İktidarın uyguladığı politikalarla tarihinin en derin ve hızlı yoksullaşmasını yaşayan Türkiye işçi sınıfı son dönemde birçok sektörde ücret artışı talebiyle hoşnutsuzluğunu dışa vuruyor. Bilhassa seçimlerin ardından gelen zam yağmuru, vergi artışları ve ücretlerin genel olarak asgari ücret düzeyine inmesi nedeniyle işçi eylemleri artıp, yaygınlaştı. Tarım işçisi kadınlardan enerji işçilerine, kargo işçilerinden sağlık emekçilerine, öğretmenlerden metal işçilerine, petrokimya sektöründen belediye işçilerine kadar geniş bir sektörel dağılım gösteren bir eylemlilik süreci yaşanıyor. Sendikalaşma mücadelesi ve çeşitli direnişlerin yanı sıra sözleşme dönemi içinde olan ya da ek zam talebi olan sendikalı işyerlerinde de dikkat çekici bir hareketlilik görülüyor.
Bu eylemliliğin arka planında yıllardır biriken hoşnutsuzluk var. İşçiler, düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, iş kazaları, mobbing, iş güvencesi eksikliği ve artan yaşam maliyetleri gibi sorunlarla boğuşuyor. Ancak tüm bunların yeni olmadığını biliyoruz. Son yıllardaki hiperenflasyon, bu sorunları daha da derinleştirdi ve geçtiğimiz yılın kış aylarında da son yıllarda görülmedik bir eylem dalgasının geliştiğine şahit olduk. Önce o dalgayı hatırlayıp, sonra bugünküyle bağını kuralım, farklılıkların yanı sıra ortak olan ve çözüm bekleyen temel sorunlara bir kez daha bu vesileyle işaret edelim.
2022 Ocak-Şubat eylem dalgası
Geçen yılın kış aylarında tüm sektörlere yayılmayıp sınırlı kalsa da birçok alanda benzer bir ücret artışı talebi temelinde eylemler gerçekleşmişti. İktidarın açıkladığı enflasyon verilerinin baştan aşağıya yalan olduğu hızlıca ortaya çıkmış, asgari ücretteki artışı takiben diğer ücretlerde bir artış yaşanmaması nedeniyle birçok alanda işçilerin ücretleri asgari ücret bandında kalmıştı. Buna karşılık patronların resmi enflasyon oranında ya da daha altında zam dayatmasına tepki olarak gelişen eylemlerin çoğunluğunu sendikasız işçiler gerçekleştirmiş, büyük oranda taleplerini kabul ettirmişlerdi. Az sayıda işyerinde ise söz konusu süreç sendikalaşmanın da önünü açmıştı.
Dinamikleri, kapsamı ve ifade ettiği anlam bakımından Mayıs-Haziran 2015’teki “Metal Fırtına”nın yanına yaklaşmasa da, kapsadığı işçi sayısı, yaygınlığı ve başarı oranı açısından önemli bir deneyim olmuştu bu eylem dalgası. İki ay boyunca İstanbul, Antep ve İzmir’de yoğunlaşan bu dalgada toplamda 20 bin işçiyi kapsayan 108 fiili grev yapılmıştı. Bunların ezici çoğunluğu özel sektörde, mavi yakalı işçiler tarafından, düşük zamlara karşı gerçekleştirilmişti. Yarısında hiçbir sendikanın dahli yoktu. Birçok sektörde tekil direnişler yaşanmışsa da, eylemler esasen üç sektörde yoğunlaşmıştı: Tekstil, gemi söküm/tersane, taşımacılık.[1] Özellikle taşımacılık alanında büyük dağıtım şirketlerinin depolarında çalışanların yanı sıra moto-kurye olarak çalışanların eylemleri hayli ses getirmişti. Pandemi döneminde muazzam ölçüde büyüyen bu sektöre, “esnaf kuryelik” denilen yeni sömürü biçimine tabi binlerce yeni işçi katılmış ve bunlar eylemleriyle kendilerini görünür kılmışlardı.
