynı yaralara ve aynı ıstıraplara doğru atıldılar.”
Komünün yenilgisinden sonra, burjuvazinin ve özellikle burjuva kadınların taşkınlıkta sınır tanımaz saldırganlığına maruz kalan 1051 kadın komünar, Savaş Konseyinin karşısına çıkarıldı. Komün savaşçılarından Louise Michel, mahkemede şunları haykıracaktı sınıf düşmanlarının yüzüne: “Bana Komünün suç ortağı olup olmadığım sorulmuştu. Kesinlikle evet, çünkü Komün her şeyden önce Sosyal Devrim istiyordu ve Sosyal Devrim benim en büyük özlemimdi. Dahası, Komünün kurucularından biri olmakla onurlandırıldım… Özgürlük için çarpan bir kalbi küçük bir kurşunun sert darbesinden başka hiçbir şey durduramaz… Ben de hakkıma düşeni istiyorum. Eğer beni sağ bırakırsanız intikam çığlığım asla kesilmeyecek.”
Kadın komünarların intikam çığlıkları, o günden bugüne devrimci kadın savaşçılar tarafından susturulmadan devam ettirildi, ettiriliyor. Bu savaşçılardan ikisi, 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, bu çığlığı var güçleriyle Almanya’dan yükselttiler. Savaş başladığında burjuva feministler emperyalist hükümetlerin en azılı destekçileri kesilirken, iki büyük komünist kadın, Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin, işçi sınıfının kadınını ve erkeğini bu savaşa karşı durmaya ve silahlarını burjuvaziye çevirmeye çağırıyorlardı.
Kadının kurtuluşu davasını işçi sınıfının kurtuluşu davasının ayrılmaz bir parçası olarak gören ve bu doğrultuda amansız bir savaşım veren Clara Zetkin, aynı zamanda 8 Mart’ın Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmesini sağlayan kişiydi. II. Enternasyonal’in 1910 yılında toplanan İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresinde, 8 Mart, Clara Zetkin’in önerisiyle Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmişti. Savaşın başlamasının ardından işçi sınıfına savaşın gerçek yüzünü teşhir etmek için çabalayan ve onları bu savaşı durmak üzere devrim yolunda hazırlanmaya çağıran Zetkin ve Rosa, 1915’te, Bern’de, savaşa karşı bir uluslararası sosyalist kadınlar konferansı topladılar ve bu yüzden tutuklandılar. Zetkin, daha sonra da savaş karşıtı etkinliklerinden ötürü defalarca tutuklandı. Ama emperyalist savaşa ve sosyal şovenizme karşı mücadelesini kararlılıkla sürdürmekten asla vazgeçmedi. O, sosyalizm davasının yılmaz bir savaşçısı olarak, 1933’te, 76 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Alman Sosyal Demokrat Partisi ve II. Enternasyonal’in diğer sosyal-şovenleri emperyalist savaşta “yurtseverlik” adı altında kendi burjuvalarının yanında saf tutup dünya işçi sınıfına ihanet ederlerken, Rosa ve Clara enternasyonalizmin bayrağına sahip çıkarak, bu şovenizme ve oportünizme karşı mücadele ettiler. Savaş henüz patlak vermeden önce işçileri savaş tehlikesine karşı uyaran ve “askerleri emre itaatsizliğe ve düşmana ateş etmemeye teşvik ettiği” gerekçesiyle bir yıl hapisle cezalandırılan Rosa, 1916’da kaleme aldığı bir broşürde şöyle diyordu: “İşçilerin dünya çapındaki kardeşliği, bence, yeryüzünün en yüce ve en kutsal şeyi; benim yol gösterici yıldızım, idealim, vatanım; bu ideale ihanet etmektense, hayatımı vermeyi seve seve kabul ederim!” Dünya işçi sınıfının bu kızıl kartalı, 1919’da komünist idealleri uğruna hayatını verirken, onun ve yoldaşı Karl Liebknecht’in katili, yıllarca içinde mücadele ettikleri ve ihanetine katlanamayarak yollarını ayırdıkları Alman Sosyal Demokrat Partisi önderliğindeki hükümet olacaktı.
Bu iki enternasyonalist komünist kadın emperyalist savaşa karşı yılmaz mücadelelerini sürdürürken, 1917 Rusya’sında, kadın işçiler 8 Mart gösterilerini savaşa, açlığa ve Çarlığa karşı gösterilere dönüştürüyorlardı. Bu gösterilerle patlak veren devrim, yüzlerce yıllık Çarlık despotizmini tarihe gömecek parlak bir kıvılcım hizmeti gördü. Böylece, 1917 Ekiminde gerçekleşecek ve dünya tarihine yepyeni bir yön verecek olan proleter devrimin de kıvılcımı çakılmış oluyordu. Bu devrim aynı zamanda, emperyalist düşmanların devrimci proletarya karşısında domuz topu gibi birleşmek zorunda kalmalarına ve emperyalist savaşın sona ermesine de yol açacaktı.
