Türkiye’de faşist rejim bir taraftan çeşitli vaatlerle
kitlelerde iktisadi durumun iyileşeceğine dair bir algı yaratmaya çalışırken
bir taraftan da baskı altında tutup dokusunu bozduğu toplumu daha da fazla
zehirlemeye, kin ve nefret söylemiyle muhalefeti daha da düşmanlaştırmaya çalışıyor.
Ama ideolojik cephanesi eskisi kadar güçlü değil artık. Mesela, yıllar boyunca
çözmeyip, büyük bir kitlenin oylarını “sadece biz çözebiliriz” aldatmacasıyla
rehin tuttuğu başörtüsü sorununu düşünelim. Sorun fiilen de hukuken de çoktan
çözülmüş olmasına rağmen, halen, geçmişte “ne acılar yaşandığından” dem vurarak
destek devşirmeye çalışıyor. Bu boş propaganda istediği ölçüde verimli
olmadığından, bir de CHP liderinin “başörtüsü özgürlüğünü yasal güvenceye
alalım” çıkışıyla, bu kez de meseleyi referanduma taşıyıp çetrefilleştirmeye
soyundular. Üstelik bu vesileyle “aileyi koruma” ve “LGBT tehdidini engelleme”
başlıklarıyla nicedir ısıtılan faşist kampanyaya da hız verdiler. İstanbul
Sözleşmesinin kaldırılması, tarikatları memnun etmek için bu kampanyanın bir
parçası olarak atılmış bir adımdı. Şimdi, yeni yasal düzenlemelerle, LGBT
karşıtı nefret mitingleriyle bu kampanya hızlandırılıyor.
Erdoğan, nefret saçarak şunları söylüyor: “Aile kavramı
bizim olmazsa olmazımız zaten. Çünkü güçlü bir millet, güçlü aileden olur. (…)
son zamanlarda topluma LGBT’yi soktular. LGBT’yle birlikte de bizim aile
yapımızı dejenere etmenin gayreti içerisine girdiler.” Bunların kimler
olduklarını bildiklerini söyleyerek hem LGBT+ bireyleri hem de onların
demokratik haklarını savunanları, kadın hareketini, sosyalistleri tehdit etmiş
oluyor Erdoğan. Böylelikle aynı zamanda LGBT+’ların haklarını savunan HDP de,
şoven milliyetçiliğin yanı sıra homofobik histerinin de hedefi haline
getiriliyor. Benzer şekilde içerisindeki kimi sosyal-demokratların demokratik
tutumları üzerinden CHP de hedef tahtasında onun yanına yerleştirilmeye,
burjuva muhalefet cephesi (altılı masa) bir de bu başlık üzerinden parçalanmaya
çalışılıyor.
“Aileyi güçlendirme” ikiyüzlülüğü
Erdoğan’ın açıklamaları ve verdiği talimatlar üzerine,
Anayasa’daki aile tanımını değiştirip ülkeyi LGBT’nin “yıkıcı etkisi”nden
kurtarma savaşı hukuken başlamış oldu! Sanki Anayasa’daki aile tanımında bir
belirsizlik varmış gibi; “
Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında
eşitliğe dayanır” şeklindeki 41. maddedeki eşler ifadesinin yerine, erkek
ile kadın ifadesi geçirilecek ve böylece eşcinsel evliliklerin önü kesilecekmiş!
Oysaki zaten medeni kanunda evlilik “kadın ile erkek arasında” diye tarif
edilmekte, eşcinsellerin yasal evlilik yapması böylelikle imkânsız
kılınmaktadır. Aynı 41. maddede, “
Devlet, ailenin huzur ve refahı ile
özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile
uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar”
deniliyor. Ama bu maddedeki anayasal görevlerin hiçbiri iktidar tarafından
yerine getirilmiyor. Örneğin, aileyi ve anneliği
koruma iddiasındaki iktidar, ana-çocuk sağlığının temelini oluşturan sağlıklı
beslenme konusunda hiçbir sorumluluk üstlenmediği gibi “aile planlaması
öğretimi” yapmasına ilişkin hükmü de ısrarlı şekilde çiğniyor. Kadınların doğum
kontrol yöntemlerini öğrenip etkin bir şekilde kullanmaları engellenmeye
çalışılıyor, bu konudaki sözde öğretim evli ve çocuklu kadınlarla sınırlanıyor,
doğum kontrol araçlarına ücretsiz ulaşım zorlaştırılıyor, kürtaj yasal olmaktan
çıkarılmaya çabalanıp parasız kürtaj hakkı fiilen ortadan kaldırılıyor.