Her grev dalgasında olduğu gibi 2022 dalgasında da başarıya ulaşan mücadeleler ilgi odağı haline gelerek başka işyerlerindeki mücadelelerin fitilini ateşlemişti. Başarı ne denli hızlı kazanılmışsa, öncelikle o sektördekiler olmak üzere diğer işyerlerine de o denli hızlı yayılmış ve örnek oluşturmuştu. Burada dikkat çeken bir husus da, belli bir sektörün yoğunlaştığı bir bölgede, yani bir işçi havzasında, mücadele ateşinin daha hızlı yayılmasıdır. O dönemde mücadelenin büyük metal fabrikalarına yayılmamasının temel nedeni, metal sektöründe 12 Ocakta imzalanan MESS sözleşmesiyle metal işçisinin bir kez daha bürokrasinin ihanetine uğraması ve yaşanan moral bozukluğuydu. Bu sektörde yaşanan iki önemli istisna da sendikal bürokrasinin ihanetine takılmıştı: Mersin’deki Çimsataş ve Gebze’deki Farplas direnişleri.
Öne çıkanlar, göze çarpanlar
Bugün son mücadele dalgası halen devam ettiği için genel bir döküm sunmak henüz mümkün değil. Ancak ortaya çıkan mücadele örnekleri, mevcut dalganın mücadele dinamiklerinin, izlenen yöntemlerin ve kuşkusuz sorunların da öncekiyle aynı olduğunu gösteriyor.
Marmara bölgesinin yanı sıra İzmir ve Antep bir kez daha mücadelenin odaklaştığı merkezler durumundadır.
Geçen yıl olduğu gibi bu kez de yeni işçi taburları mücadelede biz de varız dediler. İstanbul’da, park ve bahçelerle peyzaj işlerinde yaz kış ter akıtan işçiler, belediyelerde çalışan diğer işçilerle aynı haklara sahip olmak için bir dizi eylem yaptılar. Yine aynı işkolunda (avcılık, balıkçılık, tarım ve orman işleri) ama bu kez tarım işi yapan İzmir’deki sera işçileri de sert bir direniş sergilediler ve jandarmanın terörüne maruz kaldılar.
Birçok sorun, ama en çok da düşen reel ücretler işçileri mücadeleye ve sendikalaşmaya sürüklüyor. Parçalı ve dağınık da olsa işçiler eylem yapıyor ve direniyorlar. 2022’deki dalganın aksine bu kıpırdanış sendikalı işyerlerine de yansır ve orada gerçek lokomotifini bulursa, sınıf hareketinde önemli bir canlanma görebiliriz. Bunun ipuçları belediye işçileri ve petrokimya işçilerinden gelmeye başlamıştır. Büyükşehir belediyelerinde kadrolu ya da taşeron olarak çalışan işçiler, hem AKP hem de CHP belediyelerinde yaygın eylemler yaptılar.[2] Metal sektöründeki grup sözleşmesi dönemi de mücadelenin yaygınlaşması açısından kritik önemdedir. Ama oradaki sorunlar da üstesinden kolay gelinebilecek durumda değildir; yılların kiri pası birikmiş ve temizlenmeyi beklemektedir. MESS sözleşmelerinin tıkanması durumunda oluşacak duruma karşı ciddi bir hazırlık yapılmadığını görmekteyiz ve bu bir kez daha sendika bürokratlarının atıp tutup işçinin gazını aldıktan sonra imzayı basabilecekleri anlamına gelir. İktidarın yasaklayacağını ve gerçekleştirmelerine izin vermeyeceğini bilen Birleşik Metal-İş yöneticileri de dâhil sendika bürokratları yine “asla”lara başvurup, grev tehditleri savurmaktan geri durmayacaklardır. Bu kez metal işçileri inisiyatif gösterebilecekler mi, bunu hep birlikte göreceğiz. Sınıf devrimcilerinin çabasının bu yönde olacağı açıktır.