Emperyalist dünya savaşının birincisi böylece sona ermiş, ne var ki ikincisinin gelişi engellenememişti. Savaş yaklaşırken, İspanya, Franco önderliğindeki faşistlerle çeşitli akımlardan komünistler öncülüğündeki işçi sınıfı arasında cereyan eden kanlı bir iç savaşa sahne oluyordu. 1936’da başlayan İspanyol İç Savaşında, ülkeyi faşizmin esaretinden korumak için girişilen kahraman mücadelede, kadınlar direnişin belkemiğini oluşturuyorlardı. Daha önce sokakta yalnız yürümekten bile çekinen kadınları şimdi “kafelerde otururken, tartışırken, dizlerinin arasında bir tüfekle görüyordun”. Kadınlar, “komiteler oluşturuyor, sahra hastaneleri kuruyor, evlerin ve sokakların savunmasını, yalnızca yiyecek maddelerinin değil, cephane ve bilgi dağıtımını da örgütlüyorlardı, üniformaları dikiyor ve sargı malzemesi, ilaç ve gerekli olan her şeyi üretiyorlardı. Ancak her savaşta kadınlardan beklenen ve onlara verilen bu görevlerle yetinmiyorlardı: Onlar da silaha sarılıyor ve cepheye gönüllü yazılıyorlardı. Ve ilk gün ve haftalarda onları kimse durduramadı. … erkek arkadaşları gibi savaşılan bölgelere ve kent kesimlerine giden kamyonlara atlıyorlardı. Faşistler 1936 Kasımında Madrid’e saldırdıklarında onları geri püskürtenler arasında pek çok da kadın milis vardı.”[1]
Bu manzaralar sadece İspanya ile sınırlı değildi kuşkusuz. Savaş başlayıp, Naziler Avrupa’yı işgale başladıklarında, faşizme karşı savaşan partizanlar ve direnişçiler arasında da aynı şekilde sayısız kahraman kadın bulunmaktaydı. Yugoslavya’da, Tito önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Ordusunun 100 binden fazla kadın üyesi bulunuyordu. Bunlardan yaklaşık 25 bini savaşta hayatını kaybedecek, 40 bini yaralanacak, 3000 kadarı sakat kalacaktı. 2000 kadın ise subay rütbesiyle savaşacaktı.[2]
Yunanistan’da ve işgal altındaki diğer ülkelerde savaşan direnişçiler arasında da kadınlar korkusuzca yerlerini almışlardı. Bu noktada, Fransa’da, Bulgaristan’da, Polonya’da, Hollanda’da faşist Alman işgaline karşı gelişen direniş hareketlerine katılan Yahudi kadın savaşçıları da özel olarak anmak gerekir. Soykırıma tâbi tutulan Yahudilerin, Nazi işgali altındaki topraklarda gördükleri zulüm ortadaydı. Ne var ki, bu zulüm, Yahudi savaşçıları korkutmak yerine, onları direnişçilerin ve komünistlerin saflarında yer almaya ve mücadele etmeye itmişti.
* * *
Bugün de, Asya’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Afrika’ya, dünyanın dört bir yanında kapitalist-emperyalist sisteme ve onun yarattığı kanlı savaşlara karşı mücadele eden devrimciler arasında on binlerce kadın bulunuyor. Onlar işçi sınıfının kadınıyla erkeğiyle en geniş kesimlerinin bu kanlı sömürü sitemine son vermek üzere mücadeleye atılmasını sağlamak için savaşım veriyorlar. Yine günümüzde sömürgeciliğe karşı yükseltilen ulusal kurtuluş mücadelelerinde yer alan Filistinli, İrlandalı, Kürt kadınlar da erkeklerle omuz omuza savaşıyorlar.
Kapitalizmin yarattığı kriz ve emperyalist savaşın en ağır yükünü kadın işçi ve emekçiler sırtlanmak zorunda kalırken, bu durum onlara emperyalist savaşı durdurmak ve bu kanlı sömürü sistemini ve savaşlarını tarihe gömmek üzere özel bir sorumluluk da yüklüyor. Sözü Lenin’e bırakalım:
“İşçi kadınlar, emperyalist savaşların birlikte getirdiği acılar çağını kısaltmak istiyorlarsa, barış çabaları sosyalizm uğruna ayaklanmaya ve savaşıma dönüşmelidir. Bu savaşta işçi kadın, ancak yığınların devrimci hareketiyle, sosyalist savaşımın kuvvetlendirilmesi ve keskinleştirilmesiyle amacına ulaşacaktır. Bundan ötürü, savaş kredilerine karşı, burjuva hükümetlerin çıkarlarına karşı, savaşımla, muharebe meydanlarında askerlerin kardeşleşmesini desteklemek ve herkese duyurmakla, hükümetin anayasal özgürlükleri kaldırdığı her yerde yasa-dışı örgütler kurmakla, ve son olarak yığınları gösterilere ve devrimci harekete katılmak için kazanmakla, sendikal ve sosyalist örgütleri desteklemek ve kutsal ittifakı kırmak, onun en önemli ödevidir.”[3]
[1] Ingrid Strobl, Faşizme ve Alman İşgaline Karşı Silahlı Direnişte Kadınlar, Belge Y., 1992, s.38.