Rejim izlediği politikalarla
emekçi ailelerini daha da yoksullaştırıyor; kapitalist sömürü arttıkça aile
içinde sevgiden yana ne kaldıysa o da tarumar oluyor, kadına ve çocuklara dönük
aile içi şiddet tırmanıyor. Öğretmenler çocukların okula aç geldiklerini,
beslenme saatinde ağlamaya başladıklarını söylüyor. Çocuk yaştakilerden
başlayarak emekçi ailelerin evlatları artan oranda uyuşturucu batağına
yuvarlanıyor. AKP döneminde kadın cinayetleri misliyle artmıştır. Aile içinde
çocukların şiddet görmesi ve cinsel tacize uğraması da öyle. Camilerde, Kur’an
kurslarında, tarikat yurtlarında küçücük kız ve erkek çocukların oralardaki
görevlilerin tecavüzüne uğradığı sayısız olay yaşandı ve yaşanıyor; ama bu
vakalar açığa çıksa bile görmezden geliniyor. Çocuk gelinlerin sayısında
patlama yaşanıyor. Çocuklara tecavüz edenlerin nikâh kıymaları durumunda beraat
etmelerine, bu suçtan hüküm giyenlere “kader kurbanı” denilerek salıverilmelerine
dönük yasa teklifleri düzenleniyor. AKP’li bakanlar bu tecavüzleri ya kabul
etmiyorlar ya da “bir kereden bir şey olmaz” sözünü bile edecek kadar pespayeleşiyorlar.
Tüm bunlarda doğrudan sorumlulukları yokmuş gibi “aileyi korumaktan”
bahsediyor, kendilerinin ve kapitalist düzenin suçlarını başkalarının sırtına
bindiriyor, bunda da dini ve dini kurumları tepe tepe kullanıyorlar. Bu sorunlara
hiç değinmeyip kılını dahi kıpırdatmayan, tecavüzcü imamlar ya da
tarikatlar hakkında soruşturma başlatmayan Diyanet İşleri Başkanlığı, Erdoğan’ın
talimatıyla ailenin ve çocukların korunması hakkında ikiyüzlü “fetvalar”
yayınlamayı ihmal etmiyor. Erdoğan’ın açıklamalarının yapıldığı hafta Cuma
hutbesinin başlığı “
Aile Olmak: İlahi Lütuf” olarak belirlenmişti. Şöyle
diyor Diyanet hutbede: “
Aile kurumuna yönelik fıtrata aykırı her türlü
tahribatın hızla yayıldığı bir çağda yaşıyoruz. Unutmayalım ki sağlıklı ve
huzurlu bir toplum, ancak meşru nikâhla kadın ve erkeğin kurduğu aile ile
mümkündür.”
Bu ikiyüzlülüğe ve onun örneklerine daha fazla girmek gerekli
değil. Bu hususlar muhalif basında yeterince işlenmiş durumdadır. Biz burjuva
muhalif medyanın da değinmediği ve aslında değinemeyeceği hususları ele almaya,
neden genelde sağ muhafazakâr siyasetin, özelde de faşizmin aile konusunu ve
homofobik histeriyi bu denli köpürttüğünü açıklamaya çalışalım. Zira en baştan
vurgulayalım ki, gerek “ailenin korunması” ikiyüzlülüğü gerekse de homofobik
histeri Türkiye’yle sınırlı değildir, son dönemde tüm dünyada yükselişte olan
faşist hareketlerin hem tarihsel hem de güncel ortak yönlerinden biridir bu
husus. İkinci vurgulanması gereken nokta da şudur; gerek patriarşi (erkek
egemenliği) gerek heteroseksizm
[1],
gerekse de ailenin kutsanması hususları az ya da çok tüm burjuva
ideolojilerinin, özellikle de sağ siyasetlerin ortak noktalarındandır. Faşizm
tıpkı diğer siyasi ve ideolojik söylemleri gibi, bu hususlarda da sıfırdan yeni
görüşler yaratmaz, var olan sağ burjuva argümanları en uç noktalarına götürür.
O halde doğru soru, neden “sağ burjuva siyasetler bu hususları bu kadar
vurguluyorlar” olmalıdır. Buna yanıtı, önce üç madde olarak özetleyip sonra
açalım.
Birincisi, din olgusudur. Faşizm de diğer sağ siyasetler gibi
dini inançları sonuna kadar suiistimal eder. Ortaya çıktığı her yerde din
olgusuna yaslanmış, dini kurumların desteğini almaya çabalamış ve bunu da
sağlamıştır. Dinlerin tamamıysa, erkek egemen zihniyeti yansıtıp, onun
cisimleştiği aileyi överler. Bilhassa semavi dinler, kadının özgürlüğünü büyük
ölçüde sınırlar ya da yok eder. Kadın için cinselliği insani bir ihtiyaç ve
zevk kaynağı olmaktan çıkartıp tümüyle üremeye indirger. Erkeğe ise sadece toplumsal
düzenin korunması için belli sınırlar çizer ama ihlali durumunda çok daha
toleranslıdır. Dahası erkeğe dini kurallara riayet etmesi karşılığında cennette
sınırsız cinsellik vaat edilir. Erkek egemenliğe dayalı bu kurguyu bozduğu için
heteroseksüellik dışındaki cinsiyet kimliklerinin tamamı sapıklık ve sapkınlık
olarak damgalanır.