Geniş bir yayılımla işçi eylemlerine katılan bir diğer sendikalı grup Harb-İş üyesi işçilerdi. Bir dönem kamu işçileri hareketinde önemli bir odak durumunda olan bu sektördeki işçilerin eylemlerinde, diğerleriyle ortak olan ek zam talebinin yanı sıra vergi adaletsizliği ve vergi dilimlerinin yeniden düzenlenmesi talebi öne çıktı. Yalnızca işvereni hedefleyen ücret talebinin ötesinde, doğrudan yasalarla ilgili bu talep, sendikal planla sınırlı bile olsa siyasal bir talep anlamını taşıyor ve muhatabını iktidar olarak belirlemiş oluyor.
Enerji üretim ve dağıtım alanında çalışan işçiler de, özel okul ve dershanelerde çalışan öğretmenler ve sağlık sektöründe çalışan emekçiler de eylemlere katıldılar. Sağlık emekçileri iki gün süren iş bırakma eylemleriyle, insanca yaşam ve güvenceli çalışma taleplerini dillendirdiler. Petrokimya fabrikalarında da sendika öncülüğünde iş durdurma eylemleri yapıldı.
Yetkili bir sendikaya üye olmasalar bile belli düzeyde örgütlendiklerinde dahi, işçilerin anlamlı kazanımlar elde edebildiklerinin örnekleri yaşanıyor. Örneğin, Antep’te tekstil, halı, dokuma fabrikalarındaki direnişler devam ediyor, kimileri de hızlı bir şekilde başarı kazanmış bulunuyor.[3]
Bir diğer olumlu örneği de zikretmeden geçmemeliyiz. İki işyerinde Suriyeli ve Türkiyeli işçiler patronlara karşı ortak bir mücadele yürüttüler.[4]
Diğer taraftan bazı örnekler, işçi sınıfının mevcut durumunu, geriliği, sendikaların feci halini çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor. Sendikalı kimi işyerlerinde bile hafta tatilleri verilmiyor, kimilerinde iş olmayınca işçiler evlerine gönderilip, bu günler yıllık izinlerden kesiliyor. Birçok sendikalı işyerinde işçiler sendikasız işyerlerinden bile düşük ücrete çalışıyorlar, ücretler asgari ücretin biraz üzerinde. İktidar yalakası sendikaların özellikle bazılarında durum tastamam bu. Hele taşra kentlerinde vaziyet daha da kötü.
Ama beterin de beteri var demişler; işçiler bazı sendikalı işyerlerinde ücretlerini bile alamıyorlar. Ücretleri üç aydan altı aya kadar ödenmeyen ya da parçalı ödenen işyerleri sözkonusu. Eğer işçiler örgütsüz ve bilinçsizse, onları bir köleye çevirmenin önünde bir engel bulunmuyor. Örgütsüzlüğün getirdiği bilinçsizlik o düzeyde ki aylardır ücret alamayan işçiler, başka bir eylem biçimi bilmedikleri için açlık grevi yapıyorlar![5]
Hareketi tüm bu sorunlarıyla birlikte değerlendirmek önemlidir. Bu noktada abartılar da küçümsemeler de zararlıdır. Ekonomik mücadeleye, hele de kendi işyerleriyle sınırlı kalmış ücret mücadelelerine boyundan büyük anlam atfetmenin yanlışlığı yeterince bilinmektedir. Bu mücadelelerde işçilerin çoğunluğunun hem iktidarın hem de düzen muhalefetinin tabiatı hakkında doğru bir bilince kendiliklerinden ulaşabileceklerini düşünmek doğru değildir. İşçiler, bu deneyleri ne denli uzun ve militanca yaşarlarsa, kendi sınıfsal aidiyet ve güçlerinin yanı sıra iktidarıyla muhalefetiyle, polisiyle ordusuyla, karşılarında olan güçlerin sınıfsal doğasını kavrama olanağına da o ölçüde çok kavuşurlar. Bu sadece bir fırsattır ve bunu gerçek kılmak için de sınıf devrimcilerinin müdahalesi, katkısı gerekir. Öteki uca kayıp, mevcut mücadeleleri “ücret mücadelesi” diye küçümseyerek hiçbir yere varılamayacağı da kesindir. Daha sınıfın muazzam geniş kitlesi, ücret mücadelesini (temel sendikal mücadele) bile vermekten geri duruyorken, ondan “devrimci bir aydınlanma” yaşamasını beklemek boş hayalciliktir.
