Irak savaşının üç yılını geride bıraktık. 18 Martta dünyanın belli başlı büyük kentlerinde savaş karşıtı gösteriler düzenlendi. Bu gösterilerin kitleselliği, savaşın arifesindeki düzeyiyle karşılaştırılamaz ölçüde düşük. Bunun nedenlerini devrimci hareketin iyi kavraması ve gerekli sonuçları çıkartması gerekiyor. Çünkü içinden geçtiğimiz dönemde, emperyalist savaşlar birer istisna değil, kural durumundadır. Yarın dünyanın diğer bölgelerine yayılması neredeyse kesin olan bu savaşlara karşı doğru tutum alabilmek için, nasıl bir dönemden geçtiğimizi ve bu savaşların gerçek doğasını, amaçlarını ve hedeflerini doğru kavramamız gerekiyor. Yanlış kavrayışlardan türetilen yanlış mücadele yöntemleriyle bir arpa boyu yol alınamayacağını geride bıraktığımız üç yıl, görmek isteyen gözler için yeterince göstermektedir.
Bu konudaki görüşlerimizi daha önce de dile getirdiğimiz için bu yazıda sürece kısa bir göz atmakla, emperyalistler arası kutuplaşma eksenindeki kimi önemli değişimlere işaret etmekle ve en sonu savaş karşıtı hareketin en bariz zaaflarını dile getirmekle yetineceğiz.
Irak savaşı bütünün yalnızca bir parçasıdır
SSCB’nin çökmesiyle yıkılan “iki kutuplu dünya”nın yerine baba Bush “yeni dünya düzeni”nin kurulacağını söylemiş ve ardından Irak seferine çıkmasına rağmen rakiplerini sindirme açısından umduğunu o aşamada bulamamıştı. Yeni bir dünya düzeni kurmak üzere çok daha saldırgan, çok daha tehditkâr ve emellerini pek de gizlemeyen bir seferberlik başlatmak ise oğul Bush’a nasip oldu. ABD’nin 90’lı yıllarda dünya burjuvazisinin gözünde artık anlamsızlaşan koruyucu jandarmalık rolünü çarçabuk yeni sözde “tehditler” icat ederek sürdürmesi, aynı dönemde dünya ekonomisi içerisinde gerilemeye başlayan payını tekrar arttırması, sözün kısası tehdit altına giren hegemonyasını pekiştirip geliştirmesi gerekiyordu. 90’ların sonlarına doğru kendisini toparlamaya başlayan Rusya’yla birlikte Avrupa Birliği (AB) ve Japonya gibi emperyalist güçler ABD’nin hegemon konumuna göz dikmişlerdi. 2000’li yıllarla birlikte belli bir süredir büyük atak içinde olan Çin ve Hindistan da büyük güçlerin kurtlar sofrasında yerlerini almak için sabırsızlanıyorlardı.
11 Eylül saldırılarını bahane ederek tüm dünyaya karşı sefere çıkan ABD’nin asıl amacı, bu kurtlar sofrasındaki belirleyici ve hegemon konumunu pekiştirmek ve güvence altına almaktır. Onun “önleyici saldırı” anlayışının ardında, sözde terör tehdidini önlemek değil, olası emperyalist rakiplerini daha yeterince güçlenmeden zayıflatmak, kendi pozisyonunu onlara dikte ettirmek, başta SSCB’nin çökmesiyle dünya pazarına açılan Doğu Avrupa ve Asya ülkeleri olmak üzere, bugüne dek onunla tam bir bütünleşme sağlayamamış ülkeleri kendi nüfuzu altında dünya pazarına entegre etmek ve kuşkusuz buralardaki hammadde ve enerji kaynaklarının denetimini tümüyle ele geçirmek arzusu yatıyordu. Bu açılardan bakıldığında, 2000’li yılların başında ABD’nin bu stratejisine göre esas rakipleri başta AB olmak üzere Rusya ve Çin idi. 90’lı yıllar boyunca bir gerileme yaşayan ve halen bu durumu devam eden Japonya bu açıdan ABD’nin gündeminin ilk sıralarında yer almıyordu. AB, Rusya ve Çin’e ilişkin ABD politikasının özü aynı olmakla birlikte (hepsinin kendi hegemonyasını kayıtsız şartsız tanıması), bu politikanın izleyeceği taktikler farklılaşıyordu.