[2] age, s.66
[3] Lenin, Kadın ve Aile derlemesi içinde, Sol Y., 1989, s.146

link: İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar ve Emperyalist Savaşlar, 12 Mart 2008, https://marksist.net/node/1730
Ekmek İstiyoruz, Gül de!


Ekmek ve Güller
Yürürken biz, yürürken günün güzelliğinde,
Karanlık mutfaklara, gri fabrika kuytularına,
Dokunur apansız çıkan güneşin tüm parlaklığı,
Ve duyar insanlar bizim şarkımızı: Ekmek ve Güller! Ekmek ve Güller!
Yürürken biz, yürürken, erkekler için de savaşırız,
Çünkü kadınların çocuklarıdır onlar, ve biz analık ederiz yine onlara.
Yaşamlarımız doğumdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek;
Kalpler de ölür açlıktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de.
Yürürken biz, yürürken, sayısız ölü kadın da yürür bizimle
Ve bizim şarkımızda duyulur yaşlı çığlıkları ekmek için.
Küçük hünerleri, sevgiyi ve güzelliği bilirdi onların kahırlı ruhları.
Evet kavgamız ekmek için, ama güller için de.
Yürürken biz, yürürken, daha güzel günleri getiririz,
Kadınların yükselişi insan soyunun yükselişi demektir.
Köle gibi çalışma ve aylaklık yok, on kişinin çalışıp bir kişinin yattığı,
Paylaşalım yaşamın görkemini: Ekmek ve güller, ekmek ve güller.
Yaşamlarımız doğumdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek;
Kalpler de ölür açlıktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de.
Amerika’nın Massachusetts eyaletinde 1912 Ocağında başlayan bir grevde kadın dokuma işçileri şöyle haykırıyorlardı: Ekmek istiyoruz, gül de! Kadın işçiler bu sloganla, sadece karınlarını doyurmak istemediklerini, hayatı tüm güzellikleriyle birlikte yaşamak için daha fazla serbest zamana da sahip olmayı istediklerini duyuruyorlardı dosta düşmana. Daha yüksek ücret ve daha kısa çalışma saatleri! Bu aynı zamanda, ücret artışıyla sınırlanmış geleneksel sendikacılığa duyulan bir tepkinin de ifadesiydi.
“Ekmek istiyoruz, gül de!” sloganı ilk kez, 1908’de New York’ta 128 kadın işçinin can verdiği bir fabrika yangınının ardından yürüyüşe geçen 15 bin kadın işçi tarafından yükseltilmişti. Bu olaydan üç yıl sonra James Oppenheim Ekmek ve Güller adlı bir şiir kaleme almıştı. Bu şiirden bestelenen şarkı ve söz konusu slogan, bir yıl sonra patlak verecek Lawrence grevine öylesine damgasını bastı ki, bu grev tarihe Ekmek ve Güller grevi olarak geçti.
Lawrence, tekstil sektörünün ağırlıkta olduğu bir işçi kentiydi. Makineler yetkinleştikçe patronların vasıflı işgücüne duydukları ihtiyaç da azalmış, bu nedenle vasıflı işçiler işsiz kalırken, vasıfsız ya da yarı-vasıflı işçiler çok düşük ücretlerle işe koşulmuştu. Kentin 14 yaş üstü nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan 40 bin işçi, tekstil sektöründe çalışıyordu. 1905’te Lawrence’ta dünyanın en büyük dokuma fabrikası kurulmuş ve bu fabrikada Arap, Rus ve Doğu Avrupalı göçmen işçiler çalıştırılmaya başlanmıştı. Böylece birkaç yıl içinde, tek bir fabrikada 25 farklı milletten işçi çalışır olmuştu.