İkincisi, burjuva gericiliğin, toplumun tepkisini saptırıp
yanlış kanallara akıtmak için hayali düşmanlara duyduğu ihtiyaçtır. Faşizm
kapitalist krizin ortaya çıkardığı tüm sorunlar için hedef saptırmak üzere
hayali düşmanlar yaratır. İktisadi krizin ve yaşanan sıkıntıların kaynağı
olarak göçmenler (geçmişte Yahudiler) hedef gösterilir. Benzer şekilde
kapitalizmin aile içi olanlar da dâhil tüm insani ilişkileri tarumar etmesinin
doğurduğu sorunlar için hayali düşmanlar yaratılmasına da ihtiyaç vardır. Aile,
kabul gören heteroseksüelliğin ifadesi ise, bunun dışındaki her türlü cinsel-duygusal
faaliyet, ailenin de karşıtı ve dahası düşmanı ilan edilir. Haliyle bu bireyler
ve onları koruyup, onların haklarını destekleyenler de ailenin ve toplumun
düşmanı addedilip, kitleler onlara karşı seferber edilir.
Üçüncüsü, erkek egemenliğinin ve kapitalist üretim
ilişkilerinin devamı, burjuva ideolojisinin yeniden üretimi açısından ailenin
kilit bir rol oynamasıdır. Aile ve içindeki baba otoritesi olmadan yeni
kuşakların itaatkâr nesiller olarak yetiştirilmesinin epey zor olacağını da
buna ekleyelim. Olağan dönemlerin değil, olağanüstü dönemlerin, ağır kriz
dönemlerinin burjuva rejimi olan faşizmde ise düzenin devamı açısından ailenin
rolü daha da artar: “Çocuklar küçüklükten itibaren itaatkâr, otorite karşısında
uslu, terbiyeli, düzenin istediği ahlâk yapısına uygun bir şekilde
yetiştirilsin istenir. Böylece gençlik dönemlerinde haksızlıklara karşı isyan
etmemesi öğretilmiş olur. (…) Otoriter devlet, her ailede babayı kendi
temsilcisi sayar, böylelikle aile en değerli iktidar aracı olur. Devlet
büyükleri karşısındaki kulluk konumunu çocuklarında, özellikle oğullarında
yeniden hâkim kılar.”
[2]
Faşizmin aile seviciliği
Kapitalizmin insan ilişkileri alanında yarattığı tahribat, kapitalizm
ne kadar gelişmişse o denli büyük olur. Faşizm bu alanda yaşanan rahatsızlığı
da fazlasıyla suiistimal ederek sorumluluğu hayali düşmanlara atfeder. Aile
bağlarının zayıflaması, aile içi ilişkilerdeki bozukluk ve çarpıklıklar, çıkar
çatışmalarının giderek artması ve şiddetlenmesi, kadının çalışması ve kız
çocuklarının da zorunlu kamusal eğitim almasının katkısıyla erkeğin aile
içindeki egemen pozisyonunun zayıflaması gibi olgular, gerçekte kapitalist
gelişimin kaçınılmaz sonuçlarıdır. İster aile içi olsun ister dışı, insanlar
arasındaki ilişkilerin soğuk çıkar ilişkilerine dönüşmesinin, yapaylaşmasının,
ikiyüzlüleşmesinin, yozlaşmasının, insanın insana yabancılaşmasının nedeni
kapitalizmdir. Muhafazakâr ideoloji gibi faşizm de bu gerçeğin üstünü örtmeye
çalışır. Kutsal ailenin yıkılıp gitmekte olmasının suçunu başkalarının sırtına
atarken, onu zor yoluyla (örneğin boşanmayı yasaklayarak ya da zorlaştırarak),
dinsel baskıyı körükleyerek ya da maddi teşviklerle ayakta tutmaya çabalar.
Kadın düşmanlığı, faşizmin tüm muhafazakâr sağ eğilimlerle
paylaştığı bir özelliktir. Bunların aile sevdasında din faktörü önemli ve başat
bir rol oynar. Erkek egemen zihniyeti yansıtan tüm dinler, bu egemenliğin
kurumsal yapısı olan aileyi kutsar, onu koruyup kollar, kadını onun içine
hapsedip analığa indirger. “
Bizim dinimiz kadına bir makam vermiş, annelik
makamı” diyor Erdoğan. Ama işin bununla sınırlı olmadığını, kapitalist
toplumda dinsel çerçeve ve tarihsel mirasın yanı sıra, sağ ve aşırı sağ
tarafından ailenin alabildiğine abartılı şekilde vurgulanmasının iki temel
nedeni daha olduğunu söyledik.