II. Dünya Savaşından bu yana geleneksel olarak ABD’nin bir müttefiki olarak davranan ve hatta onun kanatları altında gelişip güçlenen Avrupa, 90’lı yıllarla birlikte ekonomik olarak ve nüfuz alanları üzerinde ABD’ye iyiden iyiye kafa tutmaya başlamıştı. Doğu Avrupa’yı sessizce kendi içine katan, Ortadoğu’da İran ve Irak petrolleri üzerinde önemli bir denetim sağlayan AB, Latin Amerika’ya el attığı gibi Kafkasya ve Balkanlar’da ABD ile boy ölçüşmeye kalkıştı. Balkanlar genel olarak AB’nin ve belli ölçüde Rusya’nın nüfuzu altında kalsa bile, Kafkasya’da kazanan ABD oldu. Tüm bu süreçlerde AB, diplomatik-siyasal girişimlerle yetinmek, ABD ile doğrudan askeri planda karşı karşıya gelmemek ama onun karşısındaki güçleri askeri olarak da el altından desteklemek şeklinde bir çizgi izledi. AB’nin ABD hegemonyasına karşı perde arkasında yürüttüğü mücadelenin belirleyici sınanma alanı ise Irak oldu. Savaşın çıkmasını ve Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesini engellemek için diplomatik ve siyasi araçlarla yetinmek zorunda kalan AB, bu süreçten yenik çıkmakla kalmadı, kendi içinde de önemli bir çatlak oluştu.
AB’nin emperyalist bir güç olduğunu ama onun bugünkü ekonomik birlik çerçevesini aşıp siyasal bir birliğe evrilemeyeceğini çeşitli vesilelerle belirtmiştik. AB, rekabet içerisindeki emperyalist güçlerin oluşturduğu çelişkili bir iktisadi birliktir. Bu birliğin ekonomik planda hegemon bir gücünün (Almanya) bulunması, onun siyasal planda da tam birliğe gidebileceği anlamına gelmez. Gerek Irak savaşı gerekse de geçen yıl reddedilen AB Anayasası bu gerçeği çarpıcı bir biçimde kanıtladı. Nitekim AB’nin önde gelen ülkeleri, ABD’yi desteklemek noktasında iki karşıt kutba bölündüler. Dahası, AB, Doğu Avrupa’nın çantada keklik olmadığını, kimi eski Doğu Bloğu ülkelerinin ABD işgaline verdiği doğrudan destekle de görmüş oldu. Savaş ve işgalin bir gerçek haline gelmesiyle birlikte, ABD’ye askeri alanda en azından kısa vadede karşı koyamayacağını bilen AB’nin izlediği çizgi de farklılaşmaya başladı. Öncelikle işgale Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında ortak olmaya çalıştılar. Ardından oluşturdukları yeni güvenlik stratejisi ile ABD’nin tezlerine biraz daha yaklaştılar. Nihayet NATO zirvelerinde ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesini kabullenmek zorunda kaldılar. Kuşkusuz ki, bu durum AB ile ABD arasındaki rekabetin sona erdiği anlamına gelmiyor. Tersine yeni gelişmeler ve en önemlisi AB’nin askeri plandaki zaafiyetini gidermesi, tekrar bu iki emperyalist gücün birbirinden uzaklaşmasını gündeme getirebilir. Ama bugün biraz daha netleşmiştir ve AB’nin ağır topları biraz daha kavramıştır ki, kısa vadede ABD’den bağımsız davranmaları ve hele ona karşı açıktan cephe almaları mümkün değildir.