Düşen grev sayıları ve grev yasakları
Sınıf hareketi, hele de sendikal mücadele bilhassa son çeyrek yüzyıldır, dibe vurmuş durumdadır. Eski mücadeleci kuşaklar çoktan emekli oldular ve deneyimlerini yeni kuşaklara aktaramadılar. Çünkü aktarma kayışları olan işçi örgütlülükleri (sendikal ve siyasal) eski konum ve güçlerinden çok uzaklar. Sendikaların üye sayıları alabildiğine düşmüştür.[6] Ama sorun nicelikten ibaret de değildir, devrimcilerin yokluğunda sendikalar ezici bir şekilde sendika ağalarının kontrolü altına girmiş, onların çiftliğine dönüşmüştür. Dahası, sendikal konfederasyonların en kitlesel olanları rejimin korporatist aygıtları haline gelmiştir ve bu durum sendikal hareketi felç etmiştir.
Tek tek öncü işçilerin devrimci bilinç kazanması için, birebir ilişkiler, eğitim çalışmaları, tartışmalar vb. önemli olsa da konu sınıfın kitlesinin bilinç kazanması olunca kitlesel eylem ve mücadelelerin yerini başka bir şey dolduramaz. Bu bakımdan grevler öne çıkan mücadele yöntemleridir. Ne kadar grevin yaşandığı, bunlara kaç işçinin katıldığı, grevlerin ne kadar sürdüğü gibi veriler sınıf mücadelesi hakkında çok şey söyler. Sendikal hakların geniş olduğu ve etkili grevler örgütlemenin önünde engeller bulunmadığı koşullarda, grevin kendisi değil tehdidi bile hak almak açısından etkili bir silahtır. Dolayısıyla grevler yalnızca sınıf mücadelesinin şiddeti değil, ülkedeki demokrasinin sınırları hakkında da ciddi bir fikir verirler. Grevler hem sınıfın kitlesinin hem de onun öncüsünün okuludurlar. Öncü işçiler genellikle bu mücadele okulunda pişer, oluşur, şekillenir. Mücadele yayıldıkça bir öncü işçi kuşağı da ortaya çıkar. Böylesi bir kuşağın varlığı, sendikaları bürokratlardan temizlemek için olmazsa olmazdır. Bugün yaşadığımız sıkıntıların temelinde yatan en önemli faktörlerden biri budur.
AKP iktidarları döneminde işçi sınıfının artan demografik ağırlığına rağmen, işçi hareketinin genel olarak gerilediğini görüyoruz.[7] Bu dönemin tamamında grev ve direnişlerin sayısı alabildiğine düşmüştür. Grev yasasının çıktığı 1963 yılından bu yana en düşük grev ve grevci işçi sayısı AKP döneminde gerçekleşmiş bulunuyor. 12 Eylül yasaklarını takiben 1984 yılında yapılan ilk grevlere bile geride bıraktığımız yıllardakinden daha fazla işçi katılmıştı. 1963’ten itibaren giderek yükselerek 1980 yılında 80 bine ulaşan grevci işçi sayısı, 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte sıfırlandı. Üç yıl boyunca uygulanan grev yasağının ardından, grev ve sendikal haklar o denli kısıtlanmıştı ki, zamanında sol aydınlar arasında “bu yasalarla grev yapılabilir mi” diye tartışmalar yaşanmıştı. Buna rağmen 1984’ten itibaren yine de grevler yaşanmaya ve giderek hem grev hem de grevci işçi sayısı artmaya başlamıştı. Grevci işçi sayısı, Özal döneminde (1984-1991) yıllık ortalama 55 bin, takip eden koalisyonlar döneminde ise yıllık ortalama 30 bin civarındaydı.