Bu işçiler işverenin sahibi olduğu köhnemiş binalarda kalıyorlar ve tek göz bir odaya farklı ailelerden 8-10 kişi tıkıştırılıyorlardı. Çocuklar da dahil olmak üzere tüm aile fertleri çalışıyordu. Buna rağmen aldıkları ücret o kadar düşüktü ki, çocukların yarısı yetersiz beslenme yüzünden henüz 5 yaşına gelmeden ölüyordu. Ne ekmek dışında bir yiyeceğe fazlaca para ayırmaya ne de kışlık giyecek almaya güçleri vardı. Et yiyebilmek onlar için bayram demekti. Sadece çocuklar değil, yetişkin işçilerin üçte biri de, soğuk ve yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklar nedeniyle 25 yaşına gelmeden ölüyordu.
Bütün bu sefalet koşullarına ve öfke birikimine rağmen işçiler tümüyle örgütsüzdüler ve böyle kalmaları için de işverenler AFL (Amerikan Emek Federasyonu) sendikası ile işbirliği halindeydiler. O sırada sendikal harekette egemen güç olan AFL, tümüyle işbirlikçi ve uzlaşmacı bir anlayışı benimsiyor, gerek politik çizgi gerekse pratik tutumlar bakımından son derece gerici bir pozisyona sahip bulunuyordu. Lenin, Amerikan ve İngiliz burjuvazisinin işçileri aldatma, rüşvet vererek satın alma ve kandırma sanatında dünyada eşsiz olduğunu söyler. Kuşkusuz, burjuvazinin bu başarısında, sisteme tümüyle entegre edilen sendikaların büyük bir rolü vardı. Nitekim AFL de bu sendikalardan biriydi.
AFL, işçileri mesleki birlikler temelinde örgütlüyor ve yalnızca yüksek vasıflı işçilerin üyeliğini kabul ediyordu. O dönemde AFL’nin temsil ettiği kitle daha ziyade işçi sınıfının aristokrat kesimlerini içeriyordu. Siyahların, Latin Amerika kökenlilerin ve diğer göçmen işçilerin AFL’ye üye olması olanaksızdı. Oysa 1900’lerin başlarında, ABD’de, tekstil, gıda, petrol, çelik gibi sektörlerdeki büyük işletmelerde çalışanların %50-70’i göçmen işçilerden oluşuyordu. Aynı şekilde kadın işçiler de AFL’ye üye olamıyorlardı.
Yanı sıra, AFL için grev, başvurulmaktan sonuna dek kaçınılması gereken bir araçtı. Bunun yerini mücadeleyi kızıştırmama ve işçileri sürecin tümüyle dışında bırakarak patronlarla kapalı kapılar ardında satış sözleşmeleri imzalama anlayışı almıştı. Böylece sendika bürokratlarıyla patronlar arasındaki al gülüm ver gülüm ilişkisi temelinde sömürü düzeninin sorunsuz bir şekilde işlemesi sağlanıyordu.
Wobbly’ler olarak da bilinen IWW (Dünya Sanayi İşçileri sendikası) işte bu işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikal anlayış karşısında militan bir sendikal anlayışı savunmak üzere, 1905’te, Chicago’da kuruldu. Kurucuları, işçiler arasında son derece sevilen ve sayılan, Eugene Debs, Bill Haywood gibi efsane haline gelmiş sosyalist işçi önderleriydi. Lenin’in Amerika’nın Bebel’i olarak nitelediği Eugene Debs, emperyalist savaşın sürdüğü 1915’te, kapitalistler için savaşmayı reddederek şunları söyleyecekti:
“Ben kapitalist bir asker değilim; ben bir proleter devrimciyim. Ben plütokrasinin düzenli ordusuna değil halkın düzensiz ordusuna aidim. Egemen sınıf için savaşmayı buyuran her türlü emre itaat etmeyi reddederim. … Benim uğruna savaşacak bir vatanım yok; benim vatanım yeryüzüdür; ben bir dünya vatandaşıyım. … Biri hariç her türlü savaşa karşıyım; kalbimle ve ruhumla taraftarı olduğum savaş, dünya ölçeğindeki sosyalist devrim savaşıdır. Bu savaşta egemen sınıfın mecbur edebileceği her şekilde savaşmaya hazırım, hatta barikatlarda bile.”
Kendilerini işçi sınıfının davasına adamış olan bu önderler tarafından kurulan IWW daha çok AFL’nin dışladığı vasıfsız ya da yarı-vasıflı işçiler, göçmenler ve kadın işçiler arasında örgütleniyordu. Meslek temelinde (örneğin marangozlar, makinistler vb.) değil sanayi temelinde (örneğin petrol sanayiinde çalışan işçilerin, ayrıca mesleklerine bakılmaksızın tek bir sendikaya üye olmaları gibi) örgütlenme anlayışını esas alan IWW, böylece AFL’nin yüksek aidatlı meslek birliklerine dayanan sendikal çizgisine de bayrak açmış oluyordu. Aktivistleri arasında Amerikan işçi sınıfının ünlü Johns Ana’sı da bulunan IWW, kimi önderlerinin anarko-sendikalist önyargıları bir yana, son derece kararlı ve militan bir sınıfsal tutuma sahipti. İşçi sınıfının tarihsel misyonunun kapitalizmi ortadan kaldırmak olduğu açıkça ilan edilirken ve “Patronsuz Bir Dünya” sloganı şiar olarak benimsenirken, IWW programının girişinde şu sözler yer alıyordu: “İşçi sınıfının ve patronlar sınıfının hiçbir ortak çıkarı yoktur. Açlık ve yoksulluk milyonlarca işçiye hükmettiği ve patronlar sınıfı tüm nimetlere sahip olduğu sürece barış olamaz.”