Bundan on yıl öncesine nazaran bugün ipler çok daha güçlü bir şekilde ABD’nin elindedir. Bu açıdan bakıldığında, ABD giriştiği hegemonya savaşının birinci raundunu kazanmış görünüyor. ABD’nin bu açıdan kazandığı mevzileri görmezden gelerek, onun Irak’ta Vietnam benzeri bir bataklığa saplandığını söylemek hiç de gerçekçi değildir. Irak’taki karmaşık durum ve ABD açısından askeri planda işlerin hiç de iyi gitmemesi bizleri yanıltmamalı. ABD’nin savaşının gerçekte Irak’la değil, diğer emperyalist güçlerle olduğunu uzun süre önce söylemiştik. Bu nedenle de savaşın yalnızca bir petrol savaşı olmadığını ve meselenin Irak’la sınırlı bulunmadığını, onun yalnızca bir açılış perdesi olduğunu defalarca belirttik. Irak’a saldırı ve işgal, esas olarak AB’ye ve bir ölçüde de Rusya’ya verilmiş bir mesajdır. Ve her ikisi de mesajı almıştır. AB bugün, ABD’nin gönülsüz de olsa bir müttefiki olma konumunu kabul etmek zorunda kalmıştır. AB’ye hegemonyasını bir kez daha kabul ettiren ABD, bugün, “medeniyetler çatışması” stratejisini gerçek kılmak için adımlar atmaya başlamıştır. Unutulmamalı ki, bu stratejide AB, “Batı ittifakı”nın ikinci gücü olarak tanımlanmaktadır. Şimdi savaşın ikinci perdesinin hazırlıkları hızlandırılıyor.
AB’nin taktik ittifakını kazanan ABD, şimdi artık Rusya’ya ve artık kurtlar sofrasında açıkça yer alan iktisadi-askeri bir süper güç olan kapitalist Çin’e karşı çok daha doğrudan girişimlerde bulunacaktır. İran ve Suriye’nin öne çıkartılmasının önemli bir boyutu da budur. Her iki ülkenin de Çin ve Rusya ile yakın işbirliği biliniyor. İran, Çin ile milyarlarca dolarlık enerji anlaşmaları imzalamış ve Çin’den silah almaya başlamıştır. Ama tek hedef bunlar değildir. Çin’in himayesindeki Kuzey Kore zaten uzun bir süredir ABD tarafından “şer ekseni”nin bir parçası olarak adlandırılmıştı. Son olarak bu eksene, eski SSCB’nin bir parçası olan Belarus cumhuriyeti de katıldı!
ABD, Çin ve Rusya’ya karşı aslında uzun bir süredir yıpratma savaşı uyguluyor. Özellikle Rusya’nın arka bahçesi olarak adlandırılan eski Sovyet cumhuriyetlerinde ABD peş peşe giriştiği operasyonlarla önemli mevziler kazandı. Kafkasya, bugün önemli ölçüde ABD’nin nüfuzuna girmiş durumdadır. Gürcistan’da, Ukrayna’da, Kırgızistan’da ve aynı kapsamda sayılabilecek Lübnan’daki sözde “renkli devrim”lerin hepsi ABD’nin hanesine yazılmıştır. ABD Çin’in komşusu olan Afganistan’a askeri olarak yerleşmiş vaziyettedir. Özbekistan’da, yani Orta Asya’nın göbeğinde kurulan Amerikan Hava Üsleri, ABD ile Rusya arasında ciddi bir gerilime yol açmış ve şimdilik ABD geri adım atmıştır. Ama ardından da Karadeniz’de ABD denetiminde bir NATO donanması bulundurma düşüncesini ortaya koymuştur; bu doğrultudaki artan girişimlere yakın dönemde tekrar şahit olacağız. Yine benzer şekilde “şer ekseni”nin yeni üyesi Belarus’ta da yakın bir zamanda “renkli bir devrim” gerçekleşmesi pek şaşırtıcı olmayacak.