Birincisi, kitlelerin aldatılmasında çok rahatlıkla
suiistimal edilebilecek bir konudur aile. Herkesin bir ailesi vardır ve kimse
ailesinin zarar görmesini istemez. Bu yüzden bu tema üzerinden herkese korku
salmak hiç de zor değildir. Faşizm, bu temayı da tıpkı göçmen karşıtlığı gibi
kullanarak ezilen kitlelere yaşadıkları sorunların kaynağı olarak yanlış
hedefler gösterir. Amaç kitlelerin yaşadıkları sorunların kapitalizmden
kaynaklandığını görmesini engellemektir. Aile, din, milliyetçilik, muhafazakârlık
ve bunların topunun oluşturduğu “kültürel” öğe üzerinden toplum yapay şekilde
kutuplaştırılır, birbirine düşürülür. Böylece toplumun sınıflara
bölünmüşlüğünün, sınıf karşıtlıklarının, derinleşen sınıfsal çelişkilerin üzeri
örtülmüş olur. Bu tür popüler temalarla bir kitle tabanı örgütlenir, seferber
edilir, ona öfkesini üzerine boşaltacağı bir hedef sunulur: Ateistler,
deistler, LGBT+’lar, feministler ve tabii ki ille de komünistler!
İkincisi, ailenin gerçekten de kapitalist ilişkilerin devamı
için
çok boyutlu
kilit bir rol oynaması ve hele faşizmi de doğuran
olağanüstü toplumsal kriz dönemlerinde bu rolün daha da yakıcı hale gelmesidir.
Vatan-millet-milliyetçilik-militarizm-patriarşi zincirlemesi içerisindeki
sonuncu halkanın somutlandığı ve onun ideolojisinin (erkek egemen zihniyet ve
maço kültürü) sürekli olarak yeniden üretildiği ilişkiler ağı ve mekânıdır
aile. O olmadan zincirde başa doğru gidilemez; çünkü ataerkil zihniyet olmaksızın
militarizm, militarizm olmadan da milliyetçilik düşünülemez. Barışçıl bir
milliyetçilik, onu sevimli göstermeye çalışanların uydurmasıdır. Çünkü milliyetçilik her halükârda “biz”den gayrısını
öteki olarak tanımlar. Bu ötekiler, en iyi durumda müttefik, genelde rakip, en
uç durumda ise yok edilmesi gereken düşmanlardır. Birey kapitalist meta
ilişkileriyle atomize edilip yalnızlaştırılırken, ona sığınılacak bir kolektif
olarak ulus vaat edilir ve ondan bu yegâne sığınılacak kolektifi ötekilere
karşı koruması istenir. Korumak için gerektiğinde kendini feda etmesi söylenir.
İş dış tehditlerle savaş fikrine kaçınılmaz olarak gelir ve o noktadan itibaren
milliyetçiliğin militarist doğası gizlenemez olur. Militarizmle birlikte
kaçınılmaz olarak erkek egemenlik ve maço kültürü de sökün eder. İşte ailenin
önemi de burada ortaya çıkar.
Erkek egemen zihniyetin ve
maço kültürünün yeniden üretilip yeni kuşaklara aktarıldığı mekândır aile
ocağı. Kadın da onun içinde üç noktada kilit bir rol oynar: Birincisi, doğurganlığıyla
yeni kuşakları üretmek; ikincisi, emeğiyle onların bakımlarını ve
yetiştirilmesini sağlamak; üçüncüsü de evin erkeğinin ve diğer çalışanların
işgücünün yeniden üretimi için gerekli tüm hizmetleri sunmaktır. Yani
kapitalist sömürü için işgücünün devamlılığının sağlanması ve gelecekteki
savaşlarda feda edilecek erkeklerin doğurulup yetiştirilmesi kadının görevidir. Bu yüzden, “
bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini
yerine getiriyor hem de aslında vatani bir görev yapıyor” diyor sabık
başbakan Davutoğlu. Kadının bu rolü layıkıyla
yerine getirmesi şarttır, aksi durumda hem kapitalizmin işlemesi mümkün olmaz
hem de burjuva devlet rakipleriyle mücadelede ayakta kalamaz. O zaman kadının
daha baştan büyük bir baskı altına alınması, şartlandırılması, ideolojik
bombardımana tâbi tutulması (dinle, gelenekle, örf ve adetlerle terbiye
edilmesi) ve tüm bunlara ek olarak gerektiğinde uygun bir şiddet dozuyla
cezalandırılarak hizaya sokulması gerekir. Bu her şeyden önce dinle ve
geleneklerle öylesine sağlam şekilde yapılır ki, kadın, yeni kuşakları
yetiştirip onları eğitirken, kendiliğinden ve gönüllü bir şekilde erkek egemen
zihniyetin yeniden üreticisi, onun aktarma kayışı gibi çalışır. 24 saat erkek
tarafından gözetim altında tutulup denetlenmesi gerekmez; kafası
efsunlandığından köleliğinin farkında bile değildir, evin içinde kaldığı sürece
başka bir yaşamı düşlemesi de mümkün değildir. Geleneklerin ve dinsel
ideolojinin bu baskısı, tüm kadın düşmanlığına rağmen neden kadınların faşizme
destek olabildiğini kavramak bakımından da kritik önemdedir.