Bu düşüşün en temel nedeninin 12 Eylül faşizminin yarattığı sendikal ve siyasal ortam olduğu açıktır. Ama esas arzulanan hedefe AKP döneminde ulaşıldığını görüyoruz. AKP döneminde grevci işçi sayısı yıllık ortalama 4500’e kadar düşmüştür. Yani 20 yılı aşkın AKP döneminde grevlere katılan toplam işçi sayısı (87 bin), tek başına 1980 yılındaki grevci işçi sayısıyla neredeyse aynıdır. Bu yıllar boyunca işçi sınıfının büyüklüğünün katlanarak arttığını düşündüğümüzde bu düşüşün göründüğünden daha da çarpıcı olduğu anlaşılır.
Bu düşüşün nedeninin, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının ciddi ölçüde iyileşmesi, “çalışma hayatının sorunlarının azalması” vb. olmadığı apaçık ortadadır. Zira bu dönemin ikinci yarısında (2013’ten bu yana) Türkiye ekonomisi tarihsel olarak en yıkıcı kriz şoklarını yaşamıştır. İşçiler çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek ya da daha kötüye gitmesini engellemek üzere greve çıkamıyorlar. Bunda sendikalaşma oranlarının düşüklüğü önemli bir rol oynasa da, AKP döneminde birincil faktör, bir gecede çıkan Bakanlar Kurulu kararlarıyla (faşist rejim altında artık Cumhurbaşkanı Kararıyla) grevlerin yasaklanmasıdır. Yüz binlerce işçinin çalıştığı metal, petrokimya, cam, ulaştırma gibi stratejik sektörlerdeki grevler AKP döneminde, “milli güvenlik” gerekçesiyle sürekli olarak yasaklanmıştır. Bu dönem boyunca toplamda 194 bin işçinin greve çıkması engellenmiştir.
Bir başka deyişle işçilerin 12 Eylül’de ordu eliyle alabildiğine sınırlanan grev hakları bugün sivil faşist rejim tarafından kâğıt üstündeki haklara çevrilmiştir ve etkili bir grev yapılmasına izin verilmemektedir. Hiç kuşku yok ki, bu fiili dayatmanın iş görmesinde, sendikal bürokrasinin ihaneti belirleyicidir. Türk-İş ve Hak-İş merkez yönetimlerini iktidarın uzantısı haline getirerek sendikal hareket içerisinde korporatizmi egemen kılan Erdoğan, grev yasaklarını açıktan savunmakta, kendi meşruiyetini finans-kapitale karşı savunurken bu yasakları örnek göstermekte bir beis görmemektedir. Bu sözleri onun ağzına tıkacak bir mücadeleci sendikal önderlik mevcut değildir. Adı devrimci olan DİSK de mevcut haliyle bu boşluğu doldurmaktan fersah fersah uzaktır.
12 Eylül’den bu yana geçen yıllara rağmen, sendika yönetimlerinin sendikal yasak ve grev yasasındaki kısıtlamaları ortadan kaldırmaya dönük ciddi ve anlamlı bir girişimine şahit olamadık. Tek yapmaya çalıştıkları şey, dar bir ücret sendikacılığına hapsolmaktır, ki onu bile hakkıyla yapmamakta, işverenlerin ve devletin sınıf içerisindeki ajanları olarak çalışmaktadırlar. Yasaların demokratikleştirilmesi işlerine gelmiyor, çünkü mücadelenin yükselmesi, onların koltuklarının tehlike altına girmesi demek oluyor. Bu nedenle de 12 Eylül faşizminin ürettiği yasaların önemli bir bölümü, hele de onların örgütlenme ve sendikal mücadeleyle ilgili olanları bugün çoğunlukla halen yürürlüktedir. Bu yasalarla grevler sadece toplu sözleşme sürecine bağlı olarak tanımlanmış, bazı işkolları grev yasağı kapsamına alınmıştır. Kamu emekçileri de yıllar süren mücadelenin ardından sendikalaşma hakkını elde etmekle birlikte ne gerçek bir toplu sözleşme hakkına sahiptirler ne de grev hakkına.