Çin ve Rusya’yı kuşatma harekâtında önemli mesafe kat edilmiştir. Son olarak Bush’un Hindistan gezisiyle ABD yeni bir mevzi daha kazandı. Hatırlanacağı gibi son dönemlere kadar Rusya-Çin merkezli bir Asya ittifakı gündemdeydi. Şanghay beşlisi olarak adlandırılan bu iktisadi-siyasi-askeri işbirliğine Hindistan da destek verdiğini açıklamıştı. Bugün aynı Hindistan’ın, ABD’nin stratejik ortağı olduğu açıklanıyor. ABD bir yandan nükleer faaliyetlerini bahane ederek uluslararası anlaşmalara imza koymuş İran’ı ve Kuzey Kore’yi köşeye sıkıştırmaya çalışırken, diğer yandan hiçbir uluslararası sınırlama ve yaptırımı kabul etmeyen ve yine ABD’nin güdümündeki Pakistan’la nükleer güç yarışına girişen Hindistan’a nükleer teknoloji de dahil olmak üzere her alanda açık çek veriyor. Bu apaçık çelişkinin uluslararası diplomasi alanında getirdiği homurdanmaları ise ABD dinlemeye pek niyetli gözükmüyor. Zira onun açısından emperyalist paylaşım kavgası, diplomatik-siyasi alanın ötesine çoktan geçmiş durumda. Bush’un Hint okyanusu gezisinin hemen ardından bir başka ABD heyeti de Avustralya’yı ziyaret etti. Yapılan ABD-Avustralya-Japonya zirvesinin baş gündemi Çin’dir. ABD, Avustralya’dan Çin ile olan iktisadi ilişkilerini gevşetmesini ve hatta koparmasını talep ediyor. Çin ve Rusya’yı kuşatma operasyonunun sonuna yaklaşılıyor ve bunun tamamlanmasının anlamı, ABD’nin haçlı seferinin ikinci perdesinin açılacak olmasıdır.
Irak’taki direniş
ABD’nin giriştiği hegemonya savaşının Irak’la sınırlı olmadığı açık. Buna rağmen, solun geniş kesimleri, onun bugün Irak’ta karşı karşıya kaldığı duruma işaret ederek, Vietnam bataklığı gibi benzetmelerle gönüllerini hoş tutmaya devam ediyorlar. Bu yaklaşım son derece yanlıştır ve sonuçları da vahimdir. Temel hareket noktaları, ulaşılmak istenen hedefleri, yöntemleri ve savaşın tarafları açısından Irak’ta yürüyen savaşın Vietnam savaşı ile ortak bir yönü yoktur.
Vietnam ABD açısından savaşın ta kendisi idi, yani daha büyük bir savaşın bir parçası, daha genel bir savaşın bir cephesi değildi. Oysa açıkladığımız gibi, Irak savaşı, ABD’nin bütünsel ve dünya çapında yürüttüğü emperyalist hegemonya savaşının yalnızca bir parçasıdır, onun cephelerinden yalnızca biridir. Bu nedenle, ABD’nin Irak’taki işgali resmen sona erdirmesi, bu daha kapsamlı emperyalist savaşın illa ki sona ereceği anlamına gelmez. Tersine, ona savaşının diğer cephelerine yoğunlaşma fırsatı bile sunabilir.