Bu söylenenlerden, aileyi,
geleneği, kadın doğurganlığını, maçoluğu zayıflatabilecek her şeyin
milliyetçiliğin düşmanı olarak addedileceği sonucu çıkar. Tüm bunlar normal
kapitalist işleyişte zaten geçerlidir, sistemin krize girmesinin ürünü olarak
ortaya çıkan faşist rejimlerde ise, bu ihtiyaç kat be kat artar. Doğurganlık ve
yeni itaatkâr kuşakların yetiştirilmesi çok daha büyük önem kazanır, çünkü
sömürüyü arttırmak ve savaşa hazırlanmak için bunlar şarttır. Bunları sağlamak
için de gördüğümüz gibi, hem ailenin, hem de geleneklerin (ve dinin) korunması
şarttır. İşte bu yüzdendir ki tüm faşist rejimler ana sloganları olarak “Devlet”
ve “Vatan”ın yanına, “Aile” ve “Din”i de eklerler. Faşizm yalnızca işçi hareketini,
onun örgütlerini ve komünistleri değil, ekolojik hareketi, kadın hareketini ve
eşcinselleri de bu yüzden hedef tahtasına oturtur. Çünkü erkek imgesinin
yüceltilmiş ve kutsanmış haliyle korunması, genç asker ve işçi üretimine zarar
gelmemesi için kadın hakları hareketinin ve eşcinsellerin yarattığı “tehdit”
bertaraf edilmelidir.
“
Aile, bütün Devlet yapısının en küçük, ama aynı zamanda
en önemli birimidir” yazıyor Nazilerin parti programında. Dikkat edilecek
olursa bu yaklaşım yalnızca aileye verilen önemin altını çizmiyor aynı zamanda
onu devlet aygıtının parçası olarak ele alıyor. Faşizmin totaliter yapısı budur
işte. Ama onu devlet aygıtının parçası yapmak demek, onun içindeki ilişkilerde
de tam tahakküm kurmak demektir ki Naziler bu doğrultuda özellikle çocukları ve
gençleri okullar ve paramiliter gençlik örgütleri aracılığıyla
ajanlaştırmışlardı. Çocukların kendi ebeveynlerini vatan haini diye ihbar
ettiği sayısız örnek yaşanmıştı.
Sağ siyaset ve kadın
“
Beşikleri boş duran halklar İmparatorluk kuramazlar”
diyor Mussolini. Çocuk doğurmanın, nüfus artışının önemi buradan kaynaklanıyor
faşizm için. Kadın da ancak bu bağlamda bir değere sahip faşist zihniyette.
Faşizm hem kadınlar arasında bir kitle tabanı arar (ve bulur da), hem de
bununla tezat şekilde kadın düşmanı bir hareket ve iktidar olarak belirir.
Faşizm, kadının bıraktık cinsel özgürlüğünü, onun özgül bir kimlik olarak,
bağımsız bir özne olarak varlığını dahi yadsır. Mussolini, iktidarının ilk
yıllarında kadınlara “dullar” olarak sesleniyordu; zira onun gözünde kadın
ancak erkeğin “karısı” ve “çocuklarının anası” olarak bir anlam taşıyordu ve
ancak savaşta ölen bir askerin eşiyse saygıyı hak ediyordu. İlerleyen yıllarda,
kadınlara, “anneler”, “eşler” ve “kızkardeşler” olarak da seslenildi. Ama
mantık aynıydı: Kadınlar kendi başlarına bir şey değildiler; ya savaşta ölmüş
erkeklerin (savaş kahramanlarının) karıları olarak “dullar”dılar, ya onların
veyahut da gelecekteki kahramanların “anne”leriydiler, ya da onların “eş”leri
ve “kızkardeşleri”ydiler. Her hâlükârda, kendi varlıklarıyla değil, erkekle
ilişkilendikleri ölçüde ve onlarla ilişkilenme biçimine göre bir anlamları
vardı.
[3] Hitler, Kavgam kitabında “
Alman genç kızının da kuşkusuz milliyeti bellidir,
ama o ancak evlendikten sonra yurttaş olacaktır” diyecek kadar bu
kimliksizliği ileri taşıyordu.