IWW Lawrence dokuma işçilerini örgütlerken de aynı bilinçle davranacak ve bu önemli greve son derece militan bir tutum takınarak öncülük edecekti.
“Devrim ejderhası” harekete geçiyor
1 Ocak 1912’de, Massachusetts eyaletinde, kadınların ve 18 yaşın altındaki çocukların haftada 54 saatten fazla çalışmasını yasaklayan bir yasa yürürlüğe girdi. En düşük çalışma süresinin haftalık 56 saat olduğu tekstil sektöründe, bu iki saatlik indirim, çalışma koşulları son derece ağır olan işçiler açısından çok şey ifade ediyordu Ancak patronlar bu sınırlı saat indirimine bile tahammül edemeyerek örgütlü bir karşı saldırıya geçtiler. Erkek işçiler de dâhil olmak üzere tüm işçilerin haftalık çalışma saatleri 56’dan 54’e indirilirken ücretleri de aynı oranda azaltıldı. Fakat hayatta kalabilmek için birkaç sente dahi muhtaç olan işçiler, ücret kesintisi şeklindeki bu misillemeye sessiz kalmadılar ve Lawrence’daki binlerce dokuma işçisi 12 Ocakta, IWW önderliğinde, kadınıyla erkeğiyle hep birlikte greve çıktılar.
Grevden önce IWW’nin kent çapındaki üye sayısı 300’dü. Buna rağmen IWW örgütçülerinin doğru taktikler izlemeleri, işçiler arasında sendikaya yönelik büyük bir güven oluşturabilmeleri ve militan bir tutum takınmaları sayesinde, bir hafta içinde yaklaşık 25 fabrikadan 25 bin işçi greve çıkarılabildi. Pek çok konuda yerleşik kalıpları parçalayan IWW, çoğu göçmen olan 27 farklı milletten işçiyi örgütleyerek ve kadın işçileri grevin öncü gücü haline getirerek, o zamana dek görülmemiş bir işi başarmıştı. IWW’nin yoğun çabaları sayesinde grev kısa sürede tüm ülkede sesini duyurmayı başardı.
Lawrence grevinde yükseltilen talepler şunlardı: 54 saatlik çalışma haftası ve yüzde 15’lik ücret artışı; prim sisteminin lağvedilmesi; makinelerin hızının arttırılmasına son verilmesi; fazla mesailerde normal çalışma ücretinin iki katı ücret ödenmesi; göçmen işçilere karşı ayrımcılığa son verilmesi; grevcilere karşı ayrımcılık yapılmaması.
Çok kısa sürede binlerce işçiyi bir araya getiren ve gözüpek bir mücadeleye dönüşen bu grev, patronları da, AFL’yi de şaşkına çevirmişti. Tıpkı patronlar gibi, Lawrence grevini “anarşistlik”le ve “devrimcilik”le suçlayan AFL de, sonuna kadar grevin karşısında olacak, her fırsatta bozgunculuk yapacaktı.
Lenin, Grev broşüründe, sosyalistlere ve sınıf bilinçli işçilere yönelik baskılarıyla ünlü bir Alman İçişleri Bakanının şu sözünü aktarır: “Her grevin arkasında devrim ejderhası çöreklenmiştir.” Bu sözler sermayenin işçi sınıfından ve onun grevlerinden duyduğu büyük korkunun açık bir ifadesidir. Tam da bu yüzdendir ki, en basit grevlerde bile, işçilerin kararlılığını gören patronlar, grev yerini polisle, jandarmayla, paramiliter faşist güçlerle kuşattırır ve işçilere karşı acımasız bir saldırı harekâtı başlatır. Amaç, grevci işçilere gözdağı vermek, onları yıldırmak, sindirmek ve dayanışmacı sınıf kardeşlerinden yalıtmak, böylece “devrim ejderhasını” tekrar gizlendiği yere göndermektir. Lawrence grevinde de böyle oldu.