İşçi sınıfı çok yönlü ve çok boyutlu bir cendere altındadır
Sendikal planda örgütlü işçilerin büyük bölümü iktidar güdümündeki sendikalar tarafından, sendikalı olmayanların bir bölümü ise cemaatler tarafından kuşatılmış, kötürümleştirilmiş durumdadır. Mücadeleden uzak durmaları, iktidara sahip çıkmaları yalnızca rejim medyası tarafından değil, bu örgütler tarafından da sürekli olarak propaganda edilmektedir.
Bu sayede işçi sınıfının önemli bir bölümü bugün halen Erdoğan ve koalisyonuna destek veriyor. Ekonomiden şikayetçi olsalar da sorunun AKP’den kaynaklanmadığını, bilakis ancak onun çare bulabileceğini düşünmeye devam edenlerin oranı hiç de az değil. Kimi araştırmalar bu oranın %30’un altına inmediğini gösteriyor. Kuşkusuz bu alışıldık bir sosyolojik ya da siyasal olgu değildir. Tek başına bu durum bile, rejimin faşist doğasına işaret etmektedir. Rejim, dini suiistimal eden ve milliyetçi histeriyi kışkırtan ideolojik mekanizmalar aracılığıyla kendine yetecek bir taban desteğini muhafaza edebilmektedir.
Rejimin faşist tabiatına rağmen şu noktanın altını da çizmemiz gerekir: Sınıf hareketinin mevcut geriliğinin temelinde yatan neden, tek başına, ne Erdoğan faşizminin fiili baskıları ne de yasalardır. Yani sendikal bilinci gelişmiş, mücadeleye atılmak için bir fırsat arayan ama yoğun baskı karşısında geri çekilen bir işçi kitlesi sözkonusu değildir. Bu da, sorunun çok daha derinde ve köklü olduğu anlamına geliyor. Düşük ücretlerle çalışan bilinçsiz işçiler, gelirlerini arttırmak için mücadele etmenin değil, fazla mesainin peşinde koşuyorlar. O da yetmediğinden bankalara borçlanıyorlar. Borç batağındaki işçinin mücadeleyi ve işsiz kalmayı göze alması zorlaşıyor. Grev, sendikalı işçiler açısından bile genellikle soğuk bakılan bir eylem haline gelmiş durumda. Bunun önemli nedenlerinden biri de işçilerin sendikaya güvenmemeleri. On yıllardır grev yapmamış sendikalar ağırlıkta. Bürokrat sendikacılar da greve, fonları eriten bir kötülük gözüyle bakıyorlar.
İşçilerde genel bir bekleme halinden bahsetmek mümkün. Çoğunluk, sorunların çözümü için bir kurtarıcı bekliyor. Başka bir işçinin öne çıkarak kıvılcım çakmasını beklemek, sektördeki daha etkili bir işyerinde mücadelenin patlak vermesini beklemek, mücadeleci bir başka sektörü beklemek vb. Bir de beklemesi salık verilen ve beklemek zorunda bırakıldığı durumlar var. İktidar sahipleri, “şu tarihi bekleyin” der, seçimlerden sonra der, “sıkın dişinizi, biraz sabır” der. Patronlar da aynı bekletmeciliğe sık sık sarılır; yılbaşını bekleyin, asgari ücreti bekleyin, yeni projenin tamamlanmasını bekleyin, şu siparişin bitmesini/alınmasını bekleyin… Mücadeleden kaçan sendikacılar da sık sık bekleyin lafını kullanır; sözleşme taslağını bekleyin, sözleşmenin imzalanmasını bekleyin vb… Ezici çoğunluk, sorunların çözümünü kendi mücadelesinde değil de, şu ya da bu düzen partisinin iktidara gelmesinde ya da iktidarda kalmasında görüyor.
