2002 yılında mecliste ağırlıklı bir çoğunluk elde ederek hükümete gelen Adalet ve Kalkınma Partisinin kadroları, özellikle de 28 Şubat sürecini yaşamış olmanın deneyimi sayesinde, hükümeti kazasız belasız sürdürebilmek için dikkatli bir politik hat izlemeleri gerektiğinin farkındaydılar. Bu yüzden de politikalarını hayata geçirirken attıkları her adımda asker-sivil bürokrasinin ilk fırsatta tepelerine binmek için fırsat kolladığının bilinciyle hareket ettiler. Bir yandan burjuvazinin bu statükocu kolunu ajite edecek politik çıkışlar yapmamaya özen gösteriyor, diğer yandan da onların zemin kaybetmesine yol açacak hamleleri etraflarındaki ittifakı güçlendirecek biçimde istikrarla hayata geçiriyorlardı. Statükocuların etkinliğini zamanla kırmayı başaramazlarsa, verilecek tavizlerle uzun süre idare edemeyeceklerini Erbakan hükümetinin başına gelenlerden öğrenmişlerdi.
AKP’nin uyguladığı stratejinin temel ayağını “dışa açılma” politikası oluşturuyordu. Yeterli sermaye birikimine sahip burjuvalar için “dışa açılma” küreselleşme sürecinde zaten olmazsa olmaz bir ihtiyaçtı. Yurt içinde işçi sınıfı düşmanı politikalar bir taraftan tavizsiz biçimde uygulanırken “dışa açılma” vizyonuyla da hareket edilmesi, üstelik bunun kitle desteğini sürekli arttırabilen bir partinin siyasal istikrarı altında gerçekleşmesi, AB’ci büyük sermayenin desteğinin alınması açısından yeterliydi. Bu kesim, bir dönem boyunca asker sivil bürokrasinin tepkilerini de hesaba katmakla birlikte, zamanla iktidarın izlediği politik çizgiye genelde uyum sağladı.
AKP hükümetine en büyük desteği ise “yeniyetme” İslami burjuvazi veriyordu. Bir yandan işçi sınıfının tepesine hak hukuk gözetmeksizin binmesine izin vererek işçilik maliyetlerini azaltmasını sağlayan, bu sayede de rekabet olanaklarını arttırıp ihracat patlaması ile birlikte hızlı sermaye birikiminin önünü açan, diğer yandan da hükümet olanakları ile ihaleler önüne serilen bu burjuvalar AKP hükümetinin arkasında kararlılıkla durdular.
Bu burjuva kesimlerin açık ya da örtülü desteğini arkasına alan AKP “dışa açılma”nın gereği olarak Avrupa Birliği ile ilişkileri geliştirmeye, bunun sonucu olarak da AB’nin önüne koyduğu siyasi şartları yerine getirmeye başladı. Türkiye burjuvazisinin gündemine askeri vesayetin aşılması ve burjuva demokrasisinin Avrupa normlarına ulaştırılması sorunları, her zaman uluslararası ilişkilerin dayatması ile girmişti. Şimdi de sermayenin büyümesinin önündeki engellerin kaldırılması doğrultusundaki ihtiyaçlar burjuvaziyi, kendine özgü çelişkiler yüzünden gelgitli de olsa, bu politikayı desteklemeye sürüklüyordu.
Bu durum hem AKP’nin temsilcisi olduğu burjuva kesimlerin güçlenmesini hem de bürokrasinin saldırıları karşısında onun korunmasını sağladı. Askerin siyasi alan üzerindeki etkisinin kırılarak olağan bir parlamenter işleyişin oturtulması doğrultusunda ağır aksak da olsa atılan adımlar, AKP’nin bürokrasi karşısında elini güçlendirdi ve kendisine tehdit oluşturan bu kesimlerin zemin kaybetmesine yol açtı. Bu yüzden AKP, Avrupa Birliği çıpası sayesinde, gemisini uzun süre istediği sularda tutabildi.
AKP’nin Kürt sorunundaki adımları
AKP’nin Kürt sorunu konusunda adımlar atmasına bu bağlamdaki zorunlulukları yol açtı. Kürt ulusal kurtuluş hareketinin sürdürdüğü savaşın giderek Kürt halkını daha fazla etrafında toparlamasının yarattığı basınçla da şekillenen bu süreçte, AKP daha ziyade oyalamayı ve unutturmayı umarak birtakım kültürel hak kırıntılarını Kürtlere “verdi”. İçeriğini nasıl dolduracağına ilişkin hiçbir açıklamada bulunmasa da toplumun konuyu tartışmasını murat ettiğini ifade ederek “Kürt açılımı” denen bir süreci başlattı. Kürt halkının temel taleplerinin es geçildiği bu süreçte, Kürtçe konuşmanın, şarkı söylemenin üzerindeki baskıların azaltılması, Kürtçe bir televizyon kanalının yayına başlaması gibi birtakım göstermelik adımlar atıldı. Ancak bunların daha önceki yönetimlerin söz konusu bile etmediği uygulamalar olması, sanki ciddi bir adım atılıyor izlenimini yaratmakta AKP’ye yardımcı oldu.