Grevin başladığını gören patronlar, hiç vakit kaybetmeksizin Ulusal Muhafız’ı ve milis güçlerini göreve çağırdılar. Bunların yanı sıra, kiralayıp grevci kılığına soktukları gangsterler de patronların hizmetindeydi. Grevci işçileri korkutup sindirmek için her türlü yöntem kullanılıyordu: evlerin camlarını kırmak, grevcilere saldırmak ve tutuklamak, grev komitesinin toplandığı yerlerin yakınlarına patlayıcılar koymak…
Grev başladıktan sadece bir hafta sonra, kentin üç farklı yerinde patlayıcılar “bulan” polis, bildik oyuna başvurarak bunun sorumluluğunu grevcilere yıkmaya çalıştı. Burjuva basın da aynı telden yayın yapmaya başladı. New York Times, grevcilerin “insanlıktan uzak zalimler” olduğunu yazıyordu. Oysa daha sonra patlayıcıları yerleştiren kişinin bir cenaze kaldırıcısı olduğu ve büyük tekstil firması American Woolen Company’den bu iş karşılığında 500 dolar aldığı ortaya çıkacaktı.
Fakat burjuvazi grevi boğmaya ve yalıtmaya çabaladıkça işçiler birbirlerine daha fazla kenetlendiler ve daha kararlı hale geldiler. “Grev işçilere patronların gücünün ve işçilerin gücünün ne olduğunu gösterir. Onlara sadece patronlarını ve iş arkadaşlarını değil, bütün patronları, bütün kapitalist sınıfı ve bütün işçi sınıfını düşünmeyi öğretir. … Üstelik grev, sadece kapitalistlerin değil, aynı zamanda devlet ve kanunların niteliğine de işçilerin gözünü açar” diyordu Lenin. Lawrence grevi de, devletin, adalet sisteminin ve kolluk güçlerinin sınıfsal niteliğini grevci işçilerin gözünde apaçık hale getirdi.
29 Ocakta binlerce işçi kentin iş merkezine doğru yürüyerek grevin en büyük yürüyüşünü gerçekleştirdiler. Yürüyüş sırasında fabrikaların önünden geçerken milis güçleri korteji engellemeye ve dağıtmaya çalıştılar. Gerginlikle sona eren günün akşamı daha büyük bir saldırıya gebeydi. Nitekim polis grev hattına saldırarak grevci bir kadın işçiyi öldürecekti. Grevciler ateş edenin polis olduğunu görmüşlerdi. Ne var ki polis, cinayeti grevcilerin işlediğini iddia etti ve iki ünlü IWW önderini, Joseph Ettor ve Arturo Giovannitti’yi cinayete yardım etmekten tutukladı. Ardından da cinayet sanığı olarak grevci bir İtalyan işçi tutuklandı. Hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen, Ettor ve Giovannitti’nin kefalet talepleri reddedildiği gibi, suçsuz yere sekiz ay cezaevinde kalacaklardı. Ancak aylar süren duruşmalara rağmen işçiler onları yalnız bırakmayacaktı. Grev iki ay sonra bitmesine karşın, mahkeme önünde her seferinde yaklaşık 15 bin işçi toplanacaktı. Bütün bu dayanışma gösterileri ve kampanyalar, grev komitesinin onlar serbest bırakılıncaya kadar dağıtılmaması sayesinde örgütlenecekti.
Bu cinayet vakasından sonra kentte sıkıyönetim ilan edildi ve tüm gösteriler, yürüyüşler yasaklandı, sokaklarda devriye gezen milislerin sayısı arttırıldı. Polisin işlediği cinayet, hem grevciler üzerindeki baskıyı arttırmak hem de onların toplanmasına ve gösteri düzenlemelerine engel olmak için kullanıldı. Ama bu taktikler de işe yaramayacaktı.
“Her grev sosyalist fikirleri, bütün işçi sınıfının sermayenin baskısından kurtulmak uğruna mücadele düşüncesini işçinin zihnine çok canlı biçimde iletir. Büyük bir grevden önce, bir fabrikanın veya bir sanayi kolunun yahut da bir şehrin işçilerinin sosyalizm konusunda pek bir fikirleri olmadığı ve bu konuda pek az düşünmüş oldukları halde, grevden sonra aralarında çalışma gruplarının ve derneklerin daha çok yaygınlaştığı ve daha çok işçinin sosyalist olduğu sık sık görülür.” (Lenin, Grev)
Gerçekten de Lawrence grevi işçilerde öylesine büyük bir dönüşüm yaratmıştı ki, işçiler kendilerini sadece grevci olarak değil sosyalist devrim savaşçıları olarak görmeye başlamışlardı. Sınıf mücadelesinin verdiği coşkuyla yürüyüşler düzenliyor, devrimci marşlar söyleyip neşeyle dans ediyorlardı. Her hafta düzenlenen ve binlerce işçinin katıldığı geniş toplantılarda tüm konuşmalar 25 dile çevriliyor ve toplantılar hep bir ağızdan Enternasyonal marşı söylenerek bitiriliyordu.