Geçmişteki faşist rejimler gibi bugünküler de, faizsiz evlilik
kredisi, çeyiz parası, çocuk yardımı, doğum sonrası esnek çalışma gibi
desteklerle doğum ve anneliği teşvik ediyorlar. Aynı anda kürtaj önüne yasak
mertebesinde engeller konuluyor, kürtaj hakkı fiilen kimseye kullandırılmıyor. Ücretsiz
kreş hakkı fiilen ortadan kaldırılmış durumda. Bu koşullar kadına bir yandan
havuç verip bir yandan da sopa göstererek onu “annelik makamı”na ve bu makamın
sarayı olan eve hapsediyor. Ama bu bariz bir çelişki ve ikilem yaratıyor.
Muhafazakâr sağ ideoloji, hem erkekle eşit görmediği kadını eve kapatıp onu
annelik rolüyle sınırlamak istiyor, hem de özel mülkiyete dayalı kapitalist
ilişkilerin devamını savunuyor. Ama kapitalist işleyişin kaçınılmaz sonucu
olarak sermaye kadın emeğine de artan ölçüde ihtiyaç duyuyor ve kadın giderek
daha büyük oranda çalışma yaşamına katılıyor, erkeğe ekonomik bağımlılığı azalıyor,
eğitimli ve meslek sahibi haline geliyor, daha geç yaşta evleniyor, daha az
çocuk yapıyor ve hayattan daha çok şey talep ediyor! Erkeğin otoritesi
sarsılıyor.
Kapitalist ilerleyişle birlikte kadınların kentlerde de
istihdama katılımının giderek arttığı bilinen bir gerçek. Diğer taraftan bu
artışın istikrarlı (düzenli ve sürekli) bir artış olduğunu söylemek de mümkün
değil. Kadın istihdamındaki büyüme, iktisadi koşullara olduğu kadar siyasi
koşullara da fazlasıyla bağlıdır. Ekonominin hızlı büyüme dönemlerinde işgücüne
dönük talebin artması kadınların istihdama katılışını da arttırırken, kriz
dönemlerinde ilk gözden çıkarılanlar genellikle kadın işçiler oluyorlar. Sağ
hükümetler döneminde kadını eve kapatmayı teşvik eden uygulamalar nedeniyle
kadın istihdamı azalırken, sol iktidarlar döneminde tersi bir eğilim
görülebiliyor. Ya da savaş dönemlerinde erkekler cephelere sevk edilirken
boşalan yerleri doldurmak üzere kadınlar işe koşuluyorlar. Bu arada şu hususu
da vurgulayalım: Faşizmi kapitalizmin olağanüstü boyuttaki toplumsal krizleri
doğuruyor; bu da genellikle büyük bir ekonomik yıkım ve kitlesel işsizlik
anlamına geliyor ki, tarihteki faşist rejimlerin kadını çalışma alanlarının
dışına sürüp tekrar eve kapatmaya çalışmasının önemli nedenlerinden biri, onlardan
boşalacak yerlere işsiz erkekleri yerleştirme kaygısıydı!
“LGBT komplosu”
“
LGBT’yle birlikte aile yapımızı dejenere ediyorlar”
diyen Müslüman Erdoğan ile “
aile kurumunu kurtaracağız, dinlere saygılı
olacağız. Dini geleneğimizi savunurken ve geleneksel değerlerimizi koruma
altına alırken, cinsiyet eksenli ideolojiyle de savaşacağız” diyen
Brezilya’nın sabık başkanı Katolik Bolsonaro aynı dilden konuşuyor. Onlara
Ortodoks Putin de, Hindu Modi de eşlik ediyor. Orban’dan Duterte’ye, Trump’tan
taze İtalya başbakanı Meloni’ye kadar tüm faşistler bu “kutsal aile” ya da
“ailenin kutsiyeti” korosunda yer alıyor, “toplumsal cinsiyet ideolojisine”
karşı savaş açıyorlar.
Gerçekten özellikle de son
yıllarda, faşist propagandanın göçmen karşıtlığı, aşı karşıtlığı, kürtaj
karşıtlığı gibi popülerleştirmeyi başardığı temaların yanı sıra LGBT düşmanlığını
da fazlasıyla öne çıkardığını görüyoruz. Heteroseksüellik dışındaki tüm
cinsel tercih, yönelim ya da eğilimler, toplumun yapısına dönük ciddi bir
tehdit olarak sunuluyor. LGBT’lere karşı
histerik bir propaganda geliştiriliyor. Çok tipik bir faşist demagoji
kullanılarak, insanların kendilerini kuşatılmış hissetmeleri, büyük bir
komplonun kurbanı olarak görmeleri arzulanıyor.