Kürtleri milletin folklorik bir öğesi, “aynı bağın farklı renkli bir gülü” olarak görmeye hazır, bu yüzden de kimi kültürel hakları tanıyarak Kürtlerin varlığını kabul edebilen bu anlayış, söz konusu yönleriyle Kemalist ideolojik geleneğin dışında görünerek geniş kitlesel destek de sağlayabiliyordu. Ne var ki, bu yaklaşımın Kemalizmle buluştuğu alan daha temel ve belirleyiciydi. Tıpkı Kemalistler gibi AKP’liler de Kürtlerin ayrı bir ulus olduklarını reddediyor, dolayısıyla Kürtlerin ulusal taleplerinin tam karşısına Kemalistlerle birlikte kararlılıkla dikiliyorlardı. Kürtler kimi bireysel-kültürel hakları alabilirlerdi ama asla ve kat’a “tek devlet”, “tek millet” ve “tek bayrak”ın parçası olmanın dışında bir talebe tevessül etmemeliydiler.
AKP hükümeti böylesi bir çerçeve içerisinde hareket ediyor; bir yandan da bu anlayışın sınırlarına hapsolması mümkün olmayan Kürt ulusal kurtuluş hareketine karşı savaşı yürütüyordu. “İnkâr artık bitti” propagandasıyla Kürtlerin ağırlıklı parçasını yanına çekmeyi umuyor, böylece ulusal kurtuluş hareketinin de etkisizleşeceğini bekliyordu.
Buna paralel olarak yürütülen bir çaba da ulusal kurtuluş hareketinin önderliği pozisyonundaki PKK’nin oyalanması ve yönlendirilmesi süreciydi. Çünkü PKK ile süren savaşın şiddetlenmesi çoğu zaman siyasi dengeleri AKP aleyhine bozuyor, henüz yeterince etkisiz hale getirilememiş statükocu asker-sivil bürokrasinin inisiyatif kazanmasına yol açıyordu. Ayrıca sıkıntılarla ilerleyen Avrupa Birliği sürecini de sekteye uğratıyordu.
Böylesi durumlarda, AKP tarafından, çatışmanın ateşini düşürecek, PKK’nin eylemlerini durdurmasına yol açacak adımlar atıldı. PKK ve Öcalan’la resmi görüşmeler yapıldı. Hatta bu görüşmelerin yapıldığının kamuoyu tarafından bilinmesi sağlandı. Bu görüşmelerin süren savaşın bitirilmesini sağlamak için yapıldığı söylendi. Otuz yıldır süren savaşta yaşamadığı zulüm kalmayan ve bu yüzden onurlu bir barışın bir an önce sağlanmasını isteyen Kürt halkının umutları büyütüldü.
AKP Kürt hareketini etkisizleştirmeye çabalıyor
Ancak gelişmeler AKP’nin Kürtlerin ulusal haklarını kabul etmek gibi bir derdinin olmadığını, onurlu bir barışı hayata geçirecek adımları atmaya kolayına yanaşmayacağını deşifre edecek yönde gerçekleşti. Yapılan görüşmelerde kararlaştırıldığı gibi Öcalan’ın çağrısıyla Habur’dan Türkiye’ye gelen PKK’lilere Kürt halkının gösterdiği teveccüh, AKP’nin gelişmeleri kendi çizdiği çerçevede tutamayacağını fark etmesine yol açtı. 2009 yerel seçimlerinde ve 2011 genel seçimlerinde Kürt hareketinin sağladığı başarılar ise AKP’nin bu korkusunun yersiz olmadığını gösterdi. Kürt ulusal hareketinin “barışçı” yöntemlerle etkisiz hale getirilemeyeceğine dair kanaat AKP’nin özellikle yönetici kadrolarında hızlı bir biçimde belirginleşmeye başlıyordu.
Bunlar kadar önemli bir başka gelişme de Arap coğrafyasında yaşanan isyan dalgasıydı. Kitlelerin öfkesinin meydanlara taşması ile birer birer devrilen diktatörlerin kaderi, kitle hareketlerinin gücünü bir kez daha herkese göstermişti. Bu dalganın ve onun yarattığı değişim sürecinin Kürtleri de harekete geçireceğine dair korku, Türk egemen sınıfını da etkisi altına aldı. Üstelik Arap ülkelerindekinin aksine Kürtlerin etkin bir örgütlülükleri de mevcuttu. Bu durum, böylesi bir gelişmenin önünü almak için TC burjuvazisini derhal harekete geçmeye sevk etti.