ABD ordusu, Vietnam’da yürüttüğü savaşta Vietkong’la girdiği tüm silahlı çatışmaları kazanmış olmasına rağmen savaşı kaybetti. Ciddi bir askeri yenilgi almamış olmasına rağmen ona bu savaşı kaybettiren en önemli faktörlerin başında tüm Vietnam halkının fedakâr mücadelesi geliyorsa, ikinci sırada hiç kuşkusuz, bizzat Amerikan halkının bu savaşa destek vermemesi, bu savaşı kendilerinin savaşı olarak ve haklı bir savaş olarak benimsememiş olması geliyordu. Irak’ta yürüyen emperyalist savaş ise, hem Irak cephesinde hem de ABD cephesinde farklı bir manzara ortaya koyuyor. 11 Eylül saldırısı Amerikan burjuvazisine, emperyalist saldırganlığını meşrulaştırmak için muazzam bir gerekçe sunmuştur. ABD burjuvazisi, bu savaşı ve ardından gelecek savaşları bir “savunma savaşı” olarak takdim ediyor. Amerikan emekçilerinin kendilerini “saldırı altında” hissetmesi için her türlü dolap çevriliyor. Örgütsüz ve bilinçsiz Amerikan emekçileri şimdilik bu zokayı yutmuş görünüyor ve beklentilerin aksine savaşı sahiplenmeye önemli ölçüde devam ediyorlar.
Irak cephesindeki manzaranın ise Vietnam’dakiyle hiçbir ortak tarafı yok. Vietnam burjuvazisini bir tarafa bırakırsak, tüm Vietnam halkı ABD emperyalizminin karşısında gerçekten de kahramanca bir “halk savaşı” yürütmüştü. ABD’ye karşı yürüttükleri savaş gerçekte Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttükleri bağımsızlık savaşının devamıydı. Kendi topraklarında yüzyıllardır esir ve sömürge statüsünde yaşayan bir halkın bağımsızlık mücadelesiydi Vietnamlıların savaşı. Irak ise yarım yüzyıldır siyasal bağımsızlığa sahip, üstelik bölgesinde yayılmacı emeller güden bir burjuva devletti. Dahası bu devletin egemenleri, Irak nüfusunun azınlığını oluşturan Sünni Arap mülk sahibi sınıflarından oluşuyordu. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan Şiilere ve Kürtlere yıllarca kan kusturan gerici ve zalim diktatörlüğün birkaç haftada yıkılıp gitmesi, o güne dek Irak topraklarında yaşanan ve zorbalıkla üstü örtülen tüm çelişkilerin bir anda ortaya çıkmasına yol açtı.
Irak toplumu yalnızca sınıflar temelinde değil, farklı milliyetler, farklı mezhepler ve hatta farklı aşiretler temelinde tümüyle bölünmüş bir toplum. Böylesi bir toplumu bir arada tutan tek şey, Saddam’ın kanlı diktatörlüğü idi. O da yıkılıp gidince tüm toplum çimentosuz bir duvar gibi kum taneciklerine ayrılıverdi. Adını apaçık koyalım: bütünlüklü bir Irak halkından söz edilemez. Irak’ta etnik, mezhepsel ve aşiretsel temelde bölünmüş halklar var. Emperyalizmin Ortadoğu’da yüzyıldır uyguladığı politikaların bir sonucu olarak, bu halkların birbirlerine duydukları güvensizlik ve husumet, ABD emperyalizmine karşı birleşmelerini son derece güçleştiriyor. Bu durumda ABD emperyalizmine karşı, üstelik de ulusal bir direniş verildiğinden bahsetmek gerçeklerle alay etmek olur. Irak’ta ABD’ye karşı topyekün bir seferberliği mümkün kılmanın tek yolu, Iraklı emekçilerin sınıfsal temeldeki birliğini sağlamaktan geçiyor. Din, mezhep, milliyet ve aşiretsel temeldeki bölünmenin üstesinden gelmenin başka yolu yoktur.
Bu söylenenlerden ne Irak’ta şu ya da bu türden hiçbir direniş olmadığı anlamı çıkar, ne de ABD açısından askeri ve siyasi alanda her şeyin güllük gülistanlık olduğu. Hayır. Tam da ABD işgaline karşı tüm Irak halklarının bir araya gelmesini zorlaştıran faktörler, ABD’nin kalıcı ve istikrarlı bir siyasal yapı kurmasının da önündeki engellerdir aynı zamanda. Bu durum onu Irak’ta belirsiz bir askeri çatışmalar bataklığına sürüklüyor kuşkusuz. Irak’ta bugün eski Sünni rejimin unsurlarından (ki son dönemde onlar da ABD ile uzlaşma yoluna girdiler) ve çeşitli radikal dinci gruplardan oluşan bir direniş söz konusudur. Bu direniş Irak’ın diğer halklarına ve genel olarak emekçilere dostluk elini uzatan bir direniş olmak şöyle dursun, giderek yoğunlaşan bir iç savaşın tarafı olarak sivriliyor. Irak’ta grevci işçilere, sendikacılara, komünistlere, Şii ve Kürt sivillere dönük saldırıların sayısının ve şiddetinin, doğrudan işgalci kuvvetlere karşı girişilen saldırılardan daha fazla ve çok daha yıkıcı olduğu biliniyor. Irak’ı Vietnam ile bir tutmak, bu gerici ve kaybettikleri ayrıcalıkları yeniden kazanma kaygısını taşıyan kesimlerin anti-emperyalist bir mücadele yürüttüğünü açıkça ya da üstü örtük olarak kabul etmek anlamına gelir. Böylesi bir değerlendirmenin Marksizmle hiçbir ilişkisi yoktur. Iraklı emekçiler, tüm Irak halklarının haklarını güvence altına alan bir işgal karşıtı direnişi inşa etme göreviyle karşı karşıyalar.
Savaş karşıtı hareket
Emperyalizm, ne bir zamanlar Çin devriminin önderi Mao’nun savunduğu gibi kâğıttan bir kaplandır, ne de dönek Kautsky’nin iddia etttiği gibi barışçı bir kapitalizm. Emperyalizmi doğru kavrayamayanlar, emperyalist savaşların nedenlerini ve bu savaşlara karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de doğru bir temelde ortaya koyamazlar. Yirminci yüzyıl bu gerçeğin sayısız örneği ile doludur. Ama bunca örnekten, deneyimden ve emekçi yığınların katlanmak zorunda kaldığı onca acıdan sonra hâlâ bir ders çıkarılamıyorsa, bu “kavrayışsızlığı” bir idrak sorununun çok daha ötesinde, bir küçük-burjuva sınıfsal refleks sorunu olarak görmek gerekir.
Afganistan’ın bombalanmasını ve hemen ardından Irak’ın gündeme girmesini takiben, yaklaşan emperyalist savaşa karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği hususunda, sol hareket içerisinde reformistlerle devrimcileri ayrıştıran bir tartışma patlak vermişti. Bu tartışmanın argümanları hiç de yeni olmamakla birlikte, reformistler her zamanki gibi, iddialarını yepyeni icatlar olarak pazarlamaya çalışmışlardı.
Bu iddialardan bir tanesi, “insanlığın sınıflar üstü genel çıkarları” argümanından türetilmişti. SSCB’nin yıkılışına doğru giden süreçte Gorbaçov tarafından da hararetle savunulan ve başta dönemin resmi KP’leri olmak üzere tüm dönekleri tarafından büyük bir şevkle sahiplenilen bu argümana göre, barış, çevre kirliliği ve nükleer savaş tehdidi gibi sorunlar sınıflar üstü bir tabiata sahiptiler! Ve bu sorunların çözümünde tüm sınıflar ve tüm devletler işbirliği yapmalıydılar. Ne tuhaftır ki, bu argüman bugün aynı zamanda başta ABD olmak üzere emperyalist büyük güçlerin de resmi tezlerinden biri haline gelmiştir. Buna bugün “salgın hastalıklar tehdidi”ni de ekleyerek Gorbaçov’un tezinde yaptıkları en önemli tadilat, bu sorunları çözecek merciin, tüm insanlık adına ve ilahi güçten de gelen vahiyler doğrultusunda en başta ABD ve onun diğer emperyalist müttefikleri olduğudur.