Toplumu yanıltmak, sahte düşmanlar yaratmak, öfkeli yığınlara
tepkisini boşaltacağı savunmasız hedefler göstermek, faşizmin geçmişte de
başvurduğu temel yöntemlerden biriydi. Örneğin Nazi Almanya’sında eşcinsel
organizasyonlar, barlar, kulüpler, yayınlar kapatılıp yasaklandı. Naziler
kendilerinden önce yürürlükte olan eşcinselliği suç sayan Ceza Kanununun 175.
maddesini çok daha ağırlaştırdılar. 1933-45 yılları arasında 100 binden fazla
erkek eşcinsel oldukları iddiasıyla tutuklanmış, bunların yarısı hüküm
giymişti. Bunlar arasından 15 bin kadarı da toplama kamplarına gönderilip orada
katledilmişti. Naziler, Almanların üreme
potansiyelini azaltan her şeyi ırksal bir tehdit olarak görüyorlardı.
[4] Bu zihniyetle 1936’da polis kurumu
bünyesinde “Kürtaj ve Eşcinsellikle Mücadele” bürosu kurulmuş, başına da
zalimliğiyle nam salan bir SS subayı getirilmişti. “
Polis, Almanya’nın ahlâki yapısı için tehlikeli görünen herkesi önleyici gözaltına alma ve
duruşmasız hapsetme yetkisine sahipti. Buna ek olarak, eğer polis eşcinsel
davranışlara devam edeceklerini düşünüyorsa tahliye edilen eşcinsel mahpuslar
tekrar tutuklanıp toplama kamplarına gönderiliyordu.”
[5]
Naziler iktidara geldiklerinde, eşcinsellere böylesi bir
zulmü reva görmelerine rağmen, iktidar öncesi süreçte Nazilerin paramiliter
örgütü olan SA (Fırtına Birlikleri) içerisinde hem yönetim katında hem de
tabanda eşcinsellik hayli yaygındı.
[6] Faşist sokak terörünün yürütücüsü konumundaki SA’nın kurucusu ve komutanı olan
Ernst Röhm’ün eşcinsel olduğu herkes tarafından biliniyordu. Kadının aşağı bir
yaratık olarak görülmesi, maço kültürünün pohpohlanması, örgüt üyelerinin
yarı-askeri kışlalarda hep birlikte kalarak bunun dışında bir sosyal hayata
kapalı tutulmaları gibi faktörler eşcinsel eğilimleri güçlendiriyordu. Fakat Nazi iktidarının kurulmasını takiben Hitler SA ve SS yöneticileri
arasında eşcinsel ilişki kuranların idam cezasına çarptırılacağına dair bir
kararname yayınlamıştı.
Bugüne dek tüm dinci ve faşist
görüşler ve gerici siyasal yaklaşımlar, heteroseksüellik dışındaki cinsel
eğilim ya da tercihleri sapıklık ve sapkınlık olarak damgalayageldiler, bu yeni
bir olgu değildir. 20. yüzyıldan önce göz korkutmak amacıyla ve ibretiâlem
olsun diye eşcinsellerin, devlet ya da dini kurumlar aracılığıyla
cezalandırıldığı durumlar hiç de istisna değildi. Bugün dahi birçok ülkede
eşcinsellik yasak ve ağır şekilde cezalandırılabiliyor. Ama Almanya ve
İtalya’daki faşist rejimlere kadar hiçbir zaman eşcinsellere karşı bir cadı
avına çıkılmadı, pogromlar düzenlenmedi. Ya da bugün olduğu gibi kitlesel
kampanyalar örgütlenip homofobik bir histeri dalgası köpürtülmeye çalışılmadı. Eşcinsellerden
haz etmeyen insanlar bile çoğunlukla bu durumu hayatın bir gerçeği olarak
kabullenip onlara karşı özel bir düşmanlık beslemediler. Geçmişte olduğu gibi bugün
de çoğunluk açısından durum budur aslında. Ve işte faşizm bu durumu bozup
kitlesel bir nefret dalgası yaratmayı amaçlamaktadır.
Bugün yeni olan şey,
insanların farklı cinsel tercih ya da eğilimlerinin, tüm toplumu tehdit eden
bir komplo olarak resmedilip, LGBT+’lara karşı bir linç kampanyasının
örgütlenmesidir. Faşizm her konuda olduğu gibi bu konuda da görünmez düşmanlar
yaratmakta, biri bin yaparak toplumun gözünü korkutmaya çalışmaktadır. Onlara
bakılacak olursa, ortada büyük bir LGBT komplosu vardır. LGBT cinsiyet
kimlikleri toplamını ifade eden bir kısaltma değil, bir
örgüttür! Bu
saçmalığı insanların bilinçaltına yerleştirmek için, kişilerden bahsederken
LGBT’ler değil, LGBT’liler ya da LGBT’ciler diyorlar. Üstelik bu örgüt yıkıcı
bir örgüttür, çünkü onlarınki hak talebi değil “toplumsal cinsiyet
ideolojisi”nin propagandasıdır, aileye ve toplumsal düzene saldırıdır! Bu
“örgüt”, başta gençler ve çocuklar olmak üzere “tüm toplumu heteroseksüel
ilişkilerden uzaklaştırmaya çalışmaktadır”; “tüm topluma eşcinsellik
dayatılmaktadır”!