Sorunların çözümü için mücadeleci bir sendikal anlayışı sendikalarda hâkim kılmaktan başka bir yol bulunmuyor. Mevcut durumu değişmez kabul eden ve sendikaları bir tarafa bırakmak gerektiğini ilan edenlere kulak asmanın bir gereği bulunmuyor. Böyleleri sanki sınıf ve sendikalar içerisinde yıllardır anlamlı ve doğru işler yapıp ter akıtıyorlarmış da bu yöntemlerle bir sonuç alınamamış gibi bir tutum içindeler. Bu tür iddia ve düşünceler her gericilik döneminde ortaya atılmış ve alternatif hiçbir şey yaratılamamıştır. Sendikaları, ısrarlı bir taban çalışmasıyla, mücadele örgütleri haline getirmekten başka yol yoktur. Bunu yapabilmek içinse sosyalistlerin her şeyden önce çalışmalarını sınıf içerisinde odaklamaları gerekiyor. Sınıf hareketinin yapısal sorunları, ancak onun içinde çözülebilir ama kendiliğinden değil, sınıf devrimcilerinin çabalarıyla.
[1] Ocak-Şubat 2022’deki bu dalgaya dair detaylı bilgiler için 2022 Ocak-Şubat Grev Dalgası adlı çalışmaya bakılabilir.
[2] İstanbul’da AKP’li 23 belediyede, Ankara’da 3 ilçe belediyesinde çalışan Hizmet-İş üyesi işçiler ücret artışı talepleriyle iş bırakma eylemleri yaptılar. Hem İstanbul hem de İzmir’de CHP’li belediyelerdeki Genel-İş üyeleri de iş bırakma eylemleri yaptılar. Bazılarında ek zam talepleri karşılandı.
[3] Gaziantep OSB’deki Şireci’de çalışan 2000 işçi bir hafta süren direnişten sonra talep ettikleri ücret zamlarını ve ek ödemeleri kazandılar. Antep’teki tekstil işçileri arasında BİRTEK-SEN’in yürüttüğü çalışma bu kazanımda başrolü oynuyor. Boyar Kimya işçileri, bir günlük iş bırakmanın ardından talep ettikleri ücreti kazandılar.
[4] Kocaeli Çayırova’daki Amana Foods Gıda’da çalışan işçiler Koop-İş Sendikasında örgütlendikleri için işten atıldılar. Şirket patronu Suriyeli. Yine Antep’te Suriyeli işçilerin de yoğun olarak çalıştığı MDZ İplik fabrikası işçileri de iş bırakarak taleplerini kazandılar. Burada da Suriyeli ve Türkiyeli işçiler örnek teşkil edecek bir ortak mücadele yürüttüler. Diğer taleplerin yanı sıra Suriyeli işçilerin çalışma izni harçlarının işveren tarafından karşılanması talebini de kabul ettirdiler.
[5] Eskişehir’de Yıldızlar Holding’e bağlı Doruk Madencilik’e ait kömür madeninde çalışan maden işçileri, ücret alacaklarının ödenmesi ve ücretlerinin yükseltilmesi talebiyle 5 gün boyunca açlık grevi yaptılar!
[6] Temmuz ayından açıklanan sendikalılıkla ilgili son sayılar, kayıtlı çalışan 16,5 milyon işçinin sadece 2,4 milyonunun sendikalı olduğunu gösteriyor. Buna bakılırsa sendikalaşma oranı %15 civarındadır. Kayıtlı çalışanlara yakın sayıda kayıtsız çalışanın da olduğunu, kâğıt üzerinde sendikalı görülen işçilerin bir bölümünün de gerçekte üye olmadığını düşündüğümüzde bu oranın gerçekte çok daha düşük olduğu ortaya çıkar. Pek çok sendikanın toplu sözleşme yetkisinin olmaması ve bundan dolayı pratikte sendikal faaliyet yürütememesi, bunların üyelerinin aslında fiilen sendikasız olmaları da cabası.
[7] Örneğin, 2009 yılında 7,2 milyon olan kayıtlı ücretli sayısı, Temmuz 2023’de 16,5 milyona ulaştı.
link: Oktay Baran, Yaşanan İşçi Eylemlerinin Dinamikleri ve Sorunları, 28 Eylül 2023, https://marksist.net/node/8069
Rejimin Orta Vadeli Programında Yine Hak Gaspları Var
Gezi Davası: Rejimin Soğumayan İntikam Hırsı