Döneklerin, reformistlerin ve her çeşitten pasifistin karşı çıktıkları şey, bu argümanın kendisi değil, ABD vurgusunun öne çıkartılmış olmasıdır. Onlar bu tür “insani” sorunların, sadece ABD tarafından değil tüm insanlığın ortak çabasıyla çözülmesi gerektiğini savunuyorlar ve bunun adresi olarak da Birleşmiş Milletler örgütünü gösteriyorlar. Onlara göre, sorunlar, bu ve benzeri örgütlerin çabalarıyla, diplomatik girişimlerle çözülebilirdi; barışa bir şans verilmeliydi; savaş ve şiddetten hiç kimsenin gerçek bir çıkarı olamazdı; savaşı isteyenler bir avuç çılgın, darkafalı ve hatta aptal siyasetçi ve onları destekleyen silah tekelleriydi. Ve bu nedenle onlar durdurulabilirse, savaşların da önüne geçilebilirdi. Bunun için de, tüm insanların barış için ve barışçıl bir şekilde sokakları doldurmaları yeterliydi. Böylece, “bu savaş engellenebilecekti”! Tüm dünyada meydanları dolduran milyonlarca emekçinin savaşa karşı haklı ve içten düşmanlığı, bu laf ebelerinin ellerinde heba edildi. Milyonların caddeleri inleten sloganları, bombaların gümbürtüsü içerisinde bir anda kesiliverdi. Savaş engellenememişti! Ama laf ebeleri seslerini kesmediler: Savaşı engelleyemedik ama “bu savaşı durdurabiliriz”!
Bu tutum, aslında yukarıda da açıkladığımız gibi, savaşın arifesinde tam da Avrupa Birliği tarafından savunulan çizgiye denk düşüyordu. Nitekim ABD’nin hegemonyasını korumak, pekiştirip geliştirmek üzere attığı adımlarla aşık atacak durumda olmayan AB açısından, ABD’yi durdurmanın tek yolu Birleşmiş Milletler ve diplomatik yöntemlerdi. Savaş karşıtı gelişen hareketin özellikle Avrupa ülkelerinde büyük bir kitleselliğe ulaşmasının ardında yatan en önemli neden, AB’nin liberal ve reformist çevrelerinin bu harekete sunduğu destek idi. AB’nin ABD’ye ilişkin tavrının değişmeye başlamasıyla birlikte savaş karşıtı hareketin de geri çekilmesi hiç de tesadüf değildir. Pasifistler, her emperyalist savaşta olduğu gibi, dolaylı da olsa emperyalist güçlerden birinin siyasal çıkarlarına hizmet etmiş oldular. Kahrolsun saldırgan ABD emperyalizmi; yaşasın barışa bir şans vermek isteyenler, diplomatik-siyasi çözümden yana olanlar, BM iradesini kabul edenler, yani yaşasın “demokratik” AB!
Reformist, pasifist ve sol-liberal yaklaşımların ağır basması, savaşın kapitalist-emperyalist sistemle olan kopmaz bağlarının üstünün örtülmesini, kapitalizm yıkılmadıkça emperyalist savaşların kaçınılmaz olduğu gerçeğinin kitlelerden saklanmasını ve sorunun Bush gibi liderlerin aptallığına indirgenmesini beraberinde getirdi. Savaşa karşı mümkün en büyük “ortak payda”yı oluşturmak adına, Marksizmin en temel ilkeleri tepe tepe çiğnendi.
Irak’taki savaşın Ortadoğu’nun müslüman halklarında yarattığı tepkiden kendi siyasal çıkarları doğrultusunda yararlanmak isteyen Avrupa’daki bazı reformist-sosyalist çevreler, İslamcı gruplarla flört etmeye başladılar. Onlarla ittifak yapabilmek için oportünist tavizler verildi, sloganlar yumuşatıldı, mücadele yöntemleri sınırlandı. İşin komik yanı şuydu ki, reformistler ve pasifistler en geniş ortak paydayı oluşturmak adına, “emperyalist savaşa hayır” demekten çekinip genel bir “savaşa ve şiddete hayır” sloganının ardına sığınırken, İslamcı olarak adlandırılan gruplar, gösterilerde “emperyalist savaşa hayır” sloganını ve pankartlarını kullanıyorlardı! Marksistlerin tutumu kuşkusuz, İslami duyarlılıkları olan emekçileri dışlamak olamaz, ama ittifak adına ilkesel tavizler de verilemez. Bu emperyalist savaşa karşı mücadele etmek isteyen tüm kesimleri birleştirmek kuşkusuz önemlidir. Ancak Marksistler, böylesi bir birliğin, ancak işçi sınıfının hegemonyasında, onun mücadele sloganlarıyla, onun yöntemleri ve onun devrimci iktidarı hedefiyle sağlandığında bir anlam taşıdığını savunurlar. Emperyalist savaşlara karşı mücadelenin başarıya ulaşması, reformizmin ve pasifizmin peşinden sürüklenen kalabalıkların sayısını bir parça daha arttırmakla değil, mücadele azmine sahip emekçi kitlelerin önüne gerçekten devrimci bir eylem programı koyabilmekle ve kitleleri örgütlü mücadeleye çekebilecek gerçekten devrimci bir önderliği yaratmakla mümkün olacaktır.
Savaşa karşı oportünist tutumların kitle hareketine verdiği en büyük zarar, emperyalist savaşların ancak ve ancak proleter devrimlerle engellenebileceği gerçeğini kitlelerden saklamasıydı. Tarihin gördüğü en kitlesel savaş karşıtı gösteriler, pasifistlerin yanlış sloganları, yanlış tutumları ve yanlış yönlendirmelerinin kaçınılmaz sonucu olarak geride bir moral bozukluğu ve vurdumduymazlıktan başka bir şey bırakmadı. Günü birlik, kolay başarılar peşinde koşmak işçi hareketine her zaman zarar vermiştir. İşçiler, neyi, nasıl ve hangi araçlarla yapabileceklerine dair net yanıtlara ihtiyaç duyuyorlar. Onların ihtiyacı olan şey, nesnel gerçeklerin devrimci tarzda açıklanması ve devrimci mücadelenin yükseltilmesidir. Gerçekler dünyasından kopuk küçük-burjuva hayaller ise eninde sonunda kitlelerin kendilerine olan güvenlerini ve mücadele azimlerini kırar, hayal kırıklığı yaratır. Ardından da gerek kitle hareketinde ve gerekse de devrimci örgütlülük düzeyinde bir gerileme dönemi gelir. Bugün yaşanılan durum bunun somut kanıtıdır.
İçinden geçtiğimiz dönem emperyalist hegemonya kavgası dönemidir. Bu dönem emperyalist savaşlarla karakterize oluyor. Bu nedenle Marksistlerin işçi sınıfına ve emekçilere döne döne açıklaması gereken gerçek şudur: Emperyalist savaşları engellemenin ve durdurmanın tek yolu, kapitalist sistemi ortadan kaldırmaktır. Bu da ancak toplumsal bir devrimle mümkündür. Ve devrimci temellerde örgütlenmiş işçi sınıfı ve emekçilerden başka hiçbir güç böylesi bir devrimi başarıya ulaştıramaz. Kapitalizmi ortadan kaldırmak gibi emperyalist savaşlara da son vermenin, proleter devrim gibi meşakkatli bir yolunun dışında başka bir yolu bulunmuyor.
link: Oktay Baran, Emperyalist Savaş Devam Ediyor, Nisan 2006, https://marksist.net/node/978
Kapitalizmde Sosyal Güvenlik
Burjuvaziye Kredi Vermeyelim!