Lawrence grevine katılan bir işçi o sırada bir gazeteciye şunları söylemişti: “Bu şimdiye kadar şarkı söylendiğini gördüğüm ilk grev. Evrensel dilde şarkılar söylenmeye başladığında, grev toplantılarına katılan çeşitli milletlerden işçilerin görülmedik yükselişini, aniden ortaya çıkan acayip coşkusunu asla unutmayacağım. Onlar sadece toplantılarda değil, aşevlerinde ve sokaklarda da şarkı söylüyorlardı. Patates soyan bir grup kadın grevcinin birden Enternasyonal söylemeye başladıklarını görmüştüm.”
IWW lideri Bill Haywood ise, otobiyografisinde, Lawrence grevine dair şunları yazacaktı: “Muhteşem bir grevdi, bu ülkede ve diğer ülkelerde şimdiye dek gerçekleşmiş en önemli, en büyük grevdi. Ve bu grevin en önemli yanı demokratik işleyişiydi. Grevciler 27 farklı dilin temsil edildiği 56 kişilik bir komiteye sahiplerdi. Patron, onlarla herhangi bir iş yapmak için tüm komiteyle görüşmek zorundaydı. Ve bu komitenin hemen arkasında, asıl komitenin tutuklanması durumunda görevi devralacak 56 kişilik bir başka komite vardı. Lawrence’daki işlerle ilgilenen her görevli için, hapse atılması durumunda onun yerini alacak seçilmiş biri vardı.”
Bu önlemler sayesinde, grev komitesi üyelerinin sık sık gözaltına alınması herhangi bir sorun doğurmuyor ve tüm işler aksamadan devam ettirilebiliyordu. Ayrıca işçiler alınan kararların tümünde söz sahibi oldukları için, grevlerini çok daha fazla sahipleniyorlardı.
Elizabeth Flynn ve grevci kadın işçiler
IWW, burjuva basının ve işbirlikçi sendikaların bu yüzden hışmına uğramasına rağmen, kadın işçileri grevin en ön saflarına geçirmişti. O zamana dek kadın işçiler sendika üyesi bile olmazken, bu grevde pek çok kadın, grev komitesine delege olarak seçiliyordu.
“Kadınlar fabrikalarda daha düşük ücretlerle çalışıyorlardı ve buna ek olarak tüm ev işlerini yapıp bir de çocuklara bakıyorlardı. Erkeği «efendi ve aile reisi» olarak gören eski dünya görüşü çok güçlüydü. … Erkek eve gider ve kadın tüm işi yaparken, yemek hazırlarken, evi temizlerken vs. o rahat rahat otururdu. Toplantılara giden ve grev yerinde yürüyüşler düzenleyen kadınlara karşı hatırı sayılır bir erkek muhalefeti vardı. Biz bu eğilimlere karşı azimle savaşmaya koyulduk. Kadınlar grev gözcüsü olmak istiyorlardı. Biliyorduk ki onları grev faaliyetinden yalıtık bir şekilde evde tek başına bırakmak… grevi tehlikeye sokardı.”
Kadınların örgütlenmesinde büyük bir rol oynayanların başında, bu sözlerin sahibi olan ve o sırada henüz 21 yaşında bir sendika örgütçüsü olan Elizabeth Gurley Flynn geliyordu. Flynn, genç yaşına rağmen son derece militan ve başarılı bir örgütçüydü. 16 yaşından beri aktif olarak sınıf mücadelesinin içindeydi ve nerede bir grev varsa IWW’yle birlikte o da oraya koşuyordu. Sosyalistlerin ve sosyalist sendikacıların mahkemelerinde, onlar için düzenlenen kampanyalarda, bir komünist olarak Flynn hep en ön saflarda yer alırdı. Bu nedenle de işçilerin sevgilisi haline gelmişti. [1]
İşçi eşlerine ve kadın işçilere yönelik özel toplantılar düzenleyen Flynn, onları grevin en militan unsurları haline getirdi. Bu sayede militanlaşan grevci kadın işçiler, grev kırıcıların korkulu rüyası haline geleceklerdi.
Flynn, grevciler için aşevleri oluşturulmasına önayak oldu. Sıcak çorba dağıtılan bu aşevleri gerek grevcilerin gerekse çocuklarının beslenmesi bakımından çok büyük bir işleve sahipti. Ayrıca ülke çapında bir dayanışma kampanyası örgütlenerek greve maddi desteğin yanı sıra yiyecek yardımı yapılması da sağlandı. Bu kampanya ulusal sınırların ötesine geçerek grevin uluslararası ölçekte de destek görmesini sağlayacaktı.