Diğer yandan da 12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen referandumdaki başarı ve 2011 yazındaki Yüksek Askeri Şura’da generallerin dize getirilmesi, AKP tarafından, asker-sivil bürokrasinin önemli ölçüde baskılandığını gösteriyordu. AKP kadrolarının kendilerine duydukları güven de, bürokrasinin iplerini artık ellerine geçirdiklerine dair bu göstergelerle birlikte giderek artıyordu.
Aynı zamanda gelişen yeni konjonktürde Avrupa Birliği zayıflamaya başlamış, kendi iç meselelerine yoğunlaşmış ve ilişkiler de bir hayli tavsamış durumdaydı. Bu yüzden ilerleme raporuna kaydedilecek “açılımlar” yapmanın gereği kalmamıştı. Avrupa Birliği çıpası çekilmiş, başka büyük denizlere yol alınmaya başlanmıştı. Ekonomik krizin yarattığı sarsıntılarla boğuşan Avrupa ülkelerinin aksine son on yıl içerisinde büyük ilerleme gösteren ekonomisi ile Türkiye, bölgesinde daha da etkili olmasını sağlayacak politik atılımları gerçekleştirmenin planlarını yapıyordu. Türkiye, alt-emperyalist bir ülke olarak emperyalist yeniden paylaşım kavgasında daha etkili bir pozisyon edinmesini sağlayacak hazırlıkların içerisindeydi ve paylaşım kavgasının gündemindeki Suriye’ye emperyalist ABD ile birlikte yükleniyordu.
Ne var ki, emperyalist emellerini gerçekleştirmek için çaba gösteren Türkiye devletinin bütün bu gayretlerini boşa çıkartabilecek önemli bir unsur vardı: Kürt ulusal hareketi. Bunun farkında olan burjuvazi bir an önce harekete geçip onu etkisizleştirmeye girişti. AKP, açılım politikalarının işe yaramadığını düşünerek bununla daha fazla oyalanmamaya karar verdi. Bu yüzden dümen başka yöne kıvrıldı: Kürt halkının örgütlü hareketini dağıtmak! Yani, Kürt hareketinin bölgedeki etkisini siyaseten ve ideolojik olarak sınırlayamadığı koşullarda, egemen sınıf, bir kez daha savaş politikalarına bel bağlayarak asker ve polisi devreye soktu.
İşte bu koşullar altında AKP hükümeti harekete geçti ve Kürt ulusal hareketinin örgütlülüğüne karşı yoğun bir saldırı başlattı. Kitlesel bir sindirme politikası hayata geçirildi. Hareketin kadrolarının binlercesi “KCK üyesi olmak” suçlamasıyla tutuklandı ve tutuklamaların ardı arkası kesilmiyor. Tutuklama harekâtına aynı zamanda kara propagandaya dayalı çarpıtma ve dezenformasyon saldırısı da eşlik ediyor. Bu saldırılarla birlikte Kürt hareketinin örgütlülüğünün felç olması ve uzun dönemde AKP üzerinden işlenen “aynı bağın gülüyüz” propagandasının Kürtler üzerinde etki sağlaması umuluyor.
Kürt ulusal hareketini etkisizleştirmek için sadece operasyonlardan, tutuklamalardan ve ideolojik saldırıdan medet umulmadığı, her türlü mekanizmanın devreye sokulduğu, hapisteki liderleri bir operasyonla yurt dışına çıkarılan Hizbullah’ın yeniden faaliyete geçtiğini duyurmasıyla da anlaşılıyor. TC burjuvazisi topyekûn bir saldırıyla devletin eski politikalarına ideolojik yenilenmeyle birlikte geri dönmüş durumda. Ne var ki, Kürt hareketinin geldiği düzey, parçalanmış Kürt coğrafyasının her bölgesinde yaşanan gelişmeler ve potansiyeller bu politikanın sürekliliğini imkânsız kılıyor.
AKP’nin statükocu burjuvazinin temsilcilerine karşı yürüttüğü kavga neticesinde iktidara iyice yerleşmesiyle birlikte, “demokratlığının” barutunun kısa sürede tükendiğine de herkes şahit oldu. Bu durum da kendini en açık biçimiyle Kürt sorunu üzerinden ortaya koydu. Has bir burjuva partisi olan AKP’nin, askeri vesayetle kavgası üzerinden geniş kitleler nezdinde yarattığı olumlu etkilerin artık sonuna gelinmiştir. Liberaller ve onların etkisi altındaki kesimler gündüz düşlerinden henüz uyanmamış olsalar da açık gerçek budur.
link: Selim Fuat, AKP’nin Kürt Politikası: Kısa Bir Özet, Şubat 2012, https://marksist.net/node/2933
Ankara’da Bu Kez Kadınlar Barış İçin Ses Çıkardı
Sendika Bürokrasisi ve Sendikal Yasalarda Değişiklik