“Çocuklar cinsiyetlerini değiştirmeye zorlanmaktadır”! “Anneler-babalar dikkat
edin ki, çocuğunuz sabah evden erkek olarak çıkıp akşam kız olarak dönmesin!”,
“LGBT’ciler doğum oranlarını daha da düşürerek toplumun geleceğini yok etmek
istiyorlar!” Peki onların arkasında kim vardır, kim bu komployu kurmaktadır?
Tabii ki yerlisiyle yabancısıyla
küreselciler! Bu paranoyak kampanya,
çeşitli “sivil toplum kuruluşları”, partiler, medya ve hatta resmi devlet
görevlileri tarafından sinsice körükleniyor. LGBT gizli bir suç örgütü gibi
lanse edilmekle kalmıyor, kullandığı gökkuşağı sembolü adeta yasaklanıyor.
Gökkuşağı bayrakları savcılık iddianamelerinde suç delili sayılıyor. Otoriter
rejimlerde LGBT’lere karşı baskıcı yasalar daha da artıyor. Geçtiğimiz
haftalarda Rus parlamentosu LGBT karşıtı yasaları kabul etti. “LGBT
propagandası” diye uyduruk bir şey tarif edildi ve bunun içine LGBT’lerle
ilgili her türlü içerik, haber ve bilgi sokuşturularak, yasaklandı. Hemen
ardından da yine Rusya’da “geleneksel olmayan cinsel ilişkiler”i suç addeden
bir yasa kabul edildi. Şimdi Türkiye’deki egemenler benzer bir yasa için sosyal
medya trolleri aracılığıyla yeni bir kampanya başlattılar. Son aylarda “
Aile
Saldırı Altında, Sapkınlık Normalleştirilemez” başlığıyla, “LGBT
Dayatması”na karşı devlet destekli mitingler düzenleniyor. Nefret ve kin il il
yapılan bu mitinglerle körükleniyor; LGBT’lere ve elbette onları
destekledikleri bahanesiyle tüm muhalif kesimlere dönük linç girişimlerinin,
pogromların zemini döşeniyor.
Faşizmin toplumu yapay ve sahte başlıklar üzerinden
kutuplaştırıp, sahte düşmanlar yaratmasına karşı mücadele şarttır. Bu noktada
toplumu gerçekten bölen kimliğin sınıf kimliği olduğunu, faşizmin oyunlarının
bu gerçekliğin üstünü örtme gayesi güttüğünü usanmadan öncü işçilere kavratmak
zorundayız. Faşizme ve kapitalizme karşı mücadele sınıf kimliği dışındaki
kimliklerin savunusuyla sınırlanmış bir temelde yürütülemez. Burjuvazi, küresel
ölçekte, sınıf kimliği dışındaki kimlik meselelerini sürekli körüklüyor. Onun
kurduğu tuzağı bozmanın yolu, ister cinsel, ister etnik, ister dinsel olsun tüm
ezilen toplum kesimlerinin sorunlarını devrimci işçi sınıfının kapitalizme
karşı mücadelesinin bir parçası haline getirmektir. Bu sorunlarla sınırlı bir
kimlik mücadelesi, sınıf mücadelesini yolundan saptırır; bu sorunları görmezden
gelen bir yaklaşım ise kapitalistlerin ve faşizmin ekmeğine yağ sürmek
olacaktır. Bu noktada komünistlerin önderliğinde sendikaların ve diğer emek
örgütlerinin kadın sorununa, cinsiyetçi ayrımcılığına, homofobiye karşı tavır
almaları, tabanlarında bu konularda demokratik ve ayrımcılık karşıtı bir
bilincin gelişmesini sağlayacak çalışmalar yürütmeleri büyük önem taşıyor.
[1] Heteroseksüellik dışındaki tüm cinsiyet kimliklerini sapkınlık saymak.
[4] Bu nedenle Alman lezbiyenler genellikle
zulmün hedefi değildiler; diğer uluslardan geylere de (Alman erkeklerle
birlikte olmadıkları sürece) daha toleranslı davranıyorlardı. Kürtaj ile
eşcinselliğin aynı kefeye konulması da bu “kaygı”yı gösteriyor.
[6] Öyle ki gerek sosyal-demokratlar gerekse de Stalinistler, 175. maddeye
karşı olup çeşitli kampanyalar yürütmelerine rağmen, Nazileri gözden düşürmek
umuduyla onların eşcinselliklerini alaya alarak homofobiden oportünistçe
yararlanmaya çalışmışlardı.