Lawrence grevi, başta Flynn olmak üzere IWW’nin çabaları sayesinde, Amerika’da o zamana dek görülmemiş bir şeyi daha başardı. IWW’nin ülkenin çeşitli yerlerindeki bağlantıları aracılığıyla, yüzlerce grevci çocuğu, grev süresince bakımsız kalmamaları için trenlerle, kafileler halinde ülkenin çeşitli şehirlerindeki sosyalistlerin yanlarına gönderildiler. Bu muazzam bir dayanışmanın yanı sıra işçilerin sosyalistlere duydukları sonsuz güvenin de bir göstergesiydi.
120 çocuktan oluşan ilk kafile 10 Şubatta trene bindirildi ve İtalyan Sosyalist Federasyonuna ve Sosyalist Partiye bağlı 5 bin kişi tarafından Enternasyonal söylenerek New York tren istasyonunda karşılandı. Çocukların ailelerin yanına yerleştirilmesi işini New York’lu sempatizan kadınların oluşturduğu bir komite üstlenmişti. Birkaç gün sonra New York’a yaklaşık 100 çocuktan oluşan ikinci bir kafile daha gönderildi. Fakat burjuva devlet derhal, çocukların gönderilmesini yasaklayan acil bir karar çıkardı. Ne var ki grevci işçiler bu yasaklamaya kulak asmadılar ve 24 Şubatta 150 çocuktan oluşan üçüncü kafileyi Philadelphia’ya göndermek üzere tren istasyonuna geldiler. Ancak istasyonun etrafı polis ve milis güçleri tarafından kuşatılmıştı. Saldırıya geçen polis, çocukları ve kadınları zorla askeri kamyonlara tıktı ve yaklaşık 30 kişiyi gözaltına aldı. Polis tarafından dövülen hamile bir kadın bu esnada çocuğunu düşürdü.
Bu saldırı Lawrence grevi için bir dönüm noktası olacaktı. Haber kısa sürede tüm ülkeye yayıldı ve Kongre’ye (parlamento) protestolar yağmaya başladı. Gazeteler de bu konuya odaklanmıştı. Yükselen öfke seli Kongre’yi soruşturma açmak zorunda bırakırken, patronlar üzerindeki baskıyı da arttırdı. 14 Martta en büyük tekstil firmalarından American Woolen Company grevcilerin tüm taleplerini kabul ettiğini açıklarken, Mart sonuna doğru diğer tekstil patronları da dize geldiler. 30 Martta New York’taki çocukları da yanlarına gelen grevci işçiler zaferlerini Enternasyonal söyleyerek kutladılar.
* * *
Lawrence grevi, sonuçları kendinden menkul bir grev değildi. Lawrence işçilerinin dillere destan militanlığı ve kararlılığı sayesinde, IWW, o yıl içinde farklı bölgelerde ve sektörlerde başka büyük grevlere öncülük edecek ve başarılı sonuçlar alınacaktı. Fakat bu grevin en önemli özelliği yine de kadın işçilerin ilk kez bu kadar yığınsal olarak bir greve katılmış ve sendikalarda örgütlenebilmelerinin yollarının açılmış olmasıydı.
8 Mart gibi evrensel bir günü, bedelini canlarıyla ödeyerek dünya emekçi kadınlarına armağan eden Amerikalı kadın tekstil işçileri, Ekmek ve Güller greviyle bir kez daha işçi mücadeleleri tarihine adlarını başarıyla yazdırdılar. Onlar sadece karınlarını doyurmak için direnmediler. Kendilerinin ve çocuklarının daha güzel bir dünyada yaşamalarıydı amaçları: ekmek yiyebilecekleri ama gül de alabilecekleri bir dünya! Emeklerinin karşılığını alabilecekleri ama şarkı söylemeye, dans etmeye de zaman ayırabilecekleri bir dünya! Güneş yüzü görebilecekleri, aşkı ve diğer güzellikleri özgürce yaşayabilecekleri bir dünya! İnsanın insanı sömürmediği, üretilen her şeyin herkese yetecek şekilde paylaşıldığı bir dünya!
Selam olsun Paris Komününde, proleter devrim mücadelelerinde, sömürgeciliğe ve faşizme karşı yürütülen savaşlarda, fabrikalarda, grevlerde korkusuzca en ön saflarda savaşan ve savaşmakta olan işçi-emekçi kadınlara! Selam olsun onların günü olan 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününe!
[1] 1960’lı yıllarda Amerikan Komünist Partisinin genel başkanlığını da yapacak olan Elizabeth Flynn kendini devrim davasına adamış bir komünistti. Flynn coşkusunu, militanlığını ve inancını, 74 yaşındayken SSCB’ye yaptığı bir ziyarette ölene dek muhafaza etti.

link: İlkay Meriç, Ekmek İstiyoruz, Gül de!, Mart 2007, https://marksist.net/